Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararı, YAĞCI VE SARGIN/Türkiye Davası, (6/1994/453/533-534)


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
YAĞCI VE SARGIN/Türkiye Davası

(6/1994/453/533-534)
Strazburg
8 Haziran 1995

USULİ İŞLEMLER

1. Dava, Sözleşme’nin 32. Maddesi’nin 1. fıkrası ve 47. Maddesinde öngörülen üç aylık süre içinde, 11 Mart 1994 tarihinde  Avrupa İnsan Hakları Komisyonu (“Komisyon”) tarafından Mahkememize sunulmuştur.  İki Türk vatandaşı olan  Sn. Nabi Yağcı ve Sn. Nihat Sargın tarafından 6 Şubat 1990 tarihinde Madde 25 kapsamında Türkiye Cumhuriyeti aleyhine Komisyon’a sunulmuş olan iki başvuruya (No. 16419790 ve 16426/90) dayanmaktadır.

Komisyon’un talebi 44. ve 48. Maddeler ile Türkiye’nin Mahkemenin zorunlu salahiyetini tanıdığı bildirgeye (Madde 46) ilişkindir. Talebin amacı davaya ilişkin gerçeklerin, davalı Devlet tarafından  Sözleşme’nin 5. Maddesinin 3. fıkrası ve  6. maddesinin 1. fıkrası kapsamındaki yükümlülüklerin ihlal edilip edilmediğine ilişkin bir kararın verilmesidir.

2. Mahkeme A İçtüzüğünün 33. Maddesi, (d) fıkrası uyarınca yapılmış olan soruşturmaya cevaben başvuranlar adli takibata katılmak istediklerini belirtmişler ve kendilerini temsil edecek avukatları vekil tayin etmişlerdir.

3. Oluşturulan Heyet res’en seçilmiş bulunan Türk uyruklu Sn. F. Gölcüklü (Sözleşme’nin 43. Maddesi) ile Mahkeme Başkanı Sn. R. Ryssdal’ı (İçtüzük 21, 3. Fıkrası) katılımını da içermiştir. 24 Mart 1994 tarihinde Katibin huzurunda ismen Sn. R. Bernhardt, Sn. Thor Vilhjalmsson, Sn. L.-E. Pettiti, Sn. R. MacDonald, Sn. J. De Meyer, Sn. I. Foighel ve Sn. B. Repik olmak üzere diğer yedi üyenin adını kura ile belirlemiştir (Sözleşmenin 43. Maddesi ve İçtüzük 21, Fıkra 4 uyarınca).

4. Heyetin Başkanı sıfatıyla (İçtüzük 21, 5. Fıkrası) ve Sekreter aracılığıyla hareket eden Sn. Ryssdal Türk Hükümeti (“Hükümet”) temsilcisi, başvuranların avukatları ve Komisyon Delegesi ile yargılama sürecinin organizasyonu konusunda temasa geçmiştir (İçtüzük 37, 1. Fıkrası ve İçtüzük 38). Bunun sonucunda gönderilen talebe ilişkin olarak Sekreter başvuranlar ile Hükümetin görüşlerini sırasıyla 19 ve 28 Temmuz 1994 tarihlerinde almıştır. Komisyon Delegesi herhangi bir yazılı mütalaa sunmamıştır.

5. 8 Kasım 1994 tarihinde Komisyon, Başkan’ın talimatı üzerine Başkan tarafından istenmiş olan takibata ilişkin dosyayı sunmuştur.

6. Başvuranlar ve avukatlarına Türkçe dilini kullanma yetkisi veren (İçtüzük 27, 3. fıkra) Başkanın kararına uygun olarak  duruşma 25 Ekim 1994 tarihinde Strazburg İnsan Hakları Mahkemesinde gerçekleştirilmiştir. Mahkeme duruşma öncesinde bir hazırlık toplantısı yapmıştır.

Mahkeme huzurunda hazır bulunanlar:

(a) Hükümet adına
Sn. A. M. Özman
Bayan D. Akçay
Yetkili Ajan,
Danışman;
(b) Komisyon adına
Bayan J. Liddy
Delege;
(c)  Başvuru sahipleri adına
Sn. E. Sansal
Sn. G. Dinç,  Avukatlar.

Mahkeme anılanların beyanlarını dinlemiştir.

DAVA ESASLARI

I. Dava Konusu Olaylar

7. Bir gazeteci olan Bay Yağcı ile bir doktor olan Bay Sargın sırasıyla Türkiye İşçi Partisi ve Türkiye Komünist Partisi genel sekreterleri idiler. Ekim 1987 tarihinde Brüksel’deki bir basın toplantısında Türkiye Birleşik Komünist Partisini (TBKP) kurmak ve kanunlar dahilinde organizasyon ve siyasi faaliyetlerini geliştirmek için Türkiye’ye dönme niyetlerini açıklamışlardır.

8. 18 Kasım 1987 tarihinde Ankara’ya geldiklerinde uçaktan inerken yakalanarak polis tarafından gözaltına alınmışlardır. 4 Aralık tarihinde Cumhuriyet Savcılığı mahkemeye çıkarılmak üzere tutuklanmaları için Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesine başvurmuştur. 5 Aralıkta Mahkeme hakimi kuvvetli suç unsuru delili gerekçesiyle ve sanıkların dinlenmesi neticesinde bu yönde bir karar vermiştir. Savcı, amacı, belli bir sosyal zümre hakimiyetinin kurulması ve bu yönde propaganda yapılması ve anayasa tarafından güvence altına alınmış hakların yok edilmesi; halk arasında düşmanlık ve nefretin teşvik edilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanı ve Hükümeti’nin  itibarının zedelenmesine yönelik hareketler (Türk Ceza Kanunu’nun 140, 141/1, 142/1-6, 142/3-6, 158, 159, 311 ve 312. maddeleri) olan bir örgütün liderliğini yapanları suçlamıştır.  Bu suçlar ayrıca Hükümet’in otoritesine karşı bir saldırı olarak da nitelendirilmiş ve ciddi suçlar olarak sınıflandırılmıştır.

9. 10 Aralık 1987 tarihinde başvuranların avukatları karara karşı çıkmış ancak, bu karar 16 Aralık tarihinde Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından oybirliği ile onanmıştır.

10. 11 Mart 1988 tarihinde savcılık Sn. Yağcı ve Sn. Sargın’ın yanı sıra 14  kişi hakkında takibat başlatmıştır.

11. Yargılamaya 8 Haziran 1988 tarihinde başlanmış ve 48 duruşma yapılmıştır. Dava dosyası 40 dosyadan oluşmuştur. Davalılar duruşma öncesinde veya seyrinde atanmış olan 400 avukat tarafından temsil edilmiştir.

12.  İlk iki duruşma, 299 sayfadan oluşan iddianamenin okunması ile tamamlanmıştır. Müteakibinde, 6 duruşma (4 Temmuz – 24 Ağustos) Mahkeme tarafından başvuranların sorgulanması ve dinlenmesine ayrılmıştır. Bu süreç, dosya içeriği ile dava konusu suçların özü ile birlikte davalıların tutuklu kalması için Mahkeme tarafından yeterli sebep olarak addedilmiştir.

13. 29 Ağustos 1988 tarihli duruşmada başvuranlardan birinin avukatı, ilgililerin şartlı tahliyesi için ilk başvuruyu yapmıştır. Anılan avukat tarafından müteakip gerekçeler sunulmuştur. Müvekkillerinin göz altında kaldıkları süre de dahil olmak üzere,
dokuz buçuk ay tutuklu kaldıklarını belirtmiştir; Bay Yağcı ve Bay Sargın aleyhine yapılan suçlamaların tahliye edilmeleri halinde kaçma ihtimalini yaratmasına rağmen bu ihtimal,  başvuranların partilerinin bir yasal  statüye kavuşturulması için Türkiye’ye döneceklerine ilişkin açıklamaları ile ortadan kaldırıldığını; ve başvuranların iktidardaki rejim ile olan siyasi görüş farklılıklarının Hükümet ve Devlet idaresine karşı bir saldırı olarak nitelendirilmeyeceğini belirtmiştir.

Mahkeme, 5 Aralık 1987 tarihli (bakınız yukarıdaki 8. madde) talebin geçerliliğini koruduğu gerekçesiyle başvuruyu reddetmiştir.

14. 21 Eylül 1988 tarihinde bir başka başvuranların temsilcileri tarafından başvuru yenilenmiş ve dosya muhteviyatı, suçlamaların niteliği ve ilgili talepnamede belirtilen gerekçeler sebebiyle Mahkeme tarafından aynı günde reddedilmiştir.

15. 14 Ekim ve 4 Kasım 1988 tarihlerinde Devlet Güvenlik Mahkemesi, dosya muhteviyatı nedeniyle Bay Yağcı ve Bay. Sargın’ın tutukluluk hallerinin devamına karar vermiştir. Ayrıca, duruşmalarda  yaşanan organizasyon sorunlarını duruşmaya çok sayıda insanın katılmak istemesine bağlamıştır. Avukatlar, yargılama esnasında uygulanan güvenlik önlemlerinin kaldırılması için mahkeme salonunu terk etmişlerdir.

16. Başvuranların avukatlarından birisi tarafından 2 Aralık 1988 tarihinde yeni bir şartlı tahliye başvurusu yapılmıştır. Bu, bir komünist partinin kurulmasına izin verilmesi için yasama değişikliğini savunan  üst düzey politikacılar ve hakimlerin açıklamalarına özel bir önem verilmesini sağlamıştır. Duruşma sonrasında mahkeme dosya muhteviyatını gerekçe göstererek başvuruyu reddetmiştir.

30 Aralık tarihinde Bay Sargın’ın benzer bir başvurusu, 27 Ocak, 22 Şubat, 24 Mart, 21 Nisan ve 18 Mayıs 1989 tarihlerinde avukat aracılığıyla yapılan diğer başvurularla benzer bir tutum sergilemiştir. Başvuruların geri çevrilme nedeni her zaman aynı olmuştur: suçlamaların nitelikleri, dosya muhteviyatı, tutukluluk süresi ve delillerin değişmemesi.

17. 21 Nisan 1989 tarihinde yapılan on sekizinci duruşmada, Mahkeme başvuranların avukatının istemine uygun olarak delilleri içeren evrakların okunmasını istemiştir.

18. 3 Temmuz 1989 tarihinde yapılan bir başka tahliye talebinde başvuru sahiplerinin avukatı Sözleşme’yi gerekçe göstermiştir. Türk Ceza Kanununun 141 ve 142. maddelerinin Sözleşme hükümleri ile çeliştiğini ve özetle yürürlükten kaldırılması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Mahkeme dosya muhteviyatı, tutuklama tarihi ve ilgili nedenler gerekçesi ile başvuruyu reddetmiştir.

19. Bay Yağcı  tarafından 2 Ağustos 1989 tarihinde yapılan benzer bir başvuru da aynı başarısızlığa uğramıştır. Sn. Yağcı kararların mükerrer olduğu konusunda mahkemeye eleştirmiş ve bunlar için daha ayrıntılı nedenler gösterilmesini istemiştir. Ayrıca duruşmalar arasındaki bir aylık sürenin kendisinin tutukluluk halinin uzamasına neden olduğunu belirtmiştir. Mahkeme kendisinin tahliye edilmesini gerektirecek herhangi bir gelişmenin olmadığı yönünde karar vermiştir.

20. 25 Ağustos ve 18 Eylül 1989 tarihlerinde Devlet Güvenlik Mahkemesi benzer iki diğer başvuruyu reddetmiş ve buna ilişkin gerekçeler de aynı olmuştur.

21. 18 Ekim 1989 tarihinde başvuranların avukatları Sözleşmenin 5. Maddesinin 3. Fıkrası ve 6. Maddesinin 1.  Fıkrasında belirtilen “makul süre” kavramını gündeme getirerek, müvekkillerinin tutukluk süresinin anılan   hükümleri ihlal ettiğini belirtmiştir. Tahliyelerine ilişkin başvurularının reddedilmesine ilişkin olarak Mahkemece gösterilen nedenlerin sürekli tekrarlandığı konusunu öne sürmüştür. Mahkeme, yine suçların niteliği ve doysa muhteviyatına dayanarak  tutukluluk halinin devam etmesine karar vermiştir.

22. 17 Kasım 1989 tarihli duruşmada sunulan bir tahliye talebinde Sözleşmenin Türk kanunlarına doğrudan uygulanabilirliği tekrar vurgulanmış; ancak Devlet Güvenlik Mahkemesi bu başvuruyu, 15 Aralık 1989 ve 6 Nisan 1990 tarihlerinde yapılan diğer talepler ile reddetmiştir.

8 Şubat 1990 tarihinde mahkeme davanın diğer davalar ile birleştirilme ihtimalini incelemiş ve 9 Martta delillerin okunmasına devam edilmiştir. Her iki duruşmada başvuru sahiplerinin tutukluluk hallerinin devamı re’sen kararlaştırılmıştır.

23. Bay Yağcı ve Bay Sargın sonunda 4 Mayıs 1990 tarihinde, ülkeden ayrılmamaları kaydıyla serbest bırakılmıştır. Devlet Güvenlik Mahkemesi oybirliği ile başvuru sahiplerine ilişkin iddianamelere dayanak teşkil eden Kanunlarda davalıların menfaatine olabilecek olan mevzuat değişikliklerini dikkate alma kararı almıştır.

24. 11 Eylül 1990 tarihinde, Mahkeme, Türkiye Komünist Partisinin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesine sunulan davanın sonucunun beklenmesi için kararın ertelenmesine yönelik 11 Temmuz 1990 tarihinde yapılan  başvuruyu reddetmiştir.

25. Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 143. Maddelerini yürürlükten kaldıran Terörle Mücadele Yasasının 10 Haziran 1991 tarihinde yürürlüğe girmesi üzerine Mahkeme, anılan hükümlere ilişkin delillerin okunmasını durdurarak diğer suçlamalara ilişkin delillerin okunmasını kararlaştırmıştır. Bu süreç 10 Temmuz tarihinde kırk beşinci duruşmada sona ermiştir.

26. 26 Temmuz 1991 tarihinde savcı kapanış konuşmasıyla iddianamenin okunmasını tamamlamış ve 26 Ağustos tarihinde başvuru sahipleri savunmalarını sunmuştur.

27. 9 Ekim 1991 tarihinde Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi, Ceza Kanunu’nun 140, 141 ve  142. maddelerinin yürürlükten kaldırılmış olması gerekçesiyle bu maddeler kapsamında iddia edilen suçlamalar  ile 311. ve 312. madde uyarınca yapılan nefreti teşvik suçlamalarından Sn. Yağcı ve Sn. Sargın’ın beraatına karar vermiştir. Türkiye Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanı ve Hükümeti’nin şahsiyetine ilişkin saldırılar konusunda görevsizlik kararı vererek ilgili suçlamaları Ankara Altıncı Ceza Mahkemesine sevk etmiştir.

28. 27 Ocak 1992 tarihinde  anılan mahkeme görevsizlik kararı vererek, davayı Ankara İkinci Ceza Mahkemesine sevk etmiş ve bu mahkeme de  9 Temmuz 1992 tarihinde başvuranların beraatına karar vermiştir. 16 Temmuzda kesinleşen bu karar aleyhine temyiz talep edilmemiştir.

II. İlgili İç Hukuk

A. Anayasa

29. Anayasa’nın 19. Maddesinin 7. fıkrası şu şekildedir:

“Her ne sebeple olursa olsun, hürriyeti kısıtlanan kişi, kısa sürede durumu hakkında karar verilmesini ve bu kısıtlamanın kanuna aykırılığı halinde hemen serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla yetkili bir yargı merciine başvurma hakkına sahiptir.”

B. Ceza Kanunu

30. İlgili tarihte yürürlükte olan Ceza Kanunu hükümleri şu şekildedir:

Madde 140
“Devletin hariçteki itibar veya nüfuzunu kıracak şekilde devletin dahili vaziyeti hakkında yabancı bir memlekette asılsız, mübalağalı veya maksadı mahsusa müstenit havadis veya haberler neşreden veya milli menfaatlere zarar verecek herhangi bir faaliyette bulunan vatandaş beş seneden aşağı olmamak üzere ağır hapse konur.”

Madde 141
“Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmeye matuf cemiyetleri her ne suret ve nam altında olursa olsun kurmaya tevessül edenler veya kuranlar veya bunların faaliyetlerini tanzim veya sevk ve idare edenler veya bu hususlarda yol gösterenler sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar.

Bu kabil cemiyetlerin bir kaçını veya hepsini sevk ve idare edenler hakkında ölüm cezası hükmolunur.”

Madde 142
“Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmek veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmak yahut memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan her hangi birini devirmek veya devlet siyasi ve hukuki nizamlarını topyekün yok etmek için her ne suretle olursa olsun propaganda yaban kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.

Anayasanın tanıdığı kamu haklarını ırk mülahazasıyla kısmen veya tamamen kaldırmayı hedef tutan veya milli duyguları yok etmek veya zayıflatmak için her ne suretle olursa olsun propaganda yapan kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Yukarıdaki fıkralarda yazılı fiili övenler, birinci ve ikinci fıkralarda yazılı hallerde beş yıla kadar ağır hapis ve üçüncü fıkrada yazılı halde altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile  cezalandırılırlar.

Yukarıdaki fıkralarda yazılı fiilleri 141’inci maddenin 6’ncı fıkrasında yazılı kimseler arasında veya aynı fıkrada tarih edilen yerler için işleyenlere verilecek ceza üçte bir nispetinde artırılır.

Yukarıdaki fıkralarda yazılı filler neşir vasıtası ile işlendiği takdirde verilecek ceza yarı nispetinde artırılır.”
Madde 158
“Reisicumhura muvacehesinde hakaret ve sövme fiillerini işleyenler üç seneden aşağı olmamak üzere ağır hapis cezası ile cezalandırılır.

Hakaret ve sövme Reisicumhurun gıyabında vaki olmuş ise faili, bir seneden üç seneye kadar hapis olunur. Reisicumhurun ismi sarahaten zikredilmeyerek ima veya telmih suretiyle vaki olsa bile mahiyeti itibariyle Reisicumhura  matufiyetinde tereddüt edilmeyecek derecede karineler varsa tecavüz sarahaten vuku bulmuş addolunur.

Suçun, neşir vasıtalarından biri ile işlenmesi halinde ceza üçte birden yarıya kadar artırılır.”
Madde 159
“Türklüğü, Cumhuriyeti, Büyük Millet Meclisini, Hükümetin manevi şahsiyetini, Bakanlıkları, Devletin askeri veya emniyet muhafaza kuvvetlerini veya Adliyenin manevi şahsiyetini alenen tahrir ve tezyif edenler bir seneden altı  seneye kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar.

Birinci fıkrada beyan olunan cürümlerin irtikabında muhatap sarahaten zikredilmemiş olsa bile onlara matufiyetinde tereddüt edilmeyecek derecede karineler varsa tecavüz sarahaten vuku bulmuş addolunur.

Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına veya Büyük Millet Meclisi Kararlarına alenen sövenler 15 günden 6 aya kadar hapis ve 100 liradan 500 liraya kadar ağır para cezası ile cezalandırılır.

Türklüğü tahkir yabancı memlekette bir Türk tarafından işlenirse verilecek ceza üçte birden yarıya kadar artırılır.”
Madde 311
“Bir suçun işlenmesini aleni olarak tahrik eden kimse aşağıda yazılı şekillerde cezalandırılır.

Eğer tahrik ettiği cürümün cezası muvakkat ağır hapsin üstünde bir ceza ise üç yıldan beş yıla kadar ağır hapis;

Muvakkat ağır hapis veya hapis cezasını müstelzim ise fiilin nevine göre üç aydan üç yıla kadar hapis;

Sair hallerde bin liradan beş bin liraya kadar ağır para cezası, tahrik, her türlü kitle haberleşme araçları, ses kayıt bantları, plak, film, gazete, mecmua ile veya sair basın aletleriyle veya elle yazılıp çoğaltılarak yayınlanan veya dağıtılan yazılar ile ya da umumi yerlerde levha ve ilan asmak suretiyle olursa, yukarıdaki bentler uyarınca suçlu hakkında tayin olunacak ağır hapis ve hapis cezaları bir misli artırılır. Para cezası hükmolunacak hallerde bu ceza suçun nevine göre ikibinbeşyüz liradan onbin liraya kadar ağır  para cezası olmak üzere tayin olunur.

Yukarda 2 ve 3 sayılı bentlerde beyan olunan hallerde ceza tahrik olunan suç için muayyen olan cezanın en yukarı haddini geçemez.

Aleni tahrik neticesi olarak istenilen suç işlenir veya suçun icrasına teşebbüs edilirse tahrikçiler, asıl suçlular ile aynı derecede ceza görürler.”

Madde 312
“Kanunun cürüm saydığı bir fiili açıkça öven veya savunan veya halkı kanuna itaatsizliğe tahrik eden veya halk içindeki farklı sınıflar arasında kini, umumun  emniyeti için tehlikeli olabilecek bir şekilde  tahrik eden kimse üç aydan bir yıla kadar hapis ve 50 Liradan ila 500 Liraya kadar ağır para cezasına mahkum olur.

Yukarıdaki fıkralarda yazılı suçları neşriyat vasıtası ile  işleyenlere verilecek cezalar bir misli artırılır.”

C. Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu

31. İlgili tarihte yürürlükte olan Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu hükümleri şu şekildedir:
Madde 112
“Hazırlık tahkikatı sırasında sanığın tutukevinde bulunduğu müddetçe ve en geç otuzar günlük süreler içerisinde tutukluluk halinin devamının gerekip gerekmeyeceği Cumhuriyet savcısının talebi üzerine sulh hakimi tarafından incelenir.

Tutukluluk halinin incelenmesi yukarıdaki fıkrada öngörülen süre içinde sanık tarafından da istenebilir.

Mahkeme, tutukevinde bulunan sanığın duruşmasında, tutukluluk halinin devamının gerekip gerekmeyeceğini her celse veya şartların gerçekleştiğinde celse arasında re’sen kararlaştırılır.”
Madde 219
Duruşma, hükme iştirak edeceklerin huzur ile ara vermeksizin cereyan eder.
…”
Madde 222
“Duruşmaya zaruret olmadıkça sekiz günden fazla ara verilemez. Tutuklu işlerde zaruret olsa dahi bu süre otuz günü geçemez.”

Madde 299
“Bu mahkemenin (Ağır Ceza Mahkemesi) karar ve emirlerine ilişkin itirazlar en yakın Ağır Ceza mahkemesi tarafından incelenir….”

KOMİSYON HUZURUNDA YAPILAN TAKİBAT

32. Bay Yağcı ve Bay Sargın Komisyon’a 6 Şubat 1990 tarihinde başvurmuştur. Yargılanmak üzere tutuklu kaldıkları süre (Sözleşmenin 5. Maddesinin, 3. Fıkrası) ve kendileri aleyhine yapılan cezai takibat (6. Maddenin 1. Fıkrası) konusunda şikayetçi olmuşlardır.

33. Komisyon 16419/90 ve 164/26/90 nolu başvuruların kabul edilebileceğini 10 Temmuz 1993’te ilan etmiştir. 30 Kasım 1993 tarihli  raporunda (31. Madde) anılan hükümlerin ihlal edildiğine ilişkin mütalaasını oybirliği ile bildirmiştir. Komisyonun mütalaasının tam metni bu kararın ekinde sunulmuştur.”

HÜKÜMET TARAFINDAN MAHKEMEYE YAPILAN NİHAİ SUNUMLAR

34. Hükümet, dilekçesinde Mahkemeden:

“Hem Mahkemenin görev yetkisi, hem de davanın Komisyon ve Mahkeme’de görüşülmesine ilişkin ön itirazlarının”

Alternatif olarak da … Sözleşmenin 5. Maddesinin 3. fıkrası ile 6. Maddesinin 1. fıkrasını ihlal edilmediğinin” kabulü isteminde bulunmuştur.

HUKUK AÇISINDAN

I.  Giriş Mütalaası

35. Hükümet, mevcut davaya ilişkin savunmalarının ancak Türkiye tarafından Mahkeme’nin zorunlu salahiyetinin tanındığının kısmen veya tamamen tanınması durumunda dikkate alınması gerektiğini bildirmiştir.

Loizidou – Türkiye davasında Hükümet, Sözleşme’nin 46. Maddesi uyarınca 22 Ocak 1990 tarihinde Türkiye tarafından yapılan bildirgenin, içerdiği yer itibarıyla salahiyet (ratione loci) sınırlamasının Mahkeme tarafından geçersiz sayılması durumunda, geçersiz olacağını iddia etmektedir. Mahkeme, 23 Mart 1995 tarihli kararında söz konusu sınırlamayı hükümsüz kabul ederek, anılan bildirgenin kendisine ilişkin yetkiyi kabul eden bir hüküm içerdiği görüşüne varmıştır (Seri A no. 310, s. …., 98. fıkra).

II. Hükümet’in Ön İtirazları

36. Ana sunumu olarak Hükümet zaman itibarıyla yetkisizlik (ratione temporis), iç hukuk yollarının tüketilmemesi ve mağduriyetin ortadan kalkması gerekçeleriyle davanın kabulüne ilişkin üç itiraz öne sürmüştür.

1. Zaman İtibarıyla Yetkisizlik

37. Hükümet 22 Ocak 1990 tarihinde Türkiye’nin ilgili tarih “sonrasında meydana gelen olaylara dayalı kararlar da dahil olmak üzere, olaylar ile ilgili başvurularda” Mahkemenin zorunlu yetkisini kabul etmiş olduğunu ve buradaki amacın Sözleşmenin 46. maddesi uyarınca sunulan bildirgenin sunum tarihinden önce meydana gelen olayların Mahkeme kapsamından çıkarılması olduğunu öne sürmüştür. Ayrıca, mevcut davada Mahkemenin zaman itibarıyla yetkisi, niteliği itibarıyla “22 Ocak 1990”   tarihi öncesinde meydana gelen olayların” devamı olduğundan Mahkeme’nin zaman itibarıyla yetkisinin dışında olduğunu savunmuştur.

38. Bay Yağcı ve Bay Sargın Mahkemenin Komisyon ile aynı şekilde, tutuklandıkları 16 Kasım 1987 tarihi itibarıyla davaya bakma yetkisine sahip olduğunu savunmuştur. Başka türlü bir hareketin Sözleşme’nin iki kurumu arasında farklı muameleye sebebiyet vereceğini belirtmişlerdir.

39. Komisyon Delegesi ise, Mahkemenin yetkisinin 22 Ocak 1990 tarihi itibarıyla geçerli olmasının kabul edilmesi halinde bile anılan tarihte başvuru sahiplerinin, iki yıl iki ayı aşkın bir süredir ceza davasında yargılanmak üzere tutuklu oldukları gerçeğinin dikkate alınması gerektiğini bildirmiştir.

40. Sözleşmenin 46. maddesi uyarınca Türkiye’nin sunmuş olduğu bildirgenin metni dikkate alınarak, Mahkeme 22 Ocak 1990 tarihinden önce meydana gelen olaylara ilişkin şikayetlerin görülemeyeceği ve zaman itibarıyla yetkisinin sadece anılan tarihten sonrasını kapsadığı görüşündedir. Ancak Sözleşmenin 5. Maddesinin 3. fıkrası ve 6. maddesinin 1. fıkrasına ilişkin şikayetler incelenirken, yukarıda belirtilen bildirgenin sunuluş tarihindeki yargılama durumu dikkate alınacaktır (bkz. 27 Haziran 1968 tarihli Neumeister – Avusturya kararı, A serisi No. 8, s. 38, Madde 7, ve 25 Temmuz 1987 tarihli Baggetta – İtalya davası, Seri A. No. 119, s. 32, Madde 20).

Bu sebeple Hükümet’in halihazırda mevcut durumların uzantısı olduğu durumlarda 22 Ocak 1990 sonrası olayların yetki dışında bulunduğu yolundaki savunması kabul edilemeyecektir. Anılan tarih itibarıyla Devletin fiil ve ihmallerinin  sadece Sözleşme’ye uygun olmakla kalmayıp, şüphesiz olarak aynı zamanda Sözleşme kurumlarının incelemesine tabidir.

2. İç Hukuk Yollarının Tüketilmemesi

41. Hükümet ayrıca – Komisyon huzurunda belirttiği üzere – başvuru sahiplerinin tutuklu kalmalarına ilişkin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından verilen kararların bozulmasına ilişkin olarak kendilerine Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 299. Maddesi uyarınca sağlanmış olan hakkı kullanmadıklarını iddia ederek, iç hukuk yollarının tüketilmediğini öne sürmüştür.

Ayrıca Sn. Yağcı ve Sn. Sargın’ın takibat sırasında, Anayasanın 19. Maddesinin 7. fıkrasında, tutuklanan kişilere makul bir süre içinde yargılanmayı isteme hakkını veren hükme başvurmadıklarını bildirmiştir.

Son olarak, kanunen veya kanunlara aykırı olarak tutuklanmış olan herkese beraat kararı verilmesi,  mahkemeye çıkarılmadan tahliye edilmesi veya hüküm giyip giymemesine bakılmaksızın zararlarını talep etme hakkını veren 7 Mayıs 1964 tarihli kanuna başvurmadıklarını bildirmiştir.

42. İtirazın birinci şıkkı ile ilgili olarak Mahkeme – Komisyon ile aynı şekilde – Hükümet tarafından belirtilen çözüm yolunun kuramda olduğu kadar, uygulamada da yeterli olması gerektiği görüşündedir (bakınız, 23 Kasım 1993 tarihli Navarra- Fransa  kararı, A Serisi, No. 273-B, s. 27, Madde 24 ilgili hükümleri). Ancak 1958 yılında Temyiz Mahkemesi iki kez, tutuklama kararlarının iptaline ilişkin başvuru hakkını veren, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun  299. Maddesinin tutukluluk halinin devamını öngören kararları kapsamadığını belirtmiştir. Hükümet bunun aksine bir emsal davası gösterememiştir.

43. Anayasanın 19. Maddesi ile ilgili olarak Mahkeme, Hükümet’in ne Komisyon huzurunda ne de  25 Ekim 1994 tarihli duruşmada anılan maddenin büyük ölçüde Sözleşmenin 5. Maddesi uyarınca tasarlandığına ilişkin bir itirazda bulunmadıklarını ve başvuru sahipleri tarafından Sözleşmenin 5. maddesinin Devlet Güvenlik Mahkemesinde üç kez gerekçe gösterilmiş olduğunu kaydetmiştir.
44. İtirazın son şıkkı ile ilgili olarak Mahkeme, 466 sayılı kanunun beraat kararı verilen tutukluların zararlarına ilişkin durumlara gönderme yaptığını, oysa  başvuru sahiplerinin şikayetlerinin yargılanmak üzere tutuklu kaldıkları sürelerinin uzunluğuna ilişkin olduğuna işaret etmektedir.  Ayrıca, makul bir süre içinde yargılanma veya soruşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakkı, tutukluluğa ilişkin tazminat isteme hakkı ile aynı değildir. Sözleşmenin 5. Maddesinin 3. paragrafı anılan birinci hakkı ve 5. Maddenin 3. paragrafı ikinci hakkı kapsamaktadır.  Sonuç olarak itiraz bu noktada dayanaktan yoksundur.

3. Mağduriyetin Ortadan Kalkması

45. Son olarak Hükümet 4 Mayıs 1990 tarihi sonrasında serbest bırakılmalarından sonra Bay Yağcı ve Bay Sargın’ın Sözleşme ihlalinden mağdur olduklarını talep etme haklarının ortadan kalktığını savunmuştur. İddia edilen gözaltı ve soruşturma sürelerinin uzunluğu bir şekilde telafi edilmiştir; Devlet Güvenlik Mahkemesi, başvuru sahiplerinin yargılanmasına dayanak teşkil eden ceza hükümlerinde lehte değişikliğe sebep olabilecek kapsamlı yasama reformunu dikkate almıştır; ve yukarıda anılan tarihte Bay Yağcı ve Bay Sargın’ın beraatı söz konusu soruşturmanın olası tek sonucu olarak görülmüştür.
46. Mahkeme itirazın Komisyon önünde yapılmadığını ve estopel olması nedeniyle itirazı reddettiğini belirtmiştir.

III. Sözleşmenin 5. Maddesinin 3. Fıkrasının İhlali İddiası:

47. Bay Yağcı ve Bay Sargın yargılanmak üzere gözaltında bulundukları süre hakkında şikayette bulunmuşlardır. Aşağıdaki hükmü öngören 5. Maddenin 3. fıkrasının ihlal edildiği görüşündedirler:
“Bu maddenin 1(c) fıkrasında açıklanan şartlara göre tutuklanan veya gözaltına alınan herkes … kendisinin makul bir süre içinde muhakeme edilmeye veya adli kovuşturma sırasında serbest bırakılmaya hakkı vardır. Salıverme, ilgilinin duruşmada hazır bulunmasını sağlayacak bir teminata bağlanabilir.”
48. Hükümet alternatif dahilinde bu görüşe itiraz etmiş, ancak anılan görüş Komisyon tarafından kabul edilmiştir.

A. Dikkate Alınması Gereken Süre

49. Bu kararın 40. paragrafında belirtilen sonuca ilişkin olarak Mahkeme, Mahkemenin zorunlu yetkisinin tanınmış olduğu bildirgenin sunuluş tarihi olan 22 Ocak 1990 tarihinden başvuranların şartlı olarak serbest bırakıldıkları 4 Mayıs 1990 tarihine kadar geçen üç ay ve on üç günlük bir süreyi dikkate alabilecektir (bakınız yukarıda Madde 23).  Ancak 22 Ocak 1990 tarihi sonrasında sürdürülen gözaltı durumlarının Sözleşme’nin  5. Maddesinin 3. Fıkrasınca doğrulanıp doğrulanmadığının değerlendirilmesi için Mahkeme, anılan tarihe kadar 16 Kasım 1987 tarihinde (bakınız paragraf 8)  gözaltına alınan başvuru sahiplerinin iki yıl iki ay süresince tutuklu kalmış olduklarını dikkate alacaktır.

B. Gözaltı Süresinin Makul Olması

50. Belli bir davada, yargılanmak üzere  bekleyen suçlanan bir şahsın gözaltı halinin makul bir süreyi aşmamasını sağlamak, öncelikli olarak ulusal yargı mercilerinin görevidir. Bu bağlamda, varsayılan masumiyet ilkesi, kişisel özgürlüklere saygı kuralından sapma ve serbest bırakılma başvurusunda bunların dikkate alınmaması hususlarını gözönünde bulundurarak, kamu yararına ilişkin gereklerin mevcut olup olmadığı konusundaki tüm  hususları incelemelidir. Mahkemenin, bu kararlarda verilen nedenler ve başvuru sahibi tarafından başvurularda belirtilen gerçekler bazında Sözleşmenin 5. Maddesinin 3. fıkrasının ihlal edilip edilmediği konusunda karar vermesi istenmektedir.   (bakınız diğer mercilerin yanı sıra 26 Haziran 1991 tarihli Letellier – Fransa kararı, Seri  A, No. 207, s. 18, 35).

Tutuklu şahsın bir suç işlemiş olmasına ilişkin makul şüphenin devamı, sürdürülen gözaltı halinin geçerliliği için bir zorunlu koşuldur, ancak belli bir sürenin aşılması durumunda bu yeterli olmamaktadır;  bu durumda Mahkeme, adli merciler tarafından öne sürülen gerekçelerin özgürlüğün kısıtlamasını haklı nedene dayandırıp dayandırmadığını incelemelidir (a.g.e.  ve bkz. Wemhoff – 27 Haziran 1968 tarihli Almanya kararı, A Serisi, No. 7, ss. 24-25, Fıkra 12, ve 16 Temmuz 1971 tarihli Ringeisen – Avusturya kararı, A Serisi, No. 13, s. 42, Fıkra 104). İlgili gerekçelerin “geçerli “ ve yeterli olması durumunda Mahkeme ayrıca ilgili ulusal mercilerin soruşturmanın yürütülmesi aşamasında “özel bir ihtimam” gösterip göstermediğini araştırmalıdır (bkz. 10 Kasım 1969 tarihli Matznetter – Avusturya davası, A Serisi, No. 10, s. 34, 12. Fıkra; 28 Mart 1990 tarihli ……… – Avusturya davası, A Serisi, No. 175, s. 16, 42. Fıkra; ve daha önce anılan Letellier – Fransa kararı, s. 18, 35. Fıkrası).

Mahkeme’nin zaman itibarıyla yetkisi kapsamındaki süre içinde Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi başvuru sahiplerinin gözaltı süresinin devamına ilişkin hususu, 8 Şubat ve 9 Mart 1990’da re’sen ve 6 Nisanda başvuru sahiplerinin başvurusu üzerine üç kez görüşmüştür (Bkz. yukarıdaki 22. paragraf).

51. Bay Yağcı ve Bay Sargın’ın serbest bırakılmasının reddedilme gerekçesi olarak suçlamaların niteliğini (ciddi bir suç olarak sınıflandırılmış olup kanunen sanığın kaçma  ihtimaline ilişkin bir riskin mevcut olduğu varsayılmıştır), “delillerin durumu” ve 16 Kasım 1987 olan “yakalama tarihini” öne sürmüştür.

Hükümet’in sunumunda başvuru sahiplerinin, kaçmalarını engellemek için gerektiği kadar uzun bir süre gözaltında tutuldukları belirtilmiştir.

52. Mahkeme, bir sanığın kaçmasına ilişkin tehlikenin sadece söz konusu hükmün ciddiyeti bazında değerlendirilmeyeceğine işaret etmektedir. Bu aynı zamanda, bir kaçma tehlikesinin mevcudiyetini veya kaçma ihtimalinin yargılanmak üzere gözaltında tutulmayı haklı çıkarmayacak şekilde düşük olduğunu teyit eden başka ilgili etkenlere göre değerlendirilmelidir. (bkz., mutatis mutandis, önceden belirtilen Letellier – Fransa Kararı, s. 19, 43. Fıkra).

Bay Yağcı ve Bay Sargın kendi inisiyatiflerine dayanarak, Türkiye Birleşik Komünist Partisini kurmak üzere (bakınız yukarıdaki paragraf 7 ve 13) dönmüş olup, bu nedenle yargılanacaklarının bilincinde olmamaları imkansızdır.

Devlet Güvenlik Mahkemesinin gözaltı durumunu onaylayan emirlerinde, basmakalıp denmese de, hiç bir şekilde kaçmanın bir tehlike oluşturduğunu açıklamaksızın, hemen her zaman aynı ifadeler kullanılmıştır.

53. “Delillerin durumu“ ifadesi suça ilişkin ciddi göstergelerin mevcut olduğu ve devam ettiği şeklinde anlaşılmaktadır. Genel olarak bunların ilgili etkenler olmasına rağmen, mevcut davada bunlar şikayet konusu tutukluluğun devamını haklı çıkarmamaktadır. (bkz. 27 Kasım 1991 tarihli Kemache – Fransa kararı (No. 1 ve 2), A Serisi, No. 218, s. 24, 50. fıkra).

54. Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından ileri sürülen üçüncü neden olan başvuru sahiplerinin yakalanma tarihi de, herhangi bir toplam tutukluluk süresi tek başına Sözleşme kapsamında bir dayanak olmaksızın haklı çıkarılmayacağından dayanaktan yoksundur.

Bu hususlarda dikkate alınarak, Mahkeme başvuranların söz konusu süre içinde sürdürülen tutukluluk halinin 5. Maddenin 3. fıkrasını ihlal ettiğini kabul etmiştir.

55. Bu sonuç, adli mercilerin davayı nasıl yürüttüklerine ilişkin bir araştırmanın yapılmasını gereksiz kılmaktadır.

IV. Sözleşme’nin 6. Maddesi, 1. Fıkrasının İhlali İddiası

56. Bay Yağcı ve Bay Sargın ayrıca kendilerine karşı yapılan ceza soruşturmasının süresi konusunda da şikayette bulunmuşlardır. Bu hususta aşağıdaki hükmü öngören Sözleşme’nin 6. Maddesinin 1. Fıkrası gerekçe gösterilmektedir:
“Herkes …. cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan ….. bir Mahkeme tarafından ….. makul bir süre içinde görülmesini istemek hakkına sahiptir”

57. Hükümet bu görüşe alternatif dahilinde itiraz etmiş, ancak Komisyon tarafından kabul edilmiştir.

A. Dikkate Alınması Gereken Süre

58. Soruşturma, başvuru sahiplerinin yakalanarak, polis tarafından göz altına  alındıkları 1 Kasım 1987 tarihinde başlamış ve Hükümet tarafından iddia edildiği şekilde 141-143. Madde (12 Nisan 1991 tarihinde yürürlükten kalkmıştır – bakınız yukarıdaki paragraf 23, 25 ve 27) kapsamındaki ve Ceza kanununun 311 ve 312. Maddelerindeki suçlardan beraat ettikleri 9 Ekim 1991 tarihinde değil, Ankara İkinci Ağır Ceza Mahkemesinin 9 Temmuz tarihli kararı ile başvuranların diğer suçlardan beraatının kesinleştiği 16 Temmuz 1992 tarihinde sona ermiştir.
Ancak, bu kararın 40. paragrafında ulaşılan sonuç dikkate alındığında, Mahkeme sadece Türkiye’nin Mahkeme’nin  zorunlu yetkisinin kabul edildiğini bildiren bildirgesinin sunuluş tarihi olan 22 Ocak 1990  ile 16 Temmuz 1992 tarihleri arasında geçen iki yıl, beş ay ve on sekiz günlük süreyi dikkate alabilecektir. Bununla birlikte, söz konusu tarihte soruşturmanın halihazırda iki yılı aşkın bir süredir devam ettiği dikkate alınmalıdır.

B. Soruşturma Süresinin Makul Olması

59. Soruşturmanın süresinin makul olması, başta davanın karmaşıklığı, başvuru sahibinin ve ilgili mercilerin tutumu olmak üzere Mahkeme’nin emsal kararında belirtilen ölçütler dikkate alınarak değerlendirilmelidir (bkz., diğer örneklerin yanı sıra, daha önce belirtilen Kemmacche – Fransa kararı  (no. 1 ve 2), s. 27, 60. Fıkra).

1. Davanın Karmaşıklığı

60. Hükümet, çok sayıda avukat tarafından savunulan on altı sanık ile ilgili delillerin kırk dosyada bulunması sebebiyle davanın oldukça karmaşık olduğunu öne sürmüştür. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi bu dosyaları önceden incelemekle kalmayıp, savunmanın gözlemlerini yapmasını sağlamak üzere Bay Yağcı ve Bay Sargın’ın avukatlarının istekleri doğrultusunda duruşmalarda da okumak zorunda kalmıştır. Bu istemin göz ardı edilmesi Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu’nun 250 Maddesi kapsamında kararın iptaline yol açabilecektir.

61. Başvuru sahipleri, iddia makamının belgelerin hangi suçlamalara delil teşkil ettiğine ilişkin bir açıklama yapmadığından dosya içeriğindeki belgelerin okunmasını istediklerini belirtmişlerdir.  Ayrıca, belge sayısı da dikkate alınarak Bay Sargın mahkemenin hızlandırılması için avukatının savcılık temsilcisi ile birlikte bu belgelerden bir ön eleme yapmasını Mahkemeye önermiş; bu talep mahkeme tarafından reddedilmiştir. Problemin sadece ilgili tarihte kurulması istenen partinin kanunlara aykırı olup olmadığının tespiti ile ilgili olması nedeniyle dava karmaşık değildir. Bu soruşturmanın tamamlanması için üç ay yeterli olabilecektir. Çok sayıda avukatın katılımı siyasi davalara karşı bir protesto olarak yorumlanmalıdır.
62. Komisyon Delegesinin kanaatına göre, davanın karmaşık olduğu kabul edilse bile, başvuranların hedeflerini hiç bir zaman inkar etmemesi ve dosyanın bunların siyasi faaliyetlerine ilişkin belgeleri içermesi sebebiyle Devlet Güvenlik Mahkemesinin olayları tespit etmesi kolaylaştırılmıştır.

63. Mahkeme 22 Ocak 1990 tarihi itibarıyla Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin yirmi duruşma yaptığını ve bunlardan on altısının tamamen delillerin okunmasına ayrıldığına işaret etmektedir. Doküman adedi de dikkate alındığında, bu sürecin karmaşık olduğu düşünülemez.

2. Başvuranların Tutumu

64. Hükümet, başvuranların avukatlarını, alınmış olan güvenlik önlemlerini protesto etmek üzere birkaç kez duruşma salonundan ayrılarak ve dosyadaki delillere dair görüşlerinin sunulmasına ilişkin süreye uymayarak soruşturmanın uzamasına neden oldukları için eleştirmiştir. Hükümet ayrıca, mahkemenin ertelenmesine ilişkin 11 Temmuz 1990 tarihli başvurunun (bkz. yukarıdaki 24. paragraf) ve çeşitli dokümanların sunulmasının oyalama taktikleri olduğunu savunmuştur.

65. Başvuranlar ilgili mahkemeler ile devamlı işbirliği içinde olduklarını bildirmişlerdir.

66. Mahkeme, 6. Maddenin cezai suç ile suçlanan bir şahsın adli merciler ile etkin bir şekilde işbirliği içinde olmasını gerektirmediğini yinelemektedir (bkz. en son merci olarak, 25 Şubat 1993 tarihli Dobbertin – Fransa kararı, A Serisi, No. 256-D, s. 117, 43. fıkra). Mahkeme, Komisyon  ile aynı şekilde, Bay Yağcı ve Bay Sargın ile avukatlarının duruşmalardaki hareketlerinin engelleyici şekilde olmadığı görüşündedir. Tüm olaylarda, başvuru sahipleri savunmaları dahilinde ulusal kanunların kendilerine vermiş olduğu kaynaklardan tam olarak faydalanmış oldukları için suçlanamazlar. Duruşmalarda hazır bulunan çok sayıda avukat ve bunların güvenlik önlemlerine karşı olan tutumu soruşturmayı belli ölçüde yavaşlatmış olsa dahi bunlar tek başına ele alındıklarında söz konusu sürenin uzunluğunu açıklamak için yeterli etken değildir.

3. Adli Mercilerin Tutumu

67. Hükümet, adli mercilerin savunmanın haklarını herhangi bir şekilde ihlal etmeksizin davanın hızlı bir şekilde sonuca ulaştırılması için gayret gösterdiğini belirtmiştir.
68. Başvuranlar ise, tek hedeflerinin amacı sadece kendilerini yargılamak olan “toplu yargılama” uygulaması ile, iddia makamının polisteki gözetim, adli soruşturma ve takibata ilişkin süre konusunda özel kuralların uygulanmasını sağladığını savunmuşlardır. Ayrıca, ayda ortalama bir duruşma yapılması ile Devlet Güvenlik Mahkemesi zaruret teşkil eden haller haricinde davaların sekiz günden uzun bir süre boyunca kesintiye uğratılmasını engelleyen Ceza Muhakemeleri Usul Kanunun 222. maddesinin sistematik olarak göz ardı edildiğini belirtmişlerdir.

69. Mahkeme bu durumda Devlet Güvenlik Mahkemesindeki iddia makamının amaçları konusunda herhangi bir görüş bildirmeyecektir. Ancak, ilgili mahkemenin 22 Ocak 1990 ile 9 Temmuz 1992 tarihleri arasında sadece bir tanesi bir buçuk gün süren 20 duruşmayı düzenli aralıklarla (30 günden az)yürütmüş olduğuna işaret etmektedir.

Ayrıca, Ceza Kanunun 141-43. maddelerini yürürlükten kaldıran 12 Nisan 1991 tarihli Terörle Mücadele Yasasının yürürlüğe girmesi ile (yukarıdaki 25. paragrafa bakınız) Devlet Güvenlik Mahkemesi anılan hükümlere dayandırılan suçlamalar konusunda başvuru sahiplerinin beraatı için altı aya yakın bir süre beklemiştir.

70. Sonuç olarak dava konusu cezai takibat süresi altıncı maddenin 1. fıkrasını ihlal etmiştir.

V. Sözleşmenin 50. Maddesinin Uygulanması

71. Sözleşmenin 50. Maddesi uyarınca

“Mahkeme, bir Yüksek Sözleşme Tarafının yargı mercileri veya herhangi başka bir Resmi mercii tarafından verilmiş olan bir kararın veya alınmış olan bir tedbirin bu Sözleşmeden doğan yükümlülüklere tamamen veya kısmen aykırı düştüğü hükmüne varırsa ve eğer ilgili tarafın iç hukuku bu karar veya tedbirin sonuçlarını ancak kısmen gidermeye elverişli ise, Mahkeme kararında gerektiği takdirde zarar gören tarafa adil bir tazmin şeklinde hükmolunur.”

A. Zararlar

72. Bay Yağcı ve Bay Sargın ilk olarak tazminatın Avrupa Para Birimi cinsinden ve Türkiye tarafından ödemenin yapılacağı tarih dikkate alınarak hesaplanmasını talep etmiştir. Herhangi bir meblağ bildirmemişler ancak caydırıcı olması açısından meblağın yüksek tutulmasını talep etmişlerdir. Talepleri tutukluluk ve yargılama süresindeki mağduriyetleri, mesleklerini sürdürememeleri ve onurlarına sürülen lekeye dayandırılmıştır.

73. Hükümet, iç hukuk yollarının tüketilmemiş olduğu ve mağduriyet durumunun ortadan kalkmasına (bkz. Yukarıdaki paragraf 41 ve 45) dayalı ön itirazlarını yineleyerek taleplerin Mahkeme tarafından reddedilmesini talep etmiştir.

74. Komisyon delegesi bu konuda görüş bildirmemiştir.

75. Mahkeme, kendisinin zaman itibariyle yetkisinin söz konusu davada 22 Ocak 1990 tarihi itibariyle geçerli olduğunu yineleyerek ve duruma özgü şartları da dikkate alarak başvuru sahiplerini bu kararın 55. ve 70. paragraflarındaki ihlallere ilişkin tespitlerin tazmin edilemeyeceği manevi zararlara maruz kaldığı kanaatına varmıştır. Bu bağlamda kendilerine kişi başına 30.000 Fransız Frangı (FRF) tazminat tespit etmiştir.
Maddi zarar açısından sunulan delillerden maddi zarara sebebiyet verildiği tespit edilememiştir.

B. Masraf Ve Ücretler

76. Başvuru sahipleri toplamı FRF 38,000 tutarında olduğunu hesapladıkları Sözleşme kurumları nezdindeki her iki davada tahakkuk eden gider ve ücretlerin de kendilerine ödenmesini talep etmiştir. Vekalet ücreti konusunda ise, “benzer hizmetler için meslek bünyesinde uygulanan ücretlerin” uygulanması ile ilgili meblağın tespitini Mahkeme’nin tespitine bırakmıştır.
77. Bu hususta, Hükümet veya Komisyon tarafından herhangi bir görüş bildirilmemiştir.
78. İçtihatlara ve mevcut delillere dayanarak Mahkeme gider ve ücretlerin makul düzeyde olduğu kanaatına varmıştır. Vekalet ücretleri konusunda iki avukata eşit bazda olmak üzere FRF 30,000 tutarında bir meblağın ödenmesini kararlaştırmıştır.

C. Diğer Talepler

79. Başvuru sahipleri son olarak Mahkeme’den davalı Devletin Sözleşmeyi imzalarken kabul etmiş olduğu yükümlülükleri yerine getirmesinin talep edilmesini istemiştir. Türk hukukundaki ilgili eksiklikler konusunda çeşitli çözüm önerilerinde bulunmuşlardır.
İlk olarak, Devlet Güvenlik Mahkemesinin yetkisi dahilindeki suçlamalara ilişkin tutukluluk süresini sınırlandıran kanunun diğer hükümlerinin uygulanmasını yasaklayan 1 Aralık 1992 tarih ve 3842 sayılı yasanın 31. maddesinin yürürlükten kaldırılmasının gerekli olduğunu bildirmişlerdir.

İkinci olarak, davaların görülmesinin hızlandırılmasına ve makul yargılama süresinin aşılması halinde tazminat verilmesine ilişkin herhangi bir usulün bulunmadığını bildirmişlerdir.

Üçüncü olarak, başta akademik ve adli çevrelerde olmak üzere Sözleşmenin önemli hükümlerinin Strazburg kurumları tarafından yapılan yorumlarının bilinmesini sağlamak üzere Türkiye’nin daha büyük bir çaba içinde olması gerektiğini düşündüklerini bildirmişlerdir.

80. Bu hususta, Hükümet veya Komisyon tarafından herhangi bir görüş bildirilmemiştir.
81. Mahkeme Sözleşme’nin kendisine anılan türden bir istemi onaylama yetkisi vermediğine işaret etmektedir. Sözleşme hükümlerine uygunluk sağlanması ve Sözleşme’nin ihlaline sebebiyet veren durumların ortadan kaldırılmasına ilişkin olarak yerel hukuk sisteminde kullanılacak olan yöntemleri seçme yetkisinin devlete ait olduğunu hatırlatır. (bkz. mutatis mutandis, 19 Şubat 1991 tarihli Zanghi-İtalya Kararı, A Serisi, no. 194-C, S. 48, 26. fıkra ve 27 Ağustos 1991 tarihli Demicoli – Malta Kararı, A Serisi, no. 210, s. 19, 45. fıkra).

YUKARIDA BELİRTİLEN GEREKÇELERE DAYANARAK MAHKEME

1.  Zaman itibariyle yetkisizliğe ilişkin ön itirazın oy birliği ile reddine;
2. İç hukuk yollarının tüketilmediğine ilişkin itirazın oy birliği ile reddine;
3. Mağduriyet durumunun sona erdiğine dayanan itirazın oy birliği ile reddine;
4. Başvuru sahiplerinin tutukluluk süreleri ile ilgili olarak Sözleşme’nin 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edildiğine ilişkin talebin sekize karşı bir oy ile kabulüne;
5. Ceza davalarının süresi ile ilgili olarak Sözleşme’nin altıncı maddesinin 1. fıkrasının ihlal edildiğine ilişkin talebin sekize karşı bir oy ile kabulüne;
6. Manevi zararlar açısından üç ay içinde 30.000 (otuzbin) Fransız Frangının davalı Devlet tarafından başvuru sahiplerinden her birine ödenmesine ilişkin talebin sekize karşı bir oy ile kabulüne;
7. Giderler ve harcamalar için 38,000 (otuzsekizbin) Fransız Frangı ve vekalet ücretleri için 30,000 (otuz bin) Fransız Frangın üç ay içinde davalı Devlet tarafından müştereken iki başvuru sahibine ödenmesine ilişkin talebin oy birliği ile kabulüne;
8. Adil tazmin konusundaki diğer taleplerin oy birliği ile reddine;
ilişkin işbu kararı İngilizce ve Fransızca dillerinde olmak üzere, 8 Haziran 1995 tarihinde Strazburg’da bulunan İnsan Hakları Binası’ndaki halka açık oturumda sunulmuştur.

Rolv RYSSDAL
Başkan
Herbert PETZOLD
Sekreter

Sözleşme’nin 51. Maddesinin 2. fıkrası ve Mahkeme’nin A İçtüzüğünün 53. Maddesi 2. Fıkrası uyarınca Sn. Gölcüklü’nün bu karara ilişkin muhalefet şerhi ekte sunulmuştur.
R. R.
H. P.

HAKİM GÖLCÜKLÜ’NÜN MUHALEFET ŞERHİ

1. Sözleşme’nin 25 ve 46. maddeleri kapsamında sunulmuş olan Türkiye’nin bildirgesinin geçerliliğine ilişkin Loizidou – Türkiye davasında ifade ettiğim muhalefet şerhimi yinelerim.
2. 5. Madde, 3. fıkra. Türkiye, 22 Ocak 1990 tarihinde “bu tarih sonrasında meydana gelen olaylara dayalı kararları içeren  konular” hakkındaki Mahkemenin yetkisini tanımıştır; buradaki amaç Sözleşmenin 46. maddesi uyarınca sunulan bildirgenin sunum tarihinden önce meydana gelen olayların Mahkeme kapsamından çıkarılmasıdır. Mahkeme, “madde 46 uyarınca Türkiye tarafından sunulan bildirgenin metni dikkate alınarak Mahkeme’nin 22 Ocak 1990 tarihi öncesinde cereyan eden olaylara ilişkin şikayetleri göremeyeceği …… zaman itibariyle salahiyetinin bu tarih itibariyle olan süreyi kapsadığını” (40. paragraf) kabul etmektedir. Bu durum doğrudur ve Madde 46’nın açık şekilde ifade edilen metninden de doğru olduğu barizdir.
3. Ancak, Mahkeme  “… Sözleşme’nin 5. Maddesinin 3 fıkrası ve 6. maddesinin 1. fıkrasına ilişkin şikayetlerin incelenmesinde [Mahkeme] yukarıda anılan bildirgenin sunuluş tarihindeki davaların durumunu dikkate alacaktır.”  şeklinde görüş bildirmiştir.
4. Bu iddia bu davanın pratikte emsal teşkil etme bir başka deyişle görülmekte olan davaların esası üzerindeki etkisine ilişkin bir soruya sebebiyet vermektedir.
5. Türkiye tarafından bildirge 2 Ocak 1990 tarihinde sunulmuştur. 16 Kasım 1987 itibariyle tutuklu bulunan başvuru sahipleri ilk kez 29 Ağustos 1988 tarihinde yani özgürlüklerinin kısıtlanmasından dokuz ay on üç gün sonra (13. paragraf) serbest bırakılmalarına ilişkin bir başvuru da bulunmuşlardır; başvuru sahipleri 4 Mayıs 1990 tarihinde oldukça kısa bir süre sayılabilecek , Türkiye’nin Sözleşme’nin 46. maddesi uyarınca bildirgesini sunmasından sadece 3 ay , 11 gün sonra şartlı serbest bırakılmışlardır.

6. 6. Madde, 1. Fıkra, 11 Mart 1988 tarihinde Cumhuriyet Savcılığı başvuru sahipleri aleyhine iddianamesini sunmuştur;  yargılama 8 Haziran 1988 tarihinde başlatılmıştır. Dava dosyası oldukça yüklüdür. Sanıklar 400 avukat tarafından temsil edilmiştir “10-11. paragraflar”.

7. Başvuru sahiplerinin şartlı olarak serbest bırakılma tarihlerinde kendileri aleyhine yapılan suçlamalara dayanak teşkil eden kanunların yürürlükten kaldırılmasına ilişkin yasama değişiklikleri devam etmektedir. (23. paragraf)

Sn. Yağcı ve Sn. Sargın’ın yargılandıkları Türk Ceza Kanunun 141,142 ve 143 maddeleri yürürlükten kaldırılmış ve bunun sonucunda mahkeme 10 haziran 1991 tarihinde anılan hükümlere ilişkin dosyaların  okunmasını sona erdirmiş ve diğer suçlamalara ilişkin delillerin okunmasına başlamıştır. Bu süreç söz konusu Türkiye Bildirgesinin sunuluş tarihi itibariyle bir yıl, dört ay, on sekiz gün sonra 10 Temmuz 1991 tarihinde sona ermiştir. Bu tarih itibariyle, yapılan işlemler sadece formaliteden ibaret olduğundan takibatın gerçekte bu tarihte sona erdiği kabul edilmelidir. Ve başvuru sahiplerinin yargılanması ile ilgili tüm işlemler 9 Temmuz 1992 tarihinde sona ermiştir. Takibatın daha sonraki bir tarihte sona erdiği düşünülse dahi yargılama toplam olarak Madde 46 kapsamında Türkiye’nin bildirgesinin sunuluş tarihinden sonra 2 yıl 5 ay ve 17 gün sürmüş olup bu da kanaatımca anılan çapta bir dava için uzun bir süre değildir.

8. 11 Temmuz 1990 tarihinde başvuru sahiplerinin bizzat Türkiye Komünist Partisinin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesinin sonucunun beklenmesi gerekçesiyle mahkemenin ertelenmesini talep ettikleri dikkate alınmalıdır. (24. paragraf)
9. Sözleşme’nin özüne uygun ve tutarlı olduğu kabul edilse dahi mahkemenin 5. maddenin 3. fıkrası ve 6. maddenin 1. fıkrası amacına yönelik olarak makul olma ölçüsünü değerlendirirken Türkiye tarafından sunulan bildirgenin öncesindeki dönemin dikkate alınmasına ilişkin içtihat kararı kanaatımca sadece ölçekleri gösteren ibrenin  “makul” ile “makul olmama” durumunu birbirinden ayıran sınırda olduğu durumları etkileyecektir.
10. Süre sınırlamalarına ilişkin 5. ve 46. maddelerin hükümlerinin birbirinden tamamen ve komple bağımsız olduğu ve bir devletin Mahkeme’nin salahiyetini tanımaksızın kişisel başvuru hakkını tanımasını mümkün olacağı gerçeği akılda tutulmalıdır.
11. Mevcut davada başvuru sahiplerinin üç ay ve on bir gün (5. Maddenin 3. fıkrası) sonrasında şartlı olarak serbest bırakılması ve Madde 46 uyarınca Türkiye tarafından bildirgenin sunulmasından bir yıl dört ay ve on sekiz gün (veya tercih edilmesi halinde iki yıl beş ay on yedi gün) sonrasında yargılamanın sona ermesi ile oluşturulan hatlar, mahkemenin yürütüldüğü şartlar dikkate alındığında “makul” ile “makul olmama” arasındaki sınır olarak değerlendirilemeyecektir. Bunun aksine olan her türlü yaklaşım zaman itibariyle salahiyet sınırlamalarına ilişkin 25. ve 46. madde hükümlerinin, bu maddelerin uygulanması konusunda kabulü mümkün olmayacak şekilde bir karışıklığa neden olacaktır.
12. “Tekamül ve müterraki” değerlendirme yöntemlerinden herhangi birinin uygulanması veya sözleşme’nin “faydalı” bir şekilde uygulanmasına ilişkin ilkenin uygulanması ile, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin zaman itibarıyla salahiyet yetkisine ilişkin 46. Maddemim yürütülmeyecek şekilde veya  varlığını inkar edecek şekilde değiştirme hakkına sahip olmadığı görüşündeyim.
13. Bu nedenle çoğunluğun kanaatına muhalif olarak Türkiye’nin sözleşme’nin 5. Maddesinin 3. fıkrası veya 6. Maddesinin 1. fıkrasını ihlal etmediği kanaatındayım.
İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
MANSUR/Türkiye Davası

(14/1994/461/542)
Strazburg
8 Haziran 1995
USULİ İŞLEMLER

1. Dava, Sözleşme’nin 32. Maddesi’nin 1. Fıkrası ve 47. Maddesinde öngörülen üç aylık süre içinde, 15 Nisan 1994 tarihinde  Avrupa İnsan Hakları Komisyonu (“Komisyon”) tarafından Mahkememize sunulmuştur.  Türk vatandaşı olan  Bay Sadi Mansur tarafından 23 Kasım 1989 tarihinde Madde 25 kapsamında Türkiye Cumhuriyeti aleyhine Komisyon’a sunulmuş olan bir başvuruya (No. 16026/90) dayanmaktadır.

Komisyon’un talebi 44. ve 48. maddeler ile Türkiye’nin Mahkemenin zorunlu yetkisini tanıdığı bildirgeye (Madde 46) ilişkindir. Talebin amacı davaya ilişkin gerçeklerin, davalı Devlet tarafından  Sözleşme’nin 5. maddesinin 3. fıkrası ve  6. maddesinin 1. fıkrası kapsamındaki yükümlülüklerin ihlal edilip edilmediğine ilişkin bir kararın verilmesidir.

2. Mahkeme A İçtüzüğünün 33. Maddesinin 3(d) Fıkrası uyarınca yapılmış olan soruşturmaya cevaben başvuran, adli takibata katılmak istediğini ve kendisini temsil edecek avukatı vekil tayin ettiğini bildirmiştir (Madde 30).

3. Oluşturulan Heyet, res’en seçilmiş bulunan Türk uyruklu Bay F. Gölcüklü (Sözleşme’nin 43. Maddesi) ile Mahkeme Başkanı Bay R. Ryssdal’ın (21. Madde, 3. Fıkra) katılımını da içermiştir. Mahkeme başkanı 26 Nisan 1994 tarihinde sekreterin huzurunda ismen Bay R. Bernhardt, Bay R. MacDonald, Bay I. Foighel, Bay G. Mifsud Bonnici, Bay J. Makarczyk,  Bay D. Gotchev, Bay P. Jambrek olmak üzere, diğer yedi hakimin adını kura ile belirlemiştir (Sözleşmenin 43. Maddesi ve 21. Maddenin 4. fıkrası uyarınca).

4. Heyetin Başkanı sıfatıyla (İçtüzük 21. Madde, 5. Fıkra) ve Sekreter aracılığıyla hareket eden Bay Ryssdal, Türk hükümeti (“Hükümet”) temsilcisinin, başvuranın avukatının ve Komisyon Delegesinin yazılı prosedürün organizasyonu hakkındaki görüşlerini bildirmelerini istemiştir (37. Madde, 1. Fıkra ve 38. Madde).   Bunun sonucunda gönderilen talebe ilişkin olarak Sekreter muhatap Hükümetin görüşlerini sırasıyla 1 ve 5 Ağustos 1994 tarihlerinde almıştır. Komisyon Delegesi herhangi bir yazılı mütalaa sunmamıştır.

5. 10 Kasım 1994 tarihinde Komisyon, Başkan’ın talimatı üzerine Sekreter tarafından istenmiş olan takibata ilişkin dosyayı sunmuştur.

6. Başkanın kararına uygun olarak  duruşma 22 Kasım 1994 tarihinde Strazburg İnsan Hakları Mahkemesinde gerçekleştirilmiştir. Mahkeme duruşma öncesinde bir hazırlık toplantısı yapmıştır.
Mahkeme huzurunda hazır bulunanlar:

(a) Hükümet adına

Bay A. M. Özman
Bayan D. Akçay
Yetkili Ajan,
Danışman;
(b) Komisyon adına

Bay H. Schermers,
Delege;
(c)  Başvuran adına

Bay T. Akıllıoğlu  Avukat.

Mahkeme Bay Özmen, Bayan Akçay, Bayan Schermers ve Bay Akıllıoğlu’nun beyanlarını ve Bay Akıllıoğlu’nun sorulara olan cevaplarını dinlemiştir.

Hükümet cevabını yazılı olarak 12 Aralık 1994 tarihinde göndermiştir.

DAVA ESASLARI

I. Dava Konusu Olaylar

7. İran uyruklu olan Bay Mansur, 5 Mayıs 1989’da Türk vatandaşlığına geçmiştir.

8. 12 Haziran 1981 tarihinde Selanik Temyiz Mahkemesi (Yunanistan) tarafından Yunanistan ile Türkiye arasında uyuşturucu kaçakçılığı yapmak suçunda dört yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.

A. Cezai Takibat

9. Üç yıl sonra, aynı olaylar ile ilgili olarak başvuran aleyhine Edirne’de (Türkiye) iki ceza davası açılmıştır. Yargılama, Edirne İkinci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından dava konusu olayın aynı olduğunun fark edildiği 6 Mayıs 1987 yılına kadar eşzamanlı olarak yürütülmüş ve  Birinci Ağır Ceza Mahkemesi lehine görevsizlik kararı vermiştir (bkz. aşağıdaki 14. ve 27. paragraflar).

1. Edirne Birinci Ağır Ceza Mahkemesinde yürütülen yargılama

10. 18 Nisan 1984 tarihinde Yunanistan’da verilen mahkumiyet kararını müteakiben açılan hazırlık soruşturması sonrasında, İpsala savcılığı Bay Mansur’u ve iddia edilen suç ortağını, uyuşturucu kaçakçılığı suçlaması ile yargılanmak üzere Edirne Birinci Ağır Ceza Mahkemesine (birinci mahkeme) sevk etmiştir

11. 1 Mayıs 1984 tarihinde anılan mahkeme Yunanistan yetkililerinden iki davalı ile ilgili olarak açılan ceza dosyasının evraklarını (ifade tutanakları, karar ve el  konan maddelere ilişkin laboratuar raporu) istemiştir.
4 Ekim 1984 tarihinde Yunanistan Adalet Bakanlığı, istenmiş olan evrakların 20 Haziran ve 23 Kasım 1982 tarihlerinde olmak üzere, Atina’daki Türk Büyükelçiliği aracılığıyla gönderilmiş olduğunu bildirmiştir.
12. Bunun üzerine  birinci mahkeme 27 Kasım 1985 tarihinde Yunanistan’da el konan maddeler için bir bilirkişi görüşünün alınmasını emretmiştir. 7 Şubat 1986 tarihinde Adli Tıp Kurumu, sadece dava dosyası bazında olmak üzere numunede eroin bulunduğu sonucuna varılan  raporunu sunmuştur.

13. 31 Mart ve 21 Kasım 1986 tarihlerinde Mahkeme, evrakların sunulmasına ilişkin istemi ile ilgili olarak hangi işlemin uygulandığını sormuştur.

14. 1 Mayıs 1987 tarihli bir duruşmada, Edirne İkinci Ağır Ceza Mahkemesinin başvuran ile ilgili olarak aynı olaydan kaynaklanan başka bir davaya baktığı öğrenilmiştir. Bunun üzerine iki davanın birleştirilmesini talep etmiş ve 6 Mayıs tarihinde bu istek yerine getirilmiştir (bkz. yukarıdaki 9 ve 27. paragraflar)

Ayrıca, Yunan Mahkemesi tarafından sadece A. D. ile ilgili olarak verilen cevap dikkate alınarak, birinci mahkeme Yunanistan’da Bay Mansur’un arabasında bulunan uyuşturucu türlerinden her biri için ayrıntılı bilgi istemiştir.

15. 12 Nisan 1988 tarihinde birinci mahkeme, 28 Ekim 1987 tarihinde Yunan adli mercileri tarafından hazırlanmış olan bir sayfalık bilirkişi görüşünün Türkçe’ye çevrilmesini Ankara Ağır Ceza Mahkemesinden istemiş; ve istemini 19 Temmuz 1988 tarihinde yinelemiştir.

16. Ankara Birinci Ağır Ceza Mahkemesi, bir yeminli tercüman bulamamış ve ilgili belgeyi 7 Kasım 1988 tarihinde geri göndermiştir.

17. 11 Kasım 1988 tarihinde, birinci mahkeme, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesinden aynı istemde bulunmuş, ancak Ankara’daki mahkeme tarafından belirtilen aynı nedenle bu mahkemede istemi yerine getirememiştir.

18. 15 Haziran 1989 tarihinde yapılan duruşmada raporun tercümesi Bay Mansur tarafından sunulmuştur. Raporda sadece Bay Mansur’un bir uyuşturucu müptelası olmadığının belirtildiği anlaşılması üzerine mahkeme bir kez daha Yunanistan’da ele geçirilen uyuşturucular ile ilgili bilirkişi raporu istemiştir.

19. 13 Temmuz 19990 tarihinde Türk Adalet Bakanlığı, söz konusu raporu birinci mahkemeye sunmuş ve bu mahkeme 19 Temmuz 1990 tarihinde, yine Ankara Ağır Ceza Mahkemesinden başarısızlık ile sonuçlanan  bir tercüme isteğinde bulunmuştur.

20. 19 Şubat 1991 tarihinde birinci mahkeme başvurana 30 yıl hapis cezası vermiştir. Kararında, Bay Mansur’un aynı olaylardan dolayı Yunanistan’da dört yıl hapis cezasına çarptırıldığına ve Yunanistan’da verilen karar, Adli Tıp Kurumunun gözlemleri ve  Bay Mansur’un itiraflarına dayanarak kendisi tarafından taşınan maddenin eroin olduğuna işaret edilmiştir.

21. 30 Nisan 1991 tarihinde Yargıtay Bay Mansur tarafından yapılan bir temyiz başvurusunu kanun gerekçesi ile reddetmiştir.

22. 21 Haziran 1991 tarihinde Türk Ceza Kanunu’nun 403. maddesinin 5 Haziran 1991 tarihli Kanun ile değiştirilmesi üzerine, birinci mahkeme 19 Şubat 1991 tarihinde verilen cezayı on yıla indirmiştir.

2. Edirne ikinci Ağır Ceza Mahkemesinde yürütülen yargılama

23. 12 Eylül 1984 tarihinde Yunan mercileri tarafından serbest bırakılması üzerine Bay Mansur Türkiye’ye dönmüştür. Türk vatandaşlığına geçmek üzere işlemleri başlatırken 1 Kasım 1984 tarihinde İstanbul’da Nüfus İdaresinde polis tarafından tevkif edilmiştir. Edirne Cumhuriyet Savcılığı’nın başvurusu üzerine 5 Kasım tarihinde düzenlenen bir müzekkere ile İpsala Sulh Mahkemesi tarafından yargılanmak üzere tutuklanmıştır.

Ertesi gün, anılan savcılık uyuşturucu kaçakçılığı suçlaması ile Edirne İkinci Ağır Ceza Mahkemesinde (ikinci mahkeme) ceza davası açmıştır.

24. 16 Kasım 1985 tarihinde mahkeme Yunan mercilerinden, başvuranın hüküm giymiş olduğu karar ile birlikte kimyasal madde ile ilgili laboratuar raporunun gönderilmesini istemiştir.

25. Evrakları 18 Haziran 1985 tarihinde Türk Adalet Bakanlığı aracılığıyla getirtilmiştir. 7 Ağustos 1985 tarihinde ikinci mahkeme evrakları tercüme edilmek üzere Ankara Ağır Ceza Mahkemesine göndermiştir. Tercüme 9 ekim 1985 tarihinde dosyaya sunulmuştur.

26. 25 Ekim 1985 tarihli duruşmada ikinci mahkeme, alınan raporlar arasında laboratuar  raporunun bulunmadığını tespit etmiştir. Yinelenen bir istem üzerine Yunan mercileri istenmiş olan söz konusu evrakların iki kez Atina’daki Türk Büyükelçiliği aracılığıyla gönderilmiş olduğunu bildirmiştir. Bunun üzerine ikinci mahkeme,  Türk Adalet Bakanlığı’na başvurmuş ve 7 Ekim 1986 tarihinde rapor alınmıştır.

Bilirkişi raporunun tercümesinin temin edilmesine ilişkin istem üzerine, Ankara Ağır Ceza Mahkemesi zaten tercüme için gönderilmiş olduğunu bildirmiştir.

27. Başvuruların yapılmasından sonra, ikinci mahkeme başvuranın Edirne Birinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde de aynı olaylardan davasının devam ettiğini tespit etmiştir. 6 Mayıs 1987 tarihinde görevsizlik kararı ile davayı sonra anılan mahkemeye sevk etmiştir (bkz.  yukarıdaki 9. ve 14. paragraf).

B. Yargılanmak Üzere Tutukluluk Süresi

28. Bay Mansur’un tutululuk süresi 5 Kasım 1984 tarihinde başlamıştır (bkz. yukarıdaki paragraf). İpsala Sulh Mahkemesi, bu tutukluğun gerekçesi olarak başvuranın suçlandığı suçun niteliğini göstermiştir.

29. 6 Aralık 1984 tarihinde, ikinci mahkeme Bay Mansur’un anılan kararın bozulmasına ilişkin başvurusunu reddetmiştir.

30. Daha sonra aşağıdaki gerekçeler ile mahkeme, başvuranın tutukluluk halinin devamına karar vermiştir:

(a) 17 Aralık 1984, 5 Şubat ve 10 Nisan 1985 tarihlerinde “yapılan suçlamanın niteliği ve dosya içeriği” gerekçesiyle ve

(b) 7 Haziran 1985 ile 22 Nisan 1987 tarihleri arasında yapılan yirmi beş duruşmada ise ya herhangi bir gerekçe göstermeksizin ya da “tutuklama müzekkeresinde belirtilen nedenlerin geçerliliğini koruduğu” gerekçesiyle.
31. İkinci mahkemenin görevsizlik kararı vermesi üzerine birinci mahkeme, aşağıdaki şekilde başvuranın tutukluluk halinin devamına karar vermiştir:

(a) 12 Mayıs 1987 ile 2 Ağustos 1988 tarihleri arasında yapılan on yedi duruşmada herhangi bir kesin gerekçe göstermeksizin ve
(b) 29 Ağustos, 28 Eylül ve 2 Kasım 1988 tarihlerinde “davalıya karşı yapılan suçlamanın niteliği” gerekçesi ile
(c) 30 Kasım 1988 tarihinde kesin bir gerekçe göstermeksizin,
(d) 23 Aralık 1988 tarihi ile 26 Haziran 1990 tarihleri arasında yapılan on dokuz duruşmada “suçun niteliği” ve/veya “delil durumu” ve bir kez daha gerekçe göstermeksizin,
(e) 25 Temmuz 1990 tarihinde herhangi bir gerekçe göstermeksizin ve
(f) 11 Eylül ve 9 Ekim 1990 tarihlerinde “suçun niteliği” gerekçesi ile.

32. 24 Kasım 1987 tarihinde Bay Mansur tarafından Mahkeme Başkanı’na, iki yılı Türk ile Yunan adli mercileri arasında yapılan yazışmalar için olmak üzere, üç yılı aşkın bir süredir tutuklu olduğunu ve özellikle aynı olaydan dolayı Yunanistan’da dört yıl hapis yatmış olduğunu belirtmiştir. Yargılamanın bir an önce sonuçlandırılmasını talep etmiştir.

Mahkeme bu talebe cevap vermemiştir.

33. Bay Mansur 1 Temmuz 1991 tarihinde serbest bırakılmıştır.

II. İlgili İç Hukuk

A. Anayasa

34. Anayasanın 19. maddesinin 7. fıkrası şu şekildedir:
“Her ne sebeple olursa olsun, hürriyeti kısıtlanan kişi, kısa sürede durumu hakkında karar verilmesini ve bu kısıtlamanın kanuna aykırılığı halinde hemen serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla yetkili bir yargı merciine başvurma hakkına sahiptir.”

B. Ceza Kanunu

35. İlgili tarihte yürürlükte olan haliyle, Ceza Kanunu’nun 403. Maddesi şu şekildedir:
“Uyuşturucu maddeleri ruhsatsız veya ruhsata aykırı olarak imal, ithal veya ihraç edenlere …. on yıldan aşağı olmamak üzere ağır hapis cezası verilir.

Yukarıdaki fıkralarda gösterilen uyuşturucu madde eroin, kokain, baz morfin veya haşhaş ise, fail hakkında verilecek ceza azami müebbet hapis cezası olacaktır.”

5 Haziran 1991 tarihli 3756 Sayılı Kanun bu hükmü değiştirmiş, yüksek derecede zehirleyici maddelerin ihracını düzenleme suçu için öngörülen müebbet hapis cezasını, yurtdışında hapis yatılan sürelerin cezadan indirilmesini mümkün kılarak, on sekiz yıl ağır hapis cezasına çevirmiştir.

KOMİSYON HUZURUNDAKİ TAKİBAT

36. Bay Mansur Komisyon’a 23 Kasım 1989 tarihinde başvurmuştur. Yargılanmak üzere tutuklu kaldığı süre (Sözleşmenin 5. Maddesinin 3. Fıkrası) ve aleyhinde açılan ceza davası (6. Maddenin, 1. Fıkrası) konusunda şikayetçi olmuştur.
37. Komisyon başvurunun (no. 16026/90) kabul edildiğini 23 Kasım 1989 tarihinde ilan etmiştir. 28 Şubat 1994 tarihli raporunda (31. Madde) anılan iki hükmün ihlal edildiğine ilişkin mütalaasını oybirliği ile bildirmiştir. Komisyonun mütalaasının tam metni bu kararın ekinde sunulmuştur.”

HÜKÜMET TARAFINDAN MAHKEMEYE YAPILAN NİHAİ SUNUMLAR

38.  Hükümet dilekçesinde Mahkeme’den sunmuş oldukları ön itirazlarının kabulünü veya alternatif olarak Sözleşmenin 5. Maddenin 3. fıkrası veya 6. Maddenin 1. fıkrasının ihlal edilmediğinin kabulünü talep etmiştir.

HUKUK AÇISINDAN

I. Giriş Mütalaası

39. Hükümet, mevcut davaya ilişkin savunmalarının ancak Türkiye tarafından Mahkeme’nin zorunlu yetkisinin tanındığının kısmen veya tamamen tanınması durumunda dikkate alınması gerektiğini bildirmiştir.

Loizidou – Türkiye davasında Hükümet, Sözleşme’nin 46. Maddesi uyarınca 22 Ocak 1990 tarihinde Türkiye tarafından yapılan bildirgenin içerdiği yer itibarıyla yetki (ratione loci) sınırlamasının Mahkeme tarafından geçersiz sayılması durumunda, anılan bildirgenin de geçersiz olacağını iddia etmektedir. Mahkeme, 23 Mart 1995 tarihli kararında söz konusu sınırlamayı hükümsüz kabul ederek, anılan bildirgenin Mahkemenin yetkisinin tanınmasına ilişkin geçerli bir kabul içerdiği kararına varmıştır. (Seri A no. 310, s. 32, 98. paragraf).

II. Hükümet’in Ön İtirazları

40. Ana sunumu olarak Hükümet, zaman itibarıyla yetkisizlik, iç hukuk yollarının tüketilmediği ve mağduriyetin ortadan kalkması gerekçeleriyle davanın kabulüne ilişkin üç itiraz öne sürmüştür.

1. Zaman itibarıyla yetkisizlik

41. Hükümet 22 Ocak 1990 tarihinde, Türkiye’nin ilgili tarih “sonrasında meydana gelen olaylara dayalı kararlar da dahil olmak üzere, olaylar ile ilgili başvurularda” Mahkemenin zorunlu yetkisini kabul etmiş olduğunu ve buradaki amacın Sözleşmenin 46. maddesi uyarınca sunulan bildirgenin sunum tarihinden önce meydana gelen olayların Mahkeme kapsamından çıkarılması olduğunu öne sürmüştür. Ayrıca, mevcut davada Mahkemenin zaman itibarıyla yetkisi, niteliği itibarıyla “22 Ocak 1990” tarihi öncesinde meydana gelen olayların” devamı olduğundan Mahkeme’nin zaman itibarıyla yetkisinin dışında olduğunu savunmuştur.

42. Komisyon Delegesi ise, Mahkeme’nin bireysel başvuru hakkının tanınmış olduğu 28 Ocak 1987 tarihi itibarıyla davanın görülmesi konusunda yetkiye sahip olduğunu savunmuştur.

43. Bay Mansur bu görüşe katılmıştır.

44. Sözleşmenin 46. maddesi uyarınca Türkiye’nin sunmuş olduğu bildirgenin metni dikkate alınarak, Mahkeme 22 Ocak 1990 tarihinden önce meydana gelen olaylara ilişkin şikayetlerin görülemeyeceği ve zaman itibarıyla yetkinin sadece anılan tarihten sonrasını kapsadığı görüşündedir. Ancak Başvuranların Sözleşmenin 5. Maddesinin 3. Fıkrası ve 6. Maddesinin 1. Fıkrasına ilişkin şikayetlere ilişkin olarak, yukarıda belirtilen bildirgenin sunuluş tarihindeki yargılama durumu dikkate alınacaktır. (diğer makamlar ve mutatis mutandis ile birlikte bkz. 27 haziran 1968 tarihli Neumeister – Avusturya kararı, A serisi No. 8, s. 38, Madde 7, ve 25 Temmuz 1987 tarihli Baggetta – İtalya davası, Seri A. No. 119, s. 32, Madde 20).

Bu sebeple Hükümet’in halihazırda mevcut durumların uzantısı olduğu hallerde 22 Ocak 1990 sonrası olayların yetki dışında bulunduğu yolundaki savunması kabul edilemeyecektir. Anılan tarih itibarıyla Devletin eylem ve ihmallerinin  sadece Sözleşme’ye uygun olmakla kalmayıp, şüphesiz olarak aynı zamanda Sözleşme kurumlarının incelemesine tabidir.

2. İç Hukuk Yollarının tüketilmediği

45. Hükümet ayrıca Bay Mansur’un takibat sırasında, Anayasanın 19. Maddesinin 7. Fıkrasında tutuklanan kişilere makul bir süre içinde yargılanmayı isteme hakkını veren hükme başvurmadığını (bkz. yukarıdaki 34. paragraf) iddia ederek, iç hukuk yollarının tüketilmediğini öne sürmüştür. Ayrıca, kanunen veya kanunlara aykırı olarak tutuklanmış olan herkese beraat kararı verilmesi,  mahkemeye çıkarılmadan tahliye edilmesi veya hüküm giyip giymemesine bakılmaksızın, zararlarını talep etme hakkını veren 7 Mayıs 1964 tarih ve 466 Sayılı kanuna başvurulmadığını bildirmiştir.

46. Komisyon Delegesi görüşü ile paralel olarak Mahkeme bu itirazın daha önceden davanın kabulü aşamasında öne sürülmediğine işaret etmektedir. Bu sebeple bir estopel mevcuttur.

3. Mağduriyetin ortadan kalkması

47. Son olarak Hükümet, 21 haziran 1991 tarihinde, 3756 Sayılı Kanunun (bkz. yukarıdaki 22. paragraf) yürürlüğe girmesinden sonra ceza süresinde önemli ölçüde bir indirim yapıldığını ve 1 Temmuz 1991 tarihinde serbest bırakılmış olması nedeniyle sözleşme ihlalinden mağdur olduğuna ilişkin talebinin geçerliliğini kaybettiğini öne sürmüştür.

48. Bu hususta da Mahkeme, anılan itirazın daha önceden Komisyon huzurunda dile getirilmediğini vurgulamaktadır. Bu nedenle estopel olmasından dolayı anılan itirazın reddi gerekmektedir.

III. Sözleşmenin 5. Maddesinin 3. Fıkrasının İhlali İddiası

49. Bay Mansur yargılanmak üzere tutuklu kaldığı süreye ilişkin şikayette bulunmuştur. Aşağıdaki hükmü öngören 5. Maddenin 3. fıkrasını ihlal ettiği görüşündedirler:

“Bu maddenin 1/c fıkrasında öngörülen koşullar uyarınca yakalanan veya tutuklu durumda bulunan herkes hemen bir yargıç veya  adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış diğer bir görevli önüne çıkarılır; kendisinin makul bir süre içinde yargılanmaya veya adli kovuşturma sırasında serbest bırakılmaya hakkı vardır. Salıverilme, ilgilinin duruşmada hazır bulunmasını sağlayacak bir teminata bağlanabilir.”

50. Hükümet bu iddiaya alternatifte karşı çıkmış, ancak Komisyon tarafından kabul edilmiştir.

A. Dikkate Alınması Gereken Süre

51. Bu kararın 40. paragrafında belirtilen sonuca ilişkin olarak Mahkeme, Mahkemenin zorunlu yetkisinin tanınmış olduğu bildirgenin sunuluş (22 Ocak 1990) tarihi ile Edirne Birinci Ağır Ceza Mahkemesi’nin karar tarihi (19 Şubat 1991) arasında geçen süre olan bir yıl, yirmisekiz günlük bir süreyi dikkate alabilecektir. Ancak 22 Ocak 1990 tarihi sonrasında sürdürülen tutukluluk hallerinin Sözleşme’nin  5. Maddesinin 3. Fıkrasınca doğrulanıp doğrulanmadığının değerlendirilmesi için Mahkeme, anılan tarihe kadar 5 Kasım 1984 tarihinde (bkz. paragraf 23) yakalanmış olan başvuranın yaklaşık beş yıl ve üç aylık bir süre boyunca tutuklu kalmış olduğunu dikkate alacaktır.

B. Tutukluluk Süresinin Makul Düzeyde Olması

52. Belli bir davada yargılanmak üzere  bekleyen, suçlanan bir şahsın tutukluluk halinin makul bir süreyi aşmamasını sağlamak, öncelikli olarak ulusal yargı mercilerinin görevidir. Bu bağlamda ulusal yargı mercileri, varsayılan masumiyet ilkesini gerekli ölçüde dikkate alarak, kişisel özgürlüğe saygı kuralından kamu yararı adına taviz gerektiren haklı bir gerekçenin mevcudiyetine ilişkin lehte ve aleyhteki esasların tümünü incelemeli ve serbest bırakılma başvurularına ilişkin kararlarında bunları tespit etmelidir. Mahkemeden, bu kararlarda gösterilen gerekçeler ve başvuran tarafından başvurularda belirtilen esaslar bazında Sözleşmenin 5. Maddesinin 3. Fıkrasının ihlal edilip edilmediği konusunda karar vermesi istenmektedir.   (bkz. diğer mercilerin yanı sıra 26 Haziran 1991 tarihli Letellier – Fransa kararı, Seri  A, No. 207, s. 18, 35).

Tutuklu şahsın bir suç işlemiş olmasına ilişkin makul şüphenin devamı, sürdürülen tutukluluk halinin geçerliliği için bir zorunlu koşuldur, ancak belli bir sürenin aşılması durumunda bu yeterli olmamaktadır;  Bu durumda Mahkeme, adli merciler tarafından öne sürülen gerekçelerin özgürlüğün kısıtlamasını haklı nedene dayandırıp dayandırmadığını incelemelidir (a.g.e. ve bkz. Wemhoff – 27 Haziran 1968 tarihli Almanya kararı, A Serisi, No. 7, ss. 24-25, Fıkra 12, ve 16 Temmuz 1971 tarihli Ringeisen – Avusturya kararı, A Serisi, No. 13, s. 42, Fıkra 104). İlgili gerekçelerin “geçerli” ve yeterli olması durumunda Mahkeme ayrıca ilgili ulusal mercilerin soruşturmanın yürütülmesi aşamasında “özel bir ihtimam” gösterip göstermediğini araştırmalıdır (bkz. 10 Kasım 1969 tarihli Matznetter – Avusturya davası, A Serisi, No. 10, s. 34, 12. Fıkra; 28 Mart 1990 tarihli ……… – Avusturya davası, A Serisi, No. 175, s. 16, 42. Fıkra; ve daha önce anılan Letellier – Fransa kararı, s. 18, 35. Fıkrası).

53. Mahkeme’nin zaman itibarıyla yetkisi kapsamındaki süre içinde Edirne Birinci Ağır Ceza Mahkemesi (“birinci mahkeme”) başvuranın tutukluluk süresinin devamına ilişkin hususu dokuz kez görüşmüştür.
Bay Mansur’un serbest bırakılmasının reddedilme gerekçesi olarak “suçlamaların niteliğini” ve “delil durumunu” öne sürmüş ve üç kez de kararı için bir gerekçe göstermemiştir.

Hükümet sanığın karşı karşıya olduğu ağır cezayı, kaçma ihtimalini veya delilleri yok etme ve hileli itilaf tehlikesini vurgulamıştır. Bay Mansur’un Türkiye’de herhangi bir sabit ikametinin mevcut olmadığını ve serbest bırakılmasından sonra adli mercilerin duruşma celplerine icabet etmeme veya sadece süresinin tespiti gereken cezasının infazından kaçama ihtimalini dile getirmiştir.

54. Başvuran söz konusu kararların mükerrer olduğundan şikayetçi olmuş ve daima Türkiye’de ikamet ettiğini ve İstanbul’daki Kapalı Çarşı’da bir tüccar olduğunu ve mahkemelerin kendisinin durumuna ilişkin gerçekleri göz ardı ettiğini bildirmiştir.

55. Mahkeme, bir sanığın kaçmasına ilişkin tehlikenin sadece söz konusu cezanın ağırlığı bazında değerlendirilmeyeceğine işaret etmektedir. Bu aynı zamanda, bir kaçma tehlikesinin mevcudiyetini teyit eden veya kaçma ihtimalinin yargılanmak üzere tutuklu tutulmayı haklı çıkarmayacak derecede düşük olduğunu ortaya koyan başka ilgili etkenlere göre değerlendirilmelidir. (bkz., mutatis mutandis, yukarıda anılan Letellier – Fransa Kararı, s. 19, 43. Fıkra).

Söz konusu davada, birinci mahkemenin tutukluluk halini teyit eden emirlerinde, kaçmaya ilişkin bir tehlikenin neden olduğuna ilişkin herhangi bir  açıklama yapılmaksızın, basma kalıp denmese de, hemen her zaman aynı kelimeler kullanılmıştır.

56. “Delil durumu“ ifadesi suça ilişkin ciddi göstergelerin mevcut olduğu ve devam ettiği şeklinde anlaşılmaktadır. Genel olarak ilgili etkenler olmasına rağmen, mevcut davada bunlar şikayet konusu tutukluluğun devamını haklı çıkarmamaktadır. (bkz. 27 Kasım 1991 tarihli Kemmache – Fransa kararı (No. 1 ve 2), A Serisi, No. 218, s. 24, 50. fıkra).

57. Bu hususlar da dikkate alınarak, Mahkeme başvuranın söz konusu süre içinde sürdürülen tutukluluk halinin 5. Maddenin 3. fıkrasını ihlal ettiğini kabul etmiştir.

Bu sonuç, adli mercilerin davayı nasıl yürüttüklerine ilişkin bir araştırmanın yapılmasını gereksiz kılmaktadır.

IV. Sözleşme’nin 6. Maddesi, 1. Fıkrasının İhlali İddiası

58. Bay Mansur ayrıca kendisine karşı yapılan ceza soruşturmasının süresi konusunda da şikayette bulunmuştur. Bu hususta aşağıdaki hükmü öngören Sözleşme’nin 6. Maddesinin 1. Fıkrası gerekçe gösterilmektedir:

“Herkes …. kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan …. bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde ….. görülmesini istemek hakkına sahiptir..”

59. Hükümet bu görüşe alternatif dahilinde itiraz etmiş, ancak Komisyon tarafından kabul edilmiştir.

A. Dikkate Alınması Gereken Süre

60. Takibat, başvuranın 18 Haziran 1984 tarihinde Edirne Birinci Ağır Ceza mahkemesine sevki ile başlamıştır.

Ancak, bu kararın 44. paragrafında ulaşılan sonuç dikkate alındığında, Mahkeme sadece Türkiye’nin Mahkeme’nin  zorunlu yetkisinin kabul edildiğini bildiren bildirgesinin sunuluş tarihi olan 22 Ocak 1990 ile birinci mahkemenin kararının İstinaf Mahkemesi tarafından onandığı 30 Nisan 1991 tarihleri arasında geçen bir yıl, üç ay ve sekiz günlük süreyi dikkate alabilecektir. Bununla birlikte, söz konusu tarihte takibatın halihazırda yedi yılı aşkın bir süredir devam ettiği dikkate alınmalıdır.

B. Takibatın Makul Bir Süre İle Sınırlı Olması

61. Takibatın makul bir süre ile sınırlı olması, başta davanın karmaşıklığı, başvuranın ve ilgili mercilerin tutumu olmak üzere Mahkeme’nin içtihadındaki ölçütler dikkate alınarak değerlendirilmelidir (bkz., diğerlerinin yanı sıra, yukarıda anılan Kemmacche – Fransa Kararı  (no. 1 ve 2), s. 27, 60. Fıkra).

1. Davanın Karmaşıklığı

62. Hükümet, kısmen ilgili uyuşturucu trafiği, özellikle de uyuşturucuların tür ve miktarı ile ilgili belli hususların açıklığa kavuşturulmasına ilişkin zorunluluk ve kısmen de Bay Mansur’un ceza dosyasından evrakların sağlanmasını geciktiren Yunan mercilerinin işbirliğinde bulunmaması sebebiyle karmaşık bir dava olduğunu öne sürmüştür.

63. Komisyon Delegesinin kanaatına göre, hükümet tarafından iddia edilen karmaşıklık, aynı şahıs ve aynı olaylar nedeniyle, dahası aynı şehirde olan iki farklı ağır  ceza mahkemesinde iki ayrı dava açan adli mercilerden kaynaklanmıştır.

64. Başvuranın iddiasına paralel olarak Mahkeme, Yunan mercilerinden istenmiş olan evrakların Atina’daki Türk Büyükelçiliği aracılığıyla gönderilmiş olduğunu (bkz. yukarıdaki 11. ve 26. paragraflar), ancak çeşitli Devlet daireleri arasındaki iletişim bozukluğu ve yeminli tercümanların bulunmaması nedeniyle bunların zamanında kullanımının mümkün olmadığı kanaatindedir. Ayrıca, 15 Haziran 1989 tarihinde Bay Mansur, kendisi ile ilgili belgelerden bir tanesinin Türkçe tercümesini kendisi temin etmiştir (bkz. yukarıdaki 18. paragraf). Edirne Birinci Ağır Ceza Mahkemesi Bay Mansur’u Selanik Temyiz Mahkemesinin kararı (bkz. yukarıdaki 8. paragraf), kendi ifadeleri ve Adli Tıp Kurumu raporuna (bkz. yukarıdaki 20. paragraf) dayanarak mahkum etmiştir.

Bu bağlamda, davanın karmaşık olduğu kabul edilemez.

2. Başvuranın tutumu

65. Mahkeme bu hususta, Hükümet tarafından duruşmanın herhangi bir aşamasında davalının tutumuna ilişkin herhangi bir eleştirinin getirilmediğine işaret etmekle yetinmektedir.

3. Adli mercilerin tutumu

66. Hükümet, davaya ilişkin işlemler konusundaki gecikmeler nedeniyle, adli mercilerin  eleştirilemeyeceğini belirtmiştir. Ülkesinin uyuşturucu trafiğinin engellenmesine ilişkin uluslararası sorumluluğunun bilincinde olarak, daha hızlı bir prosedür benimsemesinin mümkün olmadığını, bunun aksine kararı etkileyebilecek tüm hususları inceleme yükümlülüğünde olduğunu belirtmiştir. Ayrıca, Bay Mansur’un cezasının indirilmesini ve Yunanistan’da hapis yattığı sürenin düşülmesini gerektiren 5 Haziran 1991 tarihli yasama değişikliğinin uygulanması konusunda da birinci mahkemenin gecikmediğini öne sürmüştür. Bu nedenle başvuranın aynı yıl içinde 1 Temmuz tarihinde serbest bırakılabildiğini belirtmiştir.

67. Mahkeme uyuşturucu trafiğinin tehlikesinin ve bunun önlenmesine ilişkin etkin önlemlerin gerekli olduğunun bilincindedir, ancak bu davada Hükümet’in iddiasını kabul etmesi mümkün değildir.

68. Sözleşme’nin 6. Maddesinin 1. fıkrası, aleyhinde ceza davası açılan herkese söz konusu suçlama ile ilgili olarak makul bir süre içinde nihai kararın verilme hakkını sağlamaktadır (diğer mercilerin yanı sıra, bkz. 19 Şubat 1991 tarihli Adiletta ve diğerleri – İtalya  kararı, A Serisi, No. 197-E, s. 65, 17. paragraf). Mahkemelerin bu şartı yerine getirmesini sağlayacak hukuk sistemlerinin düzenlenmesi akit Devletlerin sorumluluğundadır (bkz., mutatis mutandis, 24 Mayıs 1991 tarihli Vocaturo – İtalya Kararı, A Serisi, No. 206-C, s. 32, 17. paragraf).

69. Mevcut davada, Edirne Birinci Ağır Ceza Mahkemesi, Yunanistan’da yakalanan maddelere ilişkin laboratuar raporunu 13 Temmuz 1990 tarihine kadar alamamıştır; altı gün sonra tercüme isteyen bir yazıyı Ankara Ağır Ceza Mahkemesine göndermiştir (bkz. 19. paragraf). Sonra, 19 Şubat 1991 tarihinde hala raporun bir tercümesi alınmadığından (bkz. yukarıdaki 20. ve 64. paragraflar) başvuranı diğer delillere dayanarak mahkum etmiştir.

Mahkeme, yargılamanın neden bu şekilde yürütüldüğünü, özellikle Edirne Birinci ve İkinci Ağır Ceza Mahkemelerinin her birinin rapor konusunda ve raporun alınması için davayı ertelemek konusunda neden ısrar ettiklerini anlamakta güçlük çekmektedir.

70. Sonuç olarak dava konusu ceza davası süresi altıncı maddenin 1. fıkrasını ihlal etmiştir.
V. Sözleşmenin 50. Maddesinin Uygulanması

71. Sözleşmenin 50. Maddesi uyarınca

“Mahkeme, bir Yüksek Sözleşme Tarafının yargı mercileri veya herhangi başka bir Resmi mercii tarafından verilmiş olan bir kararın veya alınmış olan bir tedbirin bu Sözleşmeden doğan yükümlülüklere tamamen veya kısmen aykırı düştüğü hükmüne varırsa ve eğer ilgili tarafın iç hukuku bu karar veya tedbirin sonuçlarını ancak kısmen gidermeye elverişli ise, Mahkeme kararında gerektiği takdirde zarar gören tarafa adil bir tazmin şeklinde hükmolunur.”

A. Zararlar

72. Bay Mansur maddi zarar için 850,000,000 Türk Lirası (TL) ve manevi tazminat için 500,000,000 TL tazminat talebinde bulunmuştur. Yargılama süresince mesleğini icra edemediğini ve tutukluluk altında bulunduğu kötü şartların sağlığı üzerinde kalıcı etkilere sebep olduğunu iddia etmiştir.

73. Hükümet, iç hukuk yollarının tüketilmemiş olduğu ve mağduriyet durumunun ortadan kalkmasına (bkz. Yukarıdaki paragraf 45 ve 47) dayalı ön itirazlarını yineleyerek, taleplerin Mahkeme tarafından reddedilmesini talep etmiştir.

74. Komisyon Delegesi, yargılanmak üzere tutuklu kaldığı toplam sürenin  cezasından indirilmiş olması nedeniyle başvuranın herhangi bir maddi zarara maruz kalmadığı yönünde görüş bildirmiştir. Manevi tazminat olarak 50,000 ile 60,000 Fransız Frangı (FRF) tutarında bir meblağın yeterli tazmin teşkil edeceğini belirtmiştir.

75. Mahkeme birinci hususa katılmaktadır. İkinci husus ile ilgili olarak manevi zarar için Bay Mansur’a ödenecek olan tazminatı 30,000 FRF olarak tespit emiştir.

B. Masraf Ve Ücretler

76. Başvuran ayrıca Türkiye’de ve Sözleşme kurumları nezdinde yapılan savunmasının karşılığı olarak toplam olarak 300,000,000 TL tutarında ödemiş olduğu avukatlık ücretinin de tazminini talep etmiştir.

77. Hükümet bu konuda bir görüş bildirmemiştir.

78. Komisyon Delegesi görüşü ile paralel olarak, Mahkeme Türk hukukunda yargılama süresinin uzunluğu açısından herhangi bir çözüm yolunun bulunmadığını ve bu bağlamda herhangi bir masrafın tahakkuk etmemiş olduğu; Sözleşme kurumları nezdinde tahakkuk etmiş olan giderler ile ilgili olarak makul tutarın 30,000 FRF olacağını ve yasal yardım için Avrupa Konseyi tarafından ödenmiş olan 14,106.50 FRF tutarının mahsup edilmesi gerektiği kanaatına varmıştır.
YUKARIDA BELİRTİLEN GEREKÇELERE DAYANARAK MAHKEME
1.  Zaman itibariyle yetki olmadığına ilişkin ön itirazın reddine;

2. İç hukuk yollarının tüketilmediğine ilişkin itirazın reddine;

3. Mağduriyet durumunun ortadan kalktığına ilişkin itirazın reddine;

4. Başvuranların tutukluluk süreleri ile ilgili olarak Sözleşme’nin 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edildiğine ilişkin talebin kabulüne;

5. Ceza davalarının süresi ile ilgili olarak Sözleşme’nin 6. maddesinin 1. fıkrasının ihlal edildiğine ilişkin talebin kabulüne;

6. Manevi zararlar açısından üç ay içinde 30.000 (otuzbin) Fransız Frangının ve masraf ve giderler için ise 14,106 (ondörtbinyüzaltı) frank mahsup edilmek üzere 30,000 (otuz bin) frangın davalı Devlet tarafından başvurana ödenmesine ilişkin talebin kabulüne;

7. Adil tazmin konusundaki diğer taleplerin oy birliği ile reddine;

ilişkin işbu kararı İngilizce ve Fransızca olmak üzere, 8 Haziran 1995 tarihinde Strazburg’da bulunan İnsan Hakları Binası’ndaki halka açık oturumda düzenlenmiştir.
Rolv RYSSDAL
Başkan

Herbert PETZOLD
Sekreter
İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
YAĞIZ/Türkiye Davası*

(62/1995/568/654)
Strazburg
7 Ağustos 1996

USULİ İŞLEMLER

1. Dava, Sözleşme’nin 32. Maddesi’nin 1. fıkrası ve 47. Maddesinde öngörülen üç aylık süre içinde, 10 Temmuz 1995 tarihinde  Avrupa İnsan Hakları Komisyonu (“Komisyon”) tarafından Mahkememize sunulmuştur.  Türk vatandaşı olan  Bay Yüksel Yağız tarafından 8 Ekim 1991 tarihinde Madde 25 kapsamında Türkiye Cumhuriyeti aleyhine Komisyon’a sunulmuş olan bir başvuruya (No. 19092/91) dayanmaktadır.

Komisyon’un talebi 44. ve 48. Maddeler ile Türkiye’nin Mahkemenin zorunlu yetkisini tanıdığı bildirgeye (Madde 46) ilişkindir. Talebin amacı davaya ilişkin gerçeklerin, davalı Devlet tarafından  Sözleşme’nin 3. Maddesi kapsamındaki yükümlülüklerin ihlal edilip edilmediğine ilişkin bir kararın verilmesidir.

2. Mahkeme A İçtüzüğünün 33. Maddesi, (d) Fıkrası uyarınca yapılmış olan soruşturmaya cevaben başvuran, adli takibata katılmak istediğini bildirmiş ve kendisini temsil edecek avukatları vekil tayin etmiş ve anılan Avukata Başkan tarafından Türkçe dilini kullanma yetkisi verilmiştir.

3. Oluşturulan Heyet res’en, seçilmiş bulunan Türk uyruklu Bay F. Gölcüklü (Sözleşme’nin 43. Maddesi) ile Mahkeme Başkanı Bay R. Ryssdal’ın (21. Kural, 3. Fıkrası) katılımını da içermiştir. Başkan 13 Temmuz 1995 tarihinde Katibin huzurunda ismen Bay Thor Vilhjalmsson, Bay N. Valticos, Bay R. Pekkanen, Bay A.B. Baka, Bay G Mifsud Bonnici, Bay D. Gotchev Bay, P. Jambrek olmak üzere, diğer yedi hakimin adını kura ile belirlemiştir (Sözleşmenin 43. Maddesi ve İçtüzük 21. Maddesinin 4. Fıkrası uyarınca).

4. Heyetin Başkanı sıfatıyla (İçtüzük 21. Madde, 5. Fıkra) ve Sekreter aracılığıyla hareket eden Bay Ryssdal, Türk hükümeti (“Hükümet”) temsilcisinin, başvuranın avukatının ve Komisyon Delegesinin yazılı prosedürün organizasyonu hakkındaki görüşlerini bildirmelerini istemiştir (İçtüzük 37. Madde, 1. Fıkra ve 38. Madde).   Bunun sonucunda gönderilen talebe ilişkin olarak Sekreter muhatap Hükümetin görüşünü  22 Mart 1996 tarihinde almıştır. 1 Nisan 1996 tarihinde Hükümet tarafından 12 Mart 1996 tarihli bir tıbbi rapor sureti sunulmuştur.

5. 23 Nisan 1996 tarihinde Komisyon Başkanı, Komisyon’un 10 Temmuz 1995 tarihli talebini (bkz. yukarıdaki 1. paragraf) geri almak istediğini Sn. Ryssdal’a bildirmiştir.  25 Mart 1996 tarihli Mitap ve Müftüoğlu – Türkiye davası kararına ilişkin olarak, mevcut davanın Mahkeme’nin zaman itibarıyla yetkisinin  dışında olduğunu bildirmiştir.
9 Mayıs 1996 tarihinde,  Hükümet tarafından Komisyon’un “tek taraflı çekilmesine” itiraz edildiği Sekreterya’ya bildirilmiştir. 20 Mayısta başvuran bu hususta bir görüş belirtmemiştir.

14 Mayıs 1996 tarihinde Başkan, anılan tarihte görülecek olan   duruşmayı iptal etmiştir.

6. 23 Mayıs tarihinde Mahkeme, huzurunda bir takibat teşkil eden talebin Komisyon tarafından geri alınamayacağını ve Mahkeme tarafından davanın görülmesine devam edilmesi gerektiğine karar vermiştir. Mahkeme kararı 18 Haziran 1996 tarihinde Sekreter tarafından imzalanmış olan ve aşağıdaki metni içeren bir mektup ile Hükümet, başvuran ve Komisyon’a bildirmiştir.

“… 1959 itibarıyla, Mahkeme İçtüzüğü kapsamında davadan çekilmeye ilişkin yetki, davayı mahkemeye sunan “taraflara”, bir başka deyişle Yüksek  Sözleşme Taraflarına ve 9. Protokole tabi olan Devletler durumunda özel taraflara tanınmıştır (Mahkeme A İçtüzüğünün 49. Maddesinin 1. Fıkrası ve  B İçtüzüğünün 51. Maddesinin 1. Fıkrası).

Komisyon bir “taraf” değildir ve A İçtüzüğünün 49. Maddesinin 1. Fıkrasında açıkça belirtilen yetkiye benzer bir yetkinin kendisine verilmiş olsa dahi, tarafların mutabakatına tabi olarak davanın iptalini onaylama yetkisi Mahkeme’ye aittir. Mevcut davada Türk hükümeti itirazları olduğunu belirtmiştir”

Ayrıca, 23  Mayıs tarihinde Mahkeme, olağan usule göre bu istisna ile ilgili gerekli şartların yerine getirildiğini kaydettikten sonra, davanın görülmesine karar vermiştir (İçtüzük 26. ve 38. Maddeleri).

DAVA ESASLARI

I. Dava ile ilgili Olaylar

7. 4 Aralık 1989 tarihinde, İzmir, Tepecik Sosyal Sigortalar Hastanesi’nin Doğum Servisinden, doğumundan kısa bir süre sonra bir çocuk kaçırılmıştır.

8. 14 Aralık 1989 tarihinde İzmir Savcılığı tarafından bazı hastane personeline ilişkin yapılan soruşturmada, doğum servisinin bir hemşiresi olan Bayan Yağız yerel polis karakolunda  birkaç saat süresince sorgulanmıştır.

9. Yeni doğan çocuğun kaçırılmasına katıldığı şüphesi ile 15 Aralık 1989 tarihinde tevkif edilerek, İzmir Emniyet Müdürlüğü’nde polis gözetimi altına alınmıştır. Cinayet ve silahlı soygun” ekipleri  dairesinde sabaha kadar süren sorgulaması sırasında, polis tarafından tedavi için iki kez  hastanenin polikliniğine götürülmüştür.

10. Serbest bırakılma tarihi olan 16 Aralık 1989  tarihinde başvuran, maruz kaldığı psikolojik şok nedeniyle hastaneye yatmıştır. 18 Aralık 1989 tarihinde, diğerlerinin yanı sıra iç hastalıkları, genel cerrahi servisi ve jinekoloji servisinde  yapılan muayenesinde başvuranın çalışmasını engelleyebilecek bir patolojik durum olmadığı, ancak psikolojik muayenesinde, başvuranın beş günlük istirahatını gerektiren bir psikolojik travma yaşadığını belirtilmiştir.
11. Bayan Yağız’ın babasının talebi üzerine İzmir Tıp Derneği tarafından atanan üç hekimden kurulu bir heyet, başvuranı 20 Aralık 1989 tarihinde muayene etmiştir. 21 Aralık 1989 tarihli heyet raporuna göre Bayan Yağız’da “akut travma sonrası stres” mevcut olduğu ve ayak tabanlarında izlerin bulunduğunu tespit etmiştir. Bu belirtiler ilgilinin suimuameleye tabi kaldığını kanıtlamaktadır.

12. Bu arada 17 Aralık 1989 tarihinde, başvuran polis gözetiminde iken kendisinden sorumlu polis memurları aleyhinde kendisine işkence etmek suçundan İzmir Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştur.   20 Aralık 1989 tarihinde adli mercilere vermiş olduğu dilekçesinde, sorguluma sırasında gözleri bağlı iken bazı polis memurları tarafından ayağının tabanına bir sopa ile vurulduğunu, ayağını hareket ettirmesini engellemek üzere eteğine bir düğüm attıklarını ve omuzlarına ağır cisimler yerleştirdiklerini belirtmiştir. Polis daha sonra ayağının şişmesini engellemek üzere ıslak zemin üzerinde yürütmüş ve cinsel tacizde bulunmuştur.

13. 12 Nisan 1990 tarihinde sanık polis memurları ve tanıkların dinlenmesinden sonra, İzmir Cumhuriyet Savcılığı  suimuamele suçlamasından sanık üç polis memuru aleyhinde Türk Ceza Kanunu’nun 245. maddesi uyarınca İzmir Ceza Mahkemesinde takibat başlatılmıştır.

14. 12 Haziran 1990 tarihinde İzmir Ceza Mahkemesi görevsizlik kararı vermiş ve davayı İzmir Ağır Ceza Mahkemesine sevk etmiştir.

15. 16 kasım 1990 tarihinde İzmir İkinci Ağır Ceza mahkemesi üç polis memurunun beraatına karar vermiştir. Özellikle 21 Aralık 1989 tarihli rapor olmak üzere, tıbbi raporlar ışığında başvuranın İzmir Emniyet Müdürlüğü’nde “zorlamaya”  maruz kaldığını, ancak başvuranın sorumluların kimliklerini tespit edemediğinden ve tanıklar tarafından bu hususta herhangi bir delil sunulmadığından, sorumlularının kim olduğunun tespit edilemediğine karar vermiştir.

16. 19 Haziran 1991 tarihinde İstinaf Mahkemesi Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararını onamıştır.

17. Çocuğun  kaçırılmasına ilişkin soruşturma sonucunda asıl suçlular tutuklanarak hüküm giymiştir. Bayan Yağız ve müşterek dört davalısı hakkında 28 Aralık 1989 tarihinde takibatın sona erdirme kararı verilmiştir.

II. Türk Ceza Kanunu’nun İlgili Hükümleri

18. 243. Madde aşağıdaki hükümleri içermektedir:

“Mahkemeler ve meclisler reis ve azalarından ve sair hükümet memurlarından biri maznun bulunan kimselerin cürümlerini söyletmek için işkence eder yahut zalimane veya gayri insani veya haysiyet kırıcı muamelelere baş vurursa beş seneye kadar ağır hapis ve müebbeden veya muvakkaten memuriyetten mahrumiyet cezası ile mahkum olur. Fiil neticesinde ölüm vukua gelirse 452’nci, sair hallerde 456’ncı maddeye göre tertip olunacak ceza üçte birden yarıya kadar artırılır.”

19. 245. Madde aşağıdaki hükümleri içermektedir:

“Kuvvei cebriye imaline memur olanlar ve bilumum zabıta ve ihzar memurları memuriyetlerini icrada ve mafevkinde bulunan amirinin emrini infazda kanun ve nizamın tayin ettiği ahvalde başka surette bir kimse hakkında suimuamele veya cismen eza verecek hale cüret eder yahut o kimseyi darp ve cerh eylerse üç aydan üç seneye kadar hapis ve muvakkaten memuriyetten mahrumiyet cezaları ile cezalandırılır.“

III. Sözleşme’nin 46. Maddesi Uyarınca Sunulan Türkiye Bildirgesi

20. 22 ocak 1990 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı tarafından Sözleşme’nin 46. Maddesi uyarınca Avrupa konseyi Genel Sekreterliği’ne aşağıdaki bildirgeyi sunmuştur:

“Türkiye Cumhuriyeti adına ve İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına ilişkin Avrupa Sözleşmesi’nin 46. Maddesi uyarınca hareketle, aşağıdaki hususlar beyan edilir:

İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına ilişkin Avrupa Sözleşmesi’nin 46. Maddesi uyarınca hareketle, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Sözleşme’nin 1. maddesinde belirtilen anlamda yetkinin Türkiye Cumhuriyeti ulusal sınırları içinde yürütülen uygulaması ile ilgili Sözleşme’nin yorumlanması ve uygulanmasına ilişkin tüm hususlarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yetkisini, Türkiye tarafından verilen yetki dahilinde ilgili hususların daha önceden Komisyon tarafından incelenmesi kaydıyla kendiliğinden ve herhangi bir özel sözleşmeye gerek kalmaksızın kabul etmektedir.

Bu bildirge, Sözleşme kapsamında üstlenilmiş olan  karşılıklılık yükümleri de dahil olmak üzere karşılıklılık şartına bağlıdır. Sunuluş tarihi itibarıyla üç yıl süresince geçerli olup, işbu Bildirge’nin sunuluş tarihi itibarıyla cereyan eden olaylara ilişkin kararlar da dahil olmak üzere, anılan tarih itibarıyla cereyan eden olaylara ilişkin talepleri kapsamaktadır.”

Bu bildirge üç yıllık bir süre için 22 Ocak 1993 tarihinde ve küçük farklılıklarla iki yıllık bir süre için 22 Ocak 1996 tarihinde tekrar yenilenmiştir.

KOMİSYON HUZURUNDA YAPILAN TAKİBAT

21. Bayan Yağız tarafından Komisyon’a 8 Ekim 1991 tarihinde başvurulmuştur. Sözleşme’nin 3. Maddesine dayanarak, polis gözetimi altında iken suimuameleye maruz kaldığından şikayetçi olmuştur.

22. Komisyon başvurunun (no. 19092/91) kabul edilebileceğini 11  Ekim 1993’te ilan etmiştir.  Mayıs 1995 tarihli  raporunda (31. Madde) 3. Maddenin ihlal edildiğine ilişkin mütalaasını oybirliği ile bildirmiştir. Komisyonun mütalaasının tam metni bu kararın ekinde sunulmuştur.”

HÜKÜMET TARAFINDAN MAHKEMEYE YAPILAN NİHAİ SUNUMLAR

23. Hükümet görüşünde Mahkemeden öncelikli olarak zorunlu yetkisinin tanındığı Türkiye bildirgesi gerekçesi ile zaman itibarıyla yetkisinin bulunmadığı, alternatif olarak iç hukuk yollarının tüketilmediği ve son alternatif olarak da Sözleşme’nin ihlal edilmediği yönünde karara verilmesini talep etmiştir.

HUKUK AÇISINDAN HÜKÜMET’İN ÖN İTİRAZLARI

24. Ana sunumu olarak Hükümet zaman itibarıyla yetki  (ratione temporis) yetersizliği ve iç hukuk yollarının tüketilmediği gerekçeleriyle davanın kabulüne ilişkin iki itiraz öne sürmüştür.

25. Hükümet 22 Ocak 1990 tarihinde Türkiye ilgili tarih “itibarıyla meydana gelen olaylara dayalı kararlar da dahil olmak üzere, olaylar ile ilgili başvurularda” Mahkemenin zorunlu yetkisini kabul etmiş olduğunu yinelemiştir. “Başvuranın iddialarının” 15 ve 16 Aralık 1989 tarihi sonrasında cereyan ettiğinden dolayı davanın Mahkeme’nin yetkisinin dışında olduğunu belirtmiştir.

26. Bayan Yağız bunun aksine, Sözleşme’nin 46. Maddesi uyarınca bildirilen Türkiye bildirgesinin yürürlüğe giriş tarihinin Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği’ne sunuluş tarihi değil, aynı yıl içinde Mahkeme’nin zorunlu yetkisini tanıyan 25 Eylül tarihli Bakanlar Kurulu kararının 27 Eylül 1989 tarihli Resmi Gazetede yayımlandığı tarih olduğunu öne sürmüştür.

27. Mahkeme, anılan görüşü kabul etmemektedir. Genel Sekreterliğe tebliğ, başvuran tarafından öne sürülen şekilde sadece bir formaliteden ibaret olmayıp, Mahkeme’nin zorunlu yetkisinin tanınmasının yürürlüğe giriş tarihini teşkil etmektedir. Sözleşme’nin 46.  Maddesi uyarınca sunulmuş olan bildirgenin şartları da tüm talepleri ortadan kaldırmaktadır: “Bu bildirge … sunuluş tarihi itibarıyla üç yıl süresince geçerli olup, işbu Bildirge’nin sunuluş tarihi itibarıyla cereyan eden olaylara ilişkin kararlar da dahil olmak üzere, anılan tarih itibarıyla cereyan eden olaylara ilişkin talepleri kapsamaktadır” (Bkz. yukarıdaki 20 paragraf; 23 Mart 1995 tarihli Loizidou – Türkiye kararı (Ön İtirazlar), A Serisi, No. 310, s. 33 madde 102); 8 Haziran 1995 tarihli Yağcı ve Sargın – Türkiye ile Mahsur – Türkiye kararları, A Serisi, 319-A ve 319-B, s. 16, Madde 40 ve s. 48, Madde 44; ve 25 Mart 1996 tarihli Mitap ve Müftüoğlu – Türkiye kararı, 1996 Raporları, sayfa …,  26-28. Maddeler).

28. Bu metin itibarıyla, Bayan Yağız’ın polis gözetimi altında iken maruz kaldığı suimuamelenin 15 ve 16  Aralık 1989 tarihinde, Türkiye tarafından Mahkeme’nin zorunlu yetkisinin tanınmasından bir ay önce meydana gelmiş olması sebebiyle, Mahkeme davaya ilişkin  esasların görülmesi konusunda yetkisi olmadığı kanaatındadır.

29. Bu sonuç, Hükümet’in  diğer itirazlarının görüşülmesini gereksiz kılmaktadır.
YUKARIDA BELİRTİLEN GEREKÇELERE DAYANARAK MAHKEME

Davaya ilişkin esasların görülmesi konusunda yetkisi olmadığına ilişkin işbu kararı, İngilizce ve Fransızca olmak üzere 7 Ağustos 1996 tarihinde Strazburg’da bulunan İnsan Hakları Binası’ndaki halka açık oturumda düzenlenmiştir.

Rolv RYSSDAL
Başkan
Herbert PETZOLD
Sekreter
İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
KALAÇ/Türkiye Davası*
(61/1996/680/870)
1 Temmuz 19997
DAVANIN ESASI

I. Davanın Özel Koşulları

1939 doğumlu bir Türk vatandaşı olan Bay Faruk Kalaç, Hava Kuvvetlerinde Askeri Mahkeme yargıcı olup, 1990 yılında yüzbaşı  rütbesiyle Genelkurmay’da Hukuk İşleri Müdürü olarak görev yapmaktaydı.

8.Başbakan, Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı ve Silahlı Kuvvetlerin onbir üst rütbeli Generalinden oluşan Yüksek Askeri Şura, 1 Ağustos 1990 günü, aralarında Bay Kalaç’ın da bulunduğu üç subay ve yirmi sekiz astsubay hakkında disiplini bozma ve kötü  hal ve tutum gerekçesiyle zorunlu emeklilik kararı almıştır. Askeri Personel Kanunu’un 50. bölüm c bendine ve Askeri Adli Hizmetler Kanunu’nun 22. Bölüm c bendine ve Subay ve Astsubaylara ilişkin Yönetmelik’in  99. Maddesine dayanan karar, ilgili şahsın hal ve tutumunun, “yasaya aykırı fundemantalist fikirler” benimsediğini açıkça ortaya koyduğunu belirtmiştir.

9. 22 Ağustos 1990 tarihinde alınan bir kararla Devlet Başkanı, Başbakan ve Savunma Bakanı, yukarıda sözü edilen ve 3 Ekim tarihinde başvurucuya uygulanan kararı onaylamışlardır. Savunma Bakanı, başvurucunun sosyal güvenlik (sağlık sigortası) kartının, askeri kimlik kartının ve silah taşıma ruhsatının geri alınması emrini vermiştir.</P>

10. 21 Ekim 1990 günü Bay Kalaç, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nden  1 Ağustos 1990 tarihli kararı ve Savunma Bakanlığı’nın öngördüğü önlemleri iptal etmesi talebinde bulunmuştur.

11. 30 Mayıs 1991 tarihli kararında Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, üçe karşı dört oyla, Anayasanın 125. Maddesi uyarınca Askeri Şura kararlarının kesin ve yargısal denetime tabi olmadığı gerekçesiyle, 1 Ağustos 1990 tarihli kararın iptal edilmesine ilişkin başvuruyu değerlendirmeye yetkili olmadığına karar vermiştir. Bu bağlamda Askeri Adli Hizmetler  Kanunu uyarınca askeri adli hizmet görevlileri askeri personel statüsündedir. Disiplini bozma nedeniyle verilen zorunlu emeklilik kararı, diğer  ordu mensuplarına uygulandığı şekilde düzenlenmiştir.

Karşı oy veren üç üye, Anayasanın 139. Maddesinde öngörülen yargı bağımsızlığı ilkesine göndermede bulunmuşlardır. Bu madde ile güvence altına alınan, sivil ve askeri yargıçlar için hakimlik teminatının, Anayasanın diğer hükümleriyle birlikte bir lex specialis (özel yasa) durumu oluşturduğu ve bu ilkeyi ihlal eden Yüksek Askeri Şura kararlarının, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin yargısal denetimine tabi olması gerektiği görüşünü dile getirmişlerdir.

Bununla birlikte Mahkeme, başvurucu ve ailesinin sosyal güvenlik kartının geri alınması kararını iptal etmiştir.

12. 9 Ocak 1992 tarihinde Mahkeme, Bay Kalaç tarafından yapılan düzeltme başvurusunu geri çevirmiştir.

II. İlgili iç hukuk

A. Anayasa

13. Anayasanın ilgili maddeleri şunlardır:

Madde 14:

“Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetlerin hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya başka herhangi bir yoldan bu kavram veya görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla kullanılamazlar.”

Madde 24:

“Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.”

“14. Madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.”

“Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.”

……

“Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar ya da nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını ya da dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”
Madde 125: “

“İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.

Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askeri Şura’nın kararları yargı denetimi dışındadır.”

Madde 139:

“Hakimler ve savcılar azlolunamaz, kendileri istemedikçe Anayasa’da gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamaz; bir mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylık, ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun kılınamaz.

Meslekten çıkarılmayı gerektiren bir suçtan dolayı hüküm giymiş olanlar, görevini sağlık bakımından yerine getiremeyeceği kesin olarak anlaşılanlar veya meslekte kalmalarının uygun olmadığına karar verilenler hakkında kanundaki istisnalar saklıdır.”

Madde 144:

“Hakim ve savcıların görevlerini; kanun, tüzük, yönetmeliklere ve genelgelere (Hakimler için genel nitelikteki genelgelere) uygun olarak yapıp yapmadıklarını denetleme; görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında suç işleyip işlemediklerini hal ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırma ve gerektiğinde haklarında inceleme ve soruşturma, Adalet Bakanlığı’nın izni ile adalet müfettişleri tarafından yapılır. Adalet Bakanı soruşturma ve inceleme işlerini, hakkında soruşturma ve inceleme yapılacak olandan daha kıdemli hakim veya savcı eliyle de yaptırabilir.”

Madde 145, 4. Paragraf:

“Askeri yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askeri hakimlerin özlük işleri, askeri savcılık görevlerini yapan askeri hakimlerin mahkemesinde görevli bulundukları komutanlık ile ilişkileri, mahkemelerin bağımsızlığı, hakimlik teminatı, askerlik hizmetinin gereklerine göre kanunla düzenlenir. Kanun, ayrıca askeri hakimlerin yargı hizmeti dışındaki askeri hizmetler yönünden askeri hizmetlerin gereklerine göre teşkilatında görevli bulundukları komutanlık ile olan ilişkilerini de gösterir.”

B. 357 Sayili Askeri Adli Hizmetler Kanunu

Askeri Adli Hizmetler  Kanunu’nun 22(c) bölümü şöyledir:

“Hizmet süresi gözetmeksizin, disiplini bozdukları veya aşağıda belirtilen nedenlerle ahlak dışı davranışlarda bulundukları gerekçesiyle Silahlı Kuvvetlerde görev yapmalarının uygun olmadığına karar verilen hizmet görevlileri, son askeri rütbeleri içinde verdikleri hizmet boyunca kaleme alınmış bir veya daha çok belgede öngörüldüğü üzere, Emekli Sandığı Kanununa tabi olacaklardır.

….

Tutum ve davranışlarının, hukuk dışı fikirleri benimsediklerini açıkça ortaya koyduğu durumlarda.”

C. 926 Sayili Askeri Personel Kanunu

15. Askeri Personel Kanununun 50(c). bölümü şöyledir: </P>

“Hizmet süresi gözetmeksizin, disiplini bozdukları ve ahlak dışı davranışlarda bulundukları gerekçesiyle Silahlı Kuvvetlerde görev yapmalarının uygun olmadığına karar verilen hizmet görevlileri, Emekli Sandığı Kanunu’na tabi olacaklardır.

Askeri Personel Hakkında Yönetmelik, işlemleri başlatma, personel değerlendirme dosyalarını inceleme, denetleme ve bunlardan sonuçlar çıkarma ve bu gibi yargılama usullerinde öngörülen kanun veya formaliteyi uygulama yetkisine sahip kişileri belirtmektedir., Davası, Genelkurmay Başkanı tarafından Yüksek Askeri Şura’ya sunulmuş bir subayın görevden alınması için Yüksek Askeri Şura kararı gerekir.”

D.Subaylar veAstsubaylar Hakkında Yönetmelik

16. Subaylar ve Astsubaylar Hakkında Yönetmeliğin 99. Maddesi şöyledir:
“Görev süresi gözetmeksizin, zorunlu emeklilik prosedürü, taşıdıkları son rütbe içinde verdikleri hizmet süresince kaleme alınmış bir veya daha fazla belgede öngörüldüğü üzere, disiplini bozdukları veya aşağıda belirtilen nedenlerle ahlak dışı davranışlarda bulundukları gerekçesiyle haklarında Silahlı Kuvvetlerde görev yapmalarının uygun olmadığına karar verilen tüm hizmet görevlilerine uygulanacaktır:

(a)’dan (d)’ye….

(e) İlgili hizmet görevlisinin, tutum ve davranışıyla, hukuk dışı, yıkıcı, bölücü, fundamentalist ve ideolojik siyasi fikirlere sahip olduğuna veya bu tür fikirlerin propagandasında  aktif olarak yer aldığına dair yeterli kanıt oluşturduğu durumlarda.”

KOMİSYON ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER

17. Bay Kalaç, Komisyon’a, 13 Temmuz 1992 tarihinde başvurmuş ve Sözleşmenin 9. Maddesine dayanarak, dini inançları nedeniyle askeri hakimlik görevinden alındığından yakınmıştır.

18. Komisyon, 10 Ocak 1995 ‘te başvurunun (no. 20704/ 92) kabul edilebilir olduğunu açıklamıştır. 27 Şubat 1996 tarihli raporunda (Madde 31) Sözleşmenin 9. Maddesinin ihlalinin söz konusu olduğuna  karar vermiştir. Komisyonun görüşünü içeren metnin tümü karara ek olarak yeniden sunulmuştur.

KARAR
I. SİKAYETİN ESASI

19. Başvurucu, mahkemeye gönderdiği dilekçede, Sözleşmenin 9. Maddesine dayandırdığı şikayetine ek olarak, kendisine karşı
ileri sürülen olaylardan ötürü mahkemede duruşmasının yapılmadığı gerekçesiyle, ayrıca Madde 6/1’i de  dayanak olarak göstermiştir.

20. Mahkeme, başvurucunun bu son şikayetinin, Komisyonun kabul edilebilirlik kararıyla sınırlandırıldığı için dava kapsamı dışında olduğunu ve ne bu kararla ne de Komisyonun raporuyla ilgili olmadığını bildirmiştir. (bkz. diğer yetkililer arasında, 28 Eylül 1995 tarihli Scollo-İtalya davası, Seri A, no. 315-C, s.51, ve  21 Şubat 1996 tarihli Hüseyin- Birleşik Krallık davası, Yargılama ve Karar Raporları-1996-1, s.266)

Bu nedenle davanın kapsamı 9. Madde’de ileri sürülen sorunlarla sınırlıdır.

II. SÖZLEŞMENİN 9. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

A. Hükümetin İlk İtirazları

21. Hükümet, Komisyon’a üç bölümden oluşan bir ilk itiraz sunmuş fakat  Mahkeme’ye gönderdiği dilekçede, Komisyon’un yetkisizliğini, ratione materiae, ve başvurucunun son sunuşunu içeren diğer iki bölümü bir kenara bırakarak, sadece iç hukuk yollarının tüketilmediğine ilişkin bölüme yer vermiştir. Hükümet, 17 Şubat 1997 tarihli duruşmada, birinci bölüme ilişkin görüşünü dile getirmiş, buna ek olarak Mahkeme’nin yargı yetkisinin bulunmadığını, ratione materiae,  ileri sürmüştür.
Mahkeme, Madde 48’de öngörülen süre dışında sunulduğu için, bu son itirazın herhangi bir karar gerektirmediğini belirtmiştir.

22. Aralık 1996 tarihli dilekçede ve duruşmada tekrarlanan görüşe göre, başvurucu, Türk yetkililere, din ve vicdan hürriyetinin ihlal edildiğini açıkça belirtmemiştir. Hükümet, Mahkeme’nin 15 Kasım 1996 tarihli Ahmet Sadık-Yunanistan davasında benimsediği ilkeye uygun olarak, başvurucunun, Türk hukukunun ayrılmaz bir parçasını oluşturan Sözleşme’nin 9. Maddesine dayanması gerektiğini ifade etmiştir.

23. Komisyon Delegesi gibi Mahkeme de, iç hukuk yollarının tüketilmediği iddiasının Anayasa’nın 125. Maddesi uyarınca reddedilmesi gerektiği, çünkü Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin 30 Mayıs 1991 tarihli kararı gibi, Yüksek Askeri Şura’nın Bay Kalaç aleyhinde verdiği kararın da yargısal denetime tabi olmadığı kanaatindedir.

B. Şikayetin Esası
24. Başvurucu, askeri yargıçlık görevinden zorunlu olarak emekli edilmesinin, dini inanç ve uygulamalarına dayandığını ve bu nedenle din özgürlüğünü ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Başvurucunun dayandığı Sözleşme’nin 9. Maddesi şöyledir:

“1.Her şahıs düşünme, vicdan ve din hürriyetine sahiptir. Bu hak, din veya kanaat değiştirme hürriyetini ve alenen veya hususi tarzda ibadet ve ayin veya öğretimini yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini veya kanaatini açıklamak hürriyetine sahiptir.

“2. Din veya kanaatleri açıklama hürriyeti demokratik bir toplumda ancak kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlığın veya genel ahlakın, yada başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması için zorunlu olan tedbirlerle ve kanunla sınırlandırılmıştır.”

Başvurucu, zorunlu emekliliğine gerekçe olarak gösterilen (bkz. Paragraf 8) “kanun dışı fundamentalist fikirler” in ne şekilde anlaşılması gerektiğine ilişkin olarak iç hukukta herhangi bir hüküm bulunmadığını ileri sürmüştür. Dininin gereklerini yerine getiren bir Müslüman olarak günde beş vakit namaz kılmış ve Ramazan ayında oruç tutmuştur. Hükümetin, ilk kez, yargılama usulleri henüz Mahkeme önündeyken sunduğu belgeler, varlığından bile haberdar olmadığı, fundamentalist Süleymancılık tarikatının bir üyesi olduğuna dair herhangi bir kanıt oluşturmamaktadır. Bunun ötesinde Yüksek Askeri Şura ‘nın kararı Anayasa’nın 139. Maddesinde öngörülen hakimlik teminatı ilkesini ihlal etmiştir.

25. Hükümet, Mahkeme’ye, Bay Kalaç’ın Silahlı Kuvvetlerin bir üyesi olarak kalmasına izin verilip verilmeyeceğinin, sorunun temelini teşkil ettiğini belirtmiştir. Zorunlu emeklilik kararı, din, vicdan veya inanç özgürlüğüne bir müdahale olmayıp, aksine Türk ulusunun temeline yani Silahlı Kuvvetlerin güvence altına almakla sorumlu olduğu laikliğe karşı bağlılık duymayan bir kişinin askeri hukuksal hizmetten uzaklaştırılmasını amaçlamaktadır. Başvurucu Süleyman tarikatına bağlı olup, resmi olmasa da hukuk dışı fundamentalist eğilimlere sahip olduğu bilinen Süleyman topluluğunun faaliyetlerine katılmıştır. Dilekçeye eklenen çeşitli belgeler göstermektedir ki, başvurucu, bu topluluğa hukuki yardımda bulunmuş, eğitim toplantılarına katılmış ve tarikat üyesi olan kişilerin hizmet görevlisi olarak  atanmasına yardımcı olmuştur. Bu belgeler doğrultusunda üst düzey beş ordu mensubundan oluşan bir komite, grup lideri Kalaç’ın, tarikat liderlerinden talimat alarak ve bunları uygulayarak askeri disiplini bozduğu ve Askeri Personel Kanunu’nun 50(c) bölümü uyarınca zorunlu olarak emekli edilmesi gerektiği sonucuna varmıştır. Yüksek Askeri Şura, kararını, Yüksek Komuta ve Hava Kuvvetleri Komutanının da kabul ettiği bu görüşe dayandırmıştır.
Son olarak, Türkiye’de ister Müslüman ister başka inançlara sahip olsun, Silahlı Kuvvetlerde görev yapan herkese dininin gereklerini yerine getirme imkanı sağlanmıştır. Bununla birlikte, 9. Maddenin sağladığı koruma, bir hizmet görevlisine ilişkin davada, üyelerinin faaliyetlerinin ordudaki hiyerarşik dengeyi bozması muhtemel olan fundamentalist bir hareketin üyeliği yönünde genişletilemez.

26. Komisyon, Hükümetin sunduğu belgelere dayandırdığı görüşünde, başvurucunun zorunlu emekliliğinin 9. Maddenin 1. Paragrafınca güvence altına alınan hakka müdahale niteliği taşıdığını belirtmiş ve ilgili hükümleri keyfi kararlara karşı korumada yetersiz görerek, söz konusu müdahalenin ikinci paragraf bağlamında kanunda yer almadığı Delege, Hükümetin, Mahkemeye verdiği dilekçesine dayanarak, Komisyon önündeki işlemler süresince, “ulusal güvenlik açısından sır” olarak ifade edilen belgeler ortaya attığını gözlemlemiştir. Her halukarda, bu belgeler, Bay Kalaç’ın bir tarikatla bağlantısı olduğu iddiasını desteklememektedir.

27.Mahkeme, din özgürlüğünün esas olarak bireysel bir vicdan meselesi olduğunu yinelemekle beraber, bir kişinin sadece toplum önünde kendisiyle aynı görüşü paylaşan kişilerle birlikte değil, tek başına ve özel olarak da dinini açıklama hürriyetine sahip olduğunu belirtmiştir.( bkz. 25 Mayıs 1993 tarihli Kokkinakis-Yunanistan davası, Seri A, s.17, p,31) Madde 9, ibadet ve ayin veya öğretimini yapmak suretiyle bir kişinin dinini veya inancını açıklama biçimlerini içermektedir. Buna karşın 9. Madde bir din veya inanç tarafından yönlendirilmiş her hareketi korumamaktadır. Bununla birlikte bir bireyin, dinini açıklama hürriyetini kullanırken, özel durumunu göz önünde bulundurması gerekebilir.
28. Bay Kalaç, askeri bir görev seçerek, doğası itibariyle Silahlı Kuvvetler mensuplarının belli hak ve özgürlüklerine, sivillere uygulanması mümkün olmayan sınırlamalar getirilmesi olasılığını içeren askeri disiplin sistemini kendi isteğiyle kabul etmiş olmaktadır. (bkz.8 Haziran 1976 tarihli Engel ve diğerleri- Hollanda davası, Seri A, no.22, s.24, p.57) Devletler, özellikle askeri hizmetin gereklerini yansıtan kurulu düzene aykırı şu veya bu şekilde bir tutumu yasaklayarak, orduları için disiplin kuralları benimseyebilirler.
29. Başvurucunun, askeri yaşamın getirdiği sınırlamalar çerçevesinde, bir Müslümanın dininin gereklerini yerine getirebilmesine itiraz edilmemektedir. Örneğin, özellikle günde beş vakit namaz kılmasına ve Ramazan ayında oruç tutmak, Cuma günleri camide vaazlara katılmak gibi diğer dini görevlerini yerine getirmesine izin verilmiştir.
30. Yüksek Askeri Şura’nın kararı, grup lideri Bay Kalaç’ın dini fikirleri, inançları ya da dini vazifelerini yerine getirme tarzı değil tutum ve davranışları dikkate alınarak verilmiştir. (bkz. P.8 ve 25) Türk yetkililere göre Bay Kalaç’ın bu tutumu askeri disiplini bozmuş ve laiklik ilkesini ihlal etmiştir.
31. Mahkeme, buna göre, başvurucunun zorunlu emekliliğinin, böyle bir karara başvurucunun dinini açıklama şeklinin neden olmamasından ötürü, Madde 9’da güvence altına alınan hakka müdahale anlamına gelmediği sonucuna varmıştır.

BU NEDENLERLE DİVAN OYBİRLİĞİYLE;

1. Hükümet’in ön itirazının reddedilmesine,

2. Sözleşme’nin 9. Maddesinin ihlal edilmediğine

karar vermiştir.
İnsan Hakları Mahkemesi Kararı

AKKUŞ/Türkiye Davası

(60/1996/ 679/869)
9 Temmuz 1997
Bu davada Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 43. ve Divan İçtüzüğü A’nın ilgili hükümleri uyarınca Divan şu üyelerden oluşmuştur: R. Bernhardt( Başkan), Thor Vilhjalmsson, F. Gölcüklü, J. De Meyer, A. N. Loizou, G. Mifsud Bonnici, J. Makarczyk, B. Repik, P. Kuris, Mukayyit H. Petzold ve yardımcısı P. J. Mahoney

DAVANIN ESASI

I. Davanın Özel Koşulları

Baraj yapımından sorumlu olan Devlet Su İşleri, 6. Eylül-Ekim 1987’de, Kızılırmak Vadisi’nde Altınkaya hidro-elektrik barajını yapmak için Bayan Akkuş ve 1992 yılında ölen kocasına ait araziyi istimlak etmiştir. Sinop’un Gökdoğan köyünde   pirinç yetiştirilmek için kullanılan bu arazi ise halen sular altındadır.

Baraj yapım projesi sonucu yapılan kamulaştırmadan 3000 den fazla aile (toplam 17.000 kişi) etkilenmiştir.

7. Başvurucuya göre, Devlet Su İşleri tarafından görevlendirilen ve Ege Bilimsel Tarım  Fakültesi tarafından sürdürülen bilimsel çalışma 1987’de arazinin değerini 3200 ila 3500 olarak tesbit etmesine karşın metrekare başına   800 – 850 TL arasında ödeme yapılmıştır.
8. Devlet Su İşleri uzmanlarından oluşan bir Komite, başvurucunun arazisine 122.000 TL değer biçmiş ve bu miktar Bayan Akkuş’a kamulaştırma yapıldığında ödenmiştir.
9. Başvurucu, 12 Ekim 1987 tarihinde, Durağan Asliye Mahkemesi’ne tazminatın arttırılması ve ek kaybın hesaplanmasında enflasyon oranının göz önüne alınmasını isteyen bir başvuruda bulunmuştur. Mahkeme, 22 Haziran 1989 tarihinde, Bayan Akkuş’a 271. 039 TL ek  tazminat ve kamulaştırma tarihi olan 4 Eylül 1987 tarihinden itibaren geçen süre için yıllık % 30 gecikme tazminatı ödenmesine karar vermiştir. Böylece toplam tazminat 393.039 TL olmuştur. Bayan Akkuş’a aynı zamanda 61.123 TL tutan mahkeme masraflarının da ödenmesi kararlaştırılmıştır.
10. Devlet Su İşleri hukuk yönünden dosyayı bir üst mahkeme olan Temyiz Mahkemesi’ne götürmüştür. Bayan Akkuş da, ek kaybın hesaplanmasında gecikmeye bağlı kanuni faizin değil, enflasyon oranına bağlı faizin hesaplanması isteğinin karara bağlanmasını Borçlar Kanunu’nun 105’inci maddesine dayandıran (aşağıda 14. paragrafa bakınız) bir karşıt başvuru yapmıştır. Temyiz Mahkemesi kararı tek celsede onaylamıştır.
11. Ek tazminat, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na yapılan başvu¬rudan 6 ay  ve Temyiz Mahkemesi’nin kararından yaklaşık 17 ay son¬ra Şubat 1992’de ödenmiştir.
12. Bayan Akkuş halen ihtiyaçlarını karşılayan damadı ile birlikte yaşamaktadır.

II. İlgili İç Hukuk

13. 4 Aralık 1984 ve 3095 numaralı yasaya göre, vadesi geçmiş devlet borçlarının faizi, her yıl için % 30 dur. Olay sırasında yıllık ortalama enflasyon faizi her yıl için % 70 ve devlete ödenecek olan borçların gecikme faizi oranı her ay için  % 7 (yıllık % 84) idi. (89/14915 numaralı Bakanlar Kurulu Kararı  ve Devlet Alacaklarının Tahsili Hakkındaki 6183 numaralı kanunun 51. Bölümü).
14.   Olayın geçtiği tarihte Borçlar Kanununun ilgili 105. Maddesi şöyledir:

“Alacaklı tarafın uğradığı kayıp geçmiş günler faizini aştığı yerde ve  borçlu, alacaklının hatalı olduğunu ispatlayamadığı  zaman
kaybı  karşılar.

Eğer ek kaybın değeri hemen belirlenebilirse, mahkeme esasına ilişkin karar verirken, zararın miktarı da kararlaştırabilir”  diye şart koşar.

15. 3 Haziran 1991’de Temyiz Mahkemesi’nin Beşinci Hukuk Dairesi , kamulaştırma tazminatına ilişkin olarak şu kararı almıştır:
“Alacaklılar yaptırıma başvurdukları zaman alacakları miktar ve faizini talep etme hakkına sahip oldukları için, başka bir şekilde tazminat talep edemezler, böylece enflasyon oranının yüksek olması esasına dayanarak alacaklının iddiasını kabul kararı, hatalı bulunmuştur”.

16. 23 Şubat 1994’de (Karar E: 1993/5-600, K: 1994/80) Temyiz Mahkemesi, aşağıdaki kararı almıştır:
“3095 numaralı kanun ülkedeki enflasyon oranı % 30’un çok üzerindeyken onaylandı ve yürürlüğe girdi. Bununla birlikte, kanun koyucunun gecikme için faiz oranını % 30 olarak tespit etmiş olmasını dikkate olmadan mevcut davada, mevduata verilecek faiz oranlarına dayanan hatalı bir esasa göre % 30’u aşan bir bileşik faiz oranına hükmetmek kanuna aykırı olurdu”.

KOMİSYON ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER

17. Bayan Akkuş Komisyona 26 Ağustos 1991’de başvurmuştur. Bayan Akkuş, 1 No’lu Protokol’ün 1. Maddesine dayanarak; kamulaştırma için ek tazminat ödenmesinde, Su İşleri’nin gecikmesi sebebiyle mülkiyet  hakkının ihlal edildiğinden şikayetçi olmuştur.
18. Komisyon, 10 Ocak 1994’de başvurunun kabul edilebilir olduğunu  (no: 19263/92) açıklamıştır. Komisyonun 27 Şubat 1996 tarihli raporunda (31. Madde), 6’ya karşı 22 oyla 1 No’lu Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiği belirtilmiştir. Komisyon mütalaasının tam metni ve raporun içerdiği karşıt oylar, bu karara ek olarak sunulmuştur.

DİVAN’A SON SUNUŞLAR

19. Hükümet, dilekçesinde ilk sunuş olarak,  Divan’dan, yapılan şikayete ilişkin olarak zaman bakımından yetkisiz olduğu, iç hukuk yollarının tamamen tüketilmediği ve davanın ispatlanmadığı gerekçesiyle davayı reddetmesini talep etmiştir.

I. HÜKÜMETİN İLK İTİRAZLARI

A. Zaman Bakımından Yetkisizlik İtirazı

20. Hükümet, Sözleşmenin 26. Maddesine dayanarak, Divan’ın,  Bayan Akkuş’un başvurusunu incelemeye zaman bakımından yetkisiz olduğunu çünkü söz konusu başvuru zamanının, tazminatın başvurucuya ödendiği tarihte (Mart 1992) değil, Temyiz Mahkemesinin 17 Eylül 1990‘da, Durağan Asliye Mahkemesinin 1989’da belirlediği faiz oranını onaylama kararını aldığı tarihte başladığını (yukarıdaki 10. Paragrafa bakınız) ileri sürmüştür. Başvu¬rucu, bu kararın açıklanmasından  beri etkilenmekteydi.
21. Divan, sadece ek tazminatın ödenmesine, başvurucunun uğradığı zararın ulusal yetkililerin gecikmesinden kaynaklandığına ve başvurucunun Temyiz Mahkemesinin nihai kararını vereceği zamana kadar böyle bir şikayette bulunamayacağına işaret eder.  (bkz. yukarıda Paragraf 10)

Başvurucu, 26 Ağustos 1991’de zamanı gelip de henüz ödenmeyen tazminat konusunda Komisyona yaptığı başvurusu ile ilgili olarak, 26. Maddedeki ilgili hükümden memnun kalmıştır. Dolayısıyla bu ilk itiraz reddedilmelidir.

B. İç Hukuk Yollarının Tüketilmediği İddiası

22. Hükümetin ifadesine göre Bayan Akkuş, Sözleşmenin 26. Maddesinde öngörüldüğü üzere şikayetini Türk mahkemeleri önünde ileri sürmemiş ve Borçlar Hukukunun 105.maddesinde öne sürülen çareleri doğru bir şekilde tatbik etmesi de devlete ait çözümleri de tüketmemiştir (yukarıda 14. Paragrafa bakınız).
23. Mahkeme, yerleşik içtihatlarına göre, söz konusu devlet itirazını Komisyon önüne getirmesi halinde, itirazın doğası ve şartlar elverdikçe, ön bir itirazı göz önüne alacağı konusunu tekrarlamaktadır – prensipte, uygun olabilirlik konusu önceden incelenmektedir.

Komisyon temsilcisinin belirttiği üzere, şartların mevcut davada yerine getirilmediği dava dosyasından anlaşılmaktadır. Buna göre hükümetler, bu itiraza itimat etmekten vazgeçmişlerdir.

II. 1 NO’LU PROTOKOLÜN 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

24. Başvurucu, Türkiye’de yıllık enflasyon oranı % 70 olduğu zaman, arazisinin kamulaştırılmasını takiben kendisine ödenen ek tazminatın faizinin yetersiz olduğundan ve yetkililerin ilgili miktar için ödeme yapılmasında gecikildiğinden şikayet etmiştir. Bayan Akkuş’un itimat ettiği Protokol1, Madde 1’e göre:

“Her doğal ve meşru kişi mülkiyetinin tasarrufunda bulunma hakkına sahiptir. Uluslararası hukukun genel prensipleri ve içtüzükler için koşulların sağlanması halinde şartları yerine getiren konular ve kamu yararı hariç olmak üzere, hiç kimse bu haklardan mahrum bırakılamaz.

Ancak, önceki şartlar, genel menfaate göre mülk kullanımını kontrol etmek ve vergi ödemelerini kontrol altına almak veya diğer primler veya ceza gibi kanunları uygulamak  hiç bir şekilde devletin hakkını zayıflatmaz”.

Bayan Akkuş, tazminatı, arazisi kamulaştırıldığında veya Mahkeme duruşmaları başladığı zamanki değeriyle hesaplandığı için  şikayetçi oldu (yukarıda 6. ve 9. paragraflara bakınız). Bayan Akkuş, enflasyon oranı yerine ek tazminatı, enflasyon oranı yerine ödenmeyen faizin kanuni oranını hesaplamak için Borçlar Kanunu’nun 105. Maddesini göz önüne almayı ve başvuruyu reddettiği için Temyiz Mahkemesi’ni eleştirdi. Bayan Akkuş ek tazminatın kendisine, duruşmalar başladıktan dört yıl, dört ay ve özellikle de Temyiz Mahkemesinin kararından 17 ay sonra, Şubat 1992 tarihinde  ödendiğini belirtmiştir. Ancak 1980’den önce benzer davalarda ödeme en çok iki ay içinde yapılıyordu. Ayrıca, bayan Akkuş, geçen yıllarda enflasyonun etkisiyle istimlak tazminatı bedelini düşürmek için ödemeden farklı olarak bakılan ödeme müddetinin, idari bürokrasinin iyi niyetine bağlı olduğunu söylemiştir. Son olarak, bayan Akkuş, Türk hukukunun, devlet tarafından özel kişilere verilen borçların ışığında uygulama önlemleri alabilecek kurallara sahip olmayışından dolayı üzüldüğünü belirtmiştir.
25. Komisyon, başvurucunun kaybının uzaması nedeniyle 1 No’lu Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Komis¬yon, Bayan Akkuş’un 390.000TL aldığını tahmin etti ancak ulusal yetkililer, ek tazminatın ve gerçek ödemenin yapıldığı tarihten beri geçen 17 aylık süre içinde paranın değer kaybını  hesaba katsalardı, Bayan Akkuş, yaklaşık olarak 594.000 TL alacaktı.
26. Hükümet buna karşı çıkmıştır. Yetkililer bayan Akkuş’a araziye sahip olmadan önce kendisine 122.000 TL ve arazinin değerini yeniden tayin etmek için dava muamelelerinden sonra da % 30 faiziyle birlikte 271.039 TL ek tazminat ödendiğini belirtmişlerdir (yukarıda 9. Paragrafa bakınız). Hatta, bu miktarlar hesaplanırken, enflasyonun dikkate alınmadığı farz edilirse,  tazminat, istimlak edilen arazinin değeriyle oldukça orantılı olduğundan hükümet, mahkemenin içtihatlarına dayanan hukuka güvenmiştir. Protokol 1, Madde 1’de belirtilen şartlar tatmin ediciydi. Binlerce insanın menfaatinin söz konusu olduğu geniş ölçekli projelerin olduğu yerde durum özellikle böyleydi;devlet tam tazminat ödemeyi şart koşarken, bu gibi projelerin gerçekleşmesinde bunu engellerdi. Bundan başka, başvurucu mevcut davanın, başvurucunun kendi kararı, kendi riski olduğundan ve Borçlar Kanununun 105. Maddesi uyarınca kendisine avantaj sağlayacak bir imkan olmadığından “kişisel ve fazla bir yük” taşıdığını iddia edemez. Dahası, kendi avukatı bile günlük bir Türk gazetesinde yayınlanan bir makalede, değeri, değerlendirme komitesi ve mahkeme tarafından tayin edilerek kamulaştırılan  belirli arazilerin değerlerinin piyasa fiyatından oldukça yüksek olduğunu kabul etmiştir.

Hükümet, son olarak, yaratıcı ve etkili kamu hizmetinin ayrılmaz bir parçası olan faiz oranlarının konulması ve uygulanmasında büyük kıymet bildirim hadlerine güvenmiştir. Devlete ödenmesi gereken yüksek faiz oranı, kamu hizmetinin bozulmaması ve vekaletin yerine getirilmesi konusunda kanun koyucu tarafından karara bağlanan dolaylı bir vergi oluşturmak için tasarlanmıştır.

27. Başvurucunun şikayet ettiği gibi bir durum “mülkiyetinin kullanımından yararlanma hakkı vermek”le ilgilidir Mahkeme, genel menfaatlerin talebiyle, şahısların temel haklarının korunması zorunluluğu arasında hakça bir dengenin sürdürülüp sürdürülmediğini incelemek zorundadır; bu bağlamda, tazminatın ulusal kanunlar altında ödenebilirliği konusundaki şartlar ve kavramlar  ve başvurucunun davası sırasında gösterdiği tavır, gözönüne alınmak zorundadır (Lithgow ve Diğerleri-Birleşik Krallık konusundaki 8 Temmuz 1986 tarihli karar, Seri: A no. 102, s. 50, & 1202’a bakınız).
28. Mahkeme, başlangıçta, bir hidro-elektrik santrali inşa etmek için arazisi istimlak edilen  başvurucuya, kamulaştırma işlemi yapıldığında, tazminatın ödendiğine işaret etmiştir (yukarıda 8. Paragrafa bakınız). Durağan Asliye Mahkemesi, sonradan, bayan Akkuş’a istimlak tarihinden itibaren yıllık  % 30 faiz oranıyla ek bir tazminat ödemiştir (yukarıda 9. Paragrafa bakınız).

Devlet Su İşleri uzmanlarının oluşturduğu bir komite tarafından yürütülen arazinin değerinin ölçülmesi işi ve ek tazminatın miktarının belirlenmesi, mahkemenin görevi değildir. Anlaşmazlığın alanı, kabul edilebilirlik konusundaki Komisyon kararı ile  belirlenmiş ve kendisine yetkililer tarafından zamanında ödenmeyen tazminat yüzünden bayan Akkuş’un uğradığı iddia edilen zarara tesir etmiştir.

29. Bu bağlamda, mahkeme, uygun olmayan gecikmeler gibi tazminatın değerini düşürme ihtimali dahilinde olan değişik durumlara başvurmaksızın ödeme yaptığında, tazminatın miktarını azaltılabilme yetkisini önceden elinde tutmuştur ( gerekli değişiklikler yapılmış olarak Stran Yunan Rafineleri ve Startis Andreadis – Yunanistan konusunda 9 Aralık 1994 tarihli karar, seri no. 301-B, s. 90, &82’a bakınız). Usule uygun olmayarak, istimlak için tazminat ödenmesindeki uzun gecikmeler, arazisi kamulaştırılan kişinin artan bir mali kayba sebep olmakta, özellikle bazı ülkelerde olduğu gibi paranın değer kaybı, kişiyi belirsiz bir konuma koymaktadır. Mahkeme, bu konuda devlete olan borçların, yıllık ödeme faizlerinin % 84 olduğu Türkiye’de borçluların borçlarını hemen ödemeleri cesaretlendirilmekte, yoksa devletin vergi ödeyen kişileri, eğer devlet ödeme yapamazsa ya da ödemelerde gecikme olursa,  büyük bir kayba girmektedirler.
30. Mevcut davada ek tazminat başvurucuya, yıllık  % 30 faizi ile birlikte, Türkiye’de enflasyonun yıllık % 70’e çıktığı ve Temyiz Mahkemesi kararından 17 ay sonra, Şubat 1992’de ödenmiştir.
En son olarak Temyiz Mahkemesi tarafından kararlaştırılan, başvurucunun tazminat miktarı ile gerçekte ödenen miktar arasındaki – sadece yetkililerin sebep olduğu – farklılık Bayan Akkuş’un arazisinin istimlak edilmesinden doğan zarardan başka ek bir zarara da uğramasına yol açmıştır.
31. Ulusal yetkililer, 17 aylık tazminat ödemesini sonraya bırakarak, tazminatın yetersizliğini göstermiş ve sonuçta mülkiyet hakkını korumak ile genel menfaatlerin gerekliliği arasındaki dengeyi bozmuşlardır.

Böylece, 1 No’lu Protokolün 1.Maddesi ihlal edilmiştir.

SÖZLEŞMENİN 50. MADDESİNİN UYGULANMASI

32. Sözleşmenin 50. Maddesine göre;
“Divanın Kararı, bir Yüksek Akid Tarafından adli makamları veya resmi bir makam tarafından alınmış olan bir kararın veya vaz’edilmiş bulunan bir tedbirin işbu Sözleşmeden doğan mükellefiyetlere tamamen veya kısmen aykırı olduğunu beyan ederse ve eğer mezkur Akid Tarafın dahili mevzuatı bu kararın veya tedbirlerin neticelerini ancak kısmen izaleye müsaitse, Divan kararında, buna mahal varsa, hakkaniyete uygun bir surette mutazarrır tarafı tatmin eder”.

A. ZARAR

1.  Maddi Zarar

33. Bayan Akkuş, maddi zarar olarak 50.000 ABD doları talep etmiştir. Bayan Akkuş’un 17 Eylül 1990 tarihindeki son sunuşuna göre, yıllık enflasyonun % 70 olduğu gözönüne alınsaydı,  Temyiz Mahkemesinin ödeme yapılması için verdiği karar toplam 739.163 TL olurdu. Bayan Akkuş, ifadesinde, Şubat 1992’de kendisine ödenen 758.200 TL ile, ulusal yetkililerin esas ödemesi gerekenin yarısını ödendiklerini belirtmiştir.
34. Hükümet, iddiayı, başvurucunun sadece beşte birine sahip olduğu istimlak edilen tüm arazinin değerini aştığı için, tamamen na-münasip olarak telakki etti. Onlar aynı zamanda 1988-1992 yılları arasında Türkiye’deki yıllık ortalama enflasyon oranının % 61 olduğuna değinmişlerdir.
35. 17 Eylül 1990 yılında, Temyiz Mahkemesi, Durağan Asliye Mahkemesi’nin kararlarını onayladığını kaydeder. Asliye Mahkemesi, bayan Akkuş’a ek tazminat olarak 271.039 TL ve 4 Eylül 1987 yılından beri her yıl için % 30’dan ve kanuni giderler için de 61.123 TL (yukarıda 9. Paragrafa bakınız) ödenmesine karar vermişti. Temyiz Mahkemesi’nin karar gününde veya makbul bir süre içinde (mesela 3 ay içinde) başvurucu, 576.097 TL almalıydı. Ancak ödeme Şubat 1992’de yapıldı (17 ay sonra). Bayan Akkuş, gerçekte mahkeme hesabına göre ortalama 772.276 TL aldı.
Yukarıda 30. ve 31. Paragraflarda varılan sonuçları göz önüne aldığımızda mahkeme, başvurucunun uğradığı kaybın Şubat 1992 yılında ödenen asıl miktarı ile son 14 ay içinde yıllık % 70 enflasyondan kaynaklanan değer kaybı ile hesaplandığında ortaya çıkan toplam 576.097 TL arasındaki farka eşit olduğunu  göz önünde tutar. Bayan Akkuş’a yapılan ödeme sırasında ödenmesi gereken miktar 1.046.192 TL idi. Sonuç olarak, iddiasını döviz cinsi üzerinden formüle ettiğinden ve Hükümet buna karşı bir itirazda bulunmadığından, bayan Akkuş’ın zararı ortalama 273.916 TL veya 48 ABD dolarıdır.

36. Bu olaylarda, mahkeme, başvurucuya, tazminat olarak, ödeme günü Türk lirasına çevrilmek üzere, 48 ABD doları ödenmesini dikkate almıştır.

2.  Manevi Tazminat

37. Bayan Akkuş, arazisinin kamulaştırma bedeli olarak aldığı tazminat yetersiz olduğundan durumunun son derece belirsiz olarak devam ettiğini iddia etti. O, sadece tüm geçim araçlarını, hatıralarını ve köyün ona sağladığı güvenli ortamı kaybetmekle kalmamış, aynı zamanda damadının evinde ve onun mali desteğine muhtaç kalmıştır ki, bu da Türk aile hayatında utanç verici bir durumdur. Bayan Akkuş, manevi zararının karşılanması için 50.000 ABD doları talep etti.
38. Hükümet ve Komisyon temsilcisi bir görüş bildirmez.
39. Mahkeme, başvurucunun 1.000 ABD dolarına denk delen bir manevi zarara uğradığını göz önüne almıştır.

B.  MASRAF VE ÜCRETLER
40. Bayan Akkuş, Sözleşme kurumları nezdinde ve Türkiye’de maruz kaldığı masraf ve harcamalar için 23.960 ABD doları talep etti.
41.Hükümet, miktarın belirli, uygun ve somut bir kanıta dayanmadığı iddiası  konusunda bir cevap verdi.
42. İçtihatlar için kurulan kriterler ışığında mahkeme başvurucuya ulaşım ve geçim ücretleri olarak, kanuni yardım adı altında ödenmiş olan 8.968 FF düşülerek, ödeme gününde Türk lirası karşılığı toplam 5000 ABD doları ödenmesi gerektiğini iddia etti.

C.  KANUNİ FAİZ
Mahkeme, miktar, Amerikan doları olarak ödendiğinden yıllık % 5 faizle ödeme yapmasının uygun olacağını düşünür.

BU SEBEPTEN DOLAYI DİVAN;
1.  Hükümetin ön itirazlarını 1’e karşı 8 oyla reddeder.
2.  1 No’lu Protokolün 1. Maddesinin  ihlal edildiğini 2’ye karşı 7 oyla kabul eder.
3.  2’ye karşı 7 oyla;

a.  Savunma durumunda olan devletin üç ay içerisinde ödeme yapmasına; aşağıdaki miktarlar ödeme günündeki oranları hesap edilip Türk lirasına çevrilerek;
i)  maddi zarar için 48 ABD doları tazminat
ii)  manevi zarar için 1.000 ABD doları tazminat
iii)  Masraflar ve harcamalar için, kanuni yardım olarak alınan 8968 FF düşülerek 5.000 ABD doları,
b.  ABD doları olarak kararlaştırılan bu miktarlar yukarıda bahsi geçen 3 aylık sürenin bitiminden yerleşmeye kadar yıllık basit faiz oranı olan % 5 üzerinden hesap edilir.
4. Geriye kalan ve sadece memnuniyet için yapılan iddiaların oybirliği ile reddine karar verilmiştir.

İngilizce ve Fransızca olarak, Strasboug’da İnsan Hakları Binasında halk oturumuyla 9 Temmuz 1997 tarihinde

Rudolf Bernhardt

Başkan

Kayıt İçin

Paul Mahoney

Kayıt Yardımcısı
Sözleşmenin 51. Madde § 2 ve Bay Thor Vilhjalmsson’nun karşı oyu olan A Mahkemesinin kurallarından olan 53. Madde § 2 ile  Bay Mifsud Bonnici bu karara eklenmiştir.
YARGIÇ MIFSUD BONNİCİ’NİN KATILDIĞI YARGIÇ THOR VILHJALMSSON’UN KARŞIOYU
Bu davada sorumlu devlet başvurucuya parayı zamanında ödememiştir. Kanuni faiz oranı enflasyon oranından düşük olduğu için, Bayan Akkuş zarara uğramıştır. Enflasyon birçok ülkede ciddi bir sorun olmuştur ve olmaktadır ve hükümetler enflasyonla mücadeleyi ekonomi politikalarının başlıca konusu olarak görmektedirler. İnsan hakları konusundaki kurallar  bu mücadelede etkili bir yöntem değildir. Enflasyonun genel etkisi, ekonomik hayatı bir bütün olarak etkilemesi ve kişiler üzerindeki yansımasıdır, hatta sıkça ciddi olarak, seyrek bir biçimde, veya en azından bu davada olduğu gibi değil ama, sadece kendi fikrim olarak, kişisel ve özeldir.

DİPNOTLAR

Davanın numarası 60/1996/679/869’dur. İlk numara, ilgili yılda mahkemeye getirilen davalar listesindeki davanın yeridir (ikinci numara). Son iki numara, mahkemenin başından beri önüne getirilen davaların listesindeki yerini ve Komisyon’a sunulan benzeri başvurular arasındaki yerine işaret eder.

A Kuralları, 9 numaralı protokol yürürlüğe girmeden önce mahkemeye getirilen tüm davalara uygulanır (1 Ekim 1994) ve sonra da sadece bu protokol ile bağlı olmayan  devletlere uygulanır. Onlar, sonradan birçok kez değiştirildiği üzere 1 Ocak  1983 tarihinde yürülüğe giren kurallara benzer.
Kayıt memurunun notu: Pratik nedenler yüzünden bu ek, kararın basılmış şekliyle çıkacaktır (Hükümler ve Kararlar – 1997 Raporlarında), ancak Komisyon raporunun bir kopyası kayıt ofisinden sağlanabilir.

İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
ERDAGÖZ/Türkiye Davası*

(127/945/74)
22 Eylül 1997
Bu davada Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 43. Ve Divan Içtüzüğü A’nın ilgili hükümleri uyarında Divan Şu üyelerden oluşmuştur: R.Bernhardt(Başkan), F. Gölcüklü, F. Matscher, L.E. Pettiti, Mr. J. de Meyer, A.N. Loizou, Sir John Freeland, Mr. B.Repik Mr. J. Casadevall. Ayrıca  Mr. H. Petzold, Katip, ve Mr. P.J.Mahoney, Yardımcı Katip

O L A Y L A R

I.  I.        Davanın Özel Koşulları

9. Bir Türk vatandaşı olan Bay Mehmet Erdagöz, vakanın oluşumu sırasında Adana’da bir dükkan sahibi idi. Halen Kars’ta oturmaktadır.

10. 3 Haziran 1992’de müracaatçı ve aile fertleri ile Bay H. A. ve arkadaşları arasında bir kavga çıkmıştır. Kavgadan sonra taraflar birbirleri aleyhine şikayette bulunmuşlar ve 16 Haziran 1992’de Savcılık, H.A. ve diğerlerini silahlı saldırı, cinayete teşebbüs, ve Ateşli Silahlar kanunu ile ilgili suçlarla itham etmiştir.

11.  Eylul 1992’de kimliğini bildirmeyen bir şahıs Bağlar polis karakoluna telefon ederek müracaatçının dükkanının taşlandığını ve camlarının kırıldığını ihbar etmiştir. Polis, -orada bulunmayan, olaydan da habersiz olan- müracaatçıdan önce duyumdan yarım saat sonra vaka mahalline gelmiş camların kırıldığını kaydederek bir hasar tahmini raporu düzenlemiştir.
Daha sonra o gece saat 5.30’da Bay Erdagöz olaydan haberdar olmuş ve dükkanını açmadan önce iş yerinin yeniden araştırılması Bağlar Karakolu Komiser Yardımcısı S.K.2dan boş vyere ricade bulunmuştur.
12. Ayrıca, olaydan şüphelendiği şahısların ve bu arada H.A.’nın adını da vermiş ancak resmi bir şikayette bulunmadan karakoldan ayrılmıştır.

Aynı gün polisle temas ettikten sonra onların tavsiyesi üzerine müracaatçı saat 10.45’te polis karakoluna gelerek dükkanının içinde bulduğunu söylediği iki mermi kovanı teslim etmiştir. Ayni zamanda H.A. hakkında, husumet nedeni ile saldırı düzenlemekten suç duyurusunda bulunmuş ve gözaltına alınmasını talep etmiştir. Bir polis ekibi suç mahallinde yeniden bir arama yapmıştır. Saat 11.30 yapılan tutanağa göre herhangi bir kurşun izine rastlanmamıştır.

13. 16 Mart 1993’te, 16 Eylül 1992’de vuku bulan olaylar nedeni ile H.A.’yı Adana Ceza Mahkemesine  sevk etmiş ve silah kullanmak, mala zarar vermek ve Ateşli Silahlar Kanuna muhalefetle suçlamıştır. 28 Haziran 1993’de , delil yetersizliğinden beraat kararı vermiştir.  28 Şubat 1994’te Temyiz Mahkemesi kararı onamıştır.

A.  A.    Müracaatçının Özgürlüğünün Kaldırılması

14.16 Eylul 1992’de saat 11.30’dan kısa bir süre sonra , bir önceki olaylar üzerine ve sahte delil düzenlemekten şüphelenilen müracaatçının davranışları nedeni ile Başkomiser Enver Tunç onu ve bu arada tutuklanmış bulunan H.A.’yı Emniyet müdürlüğü kamu düzeni dairesine sevk etmiştir. Sevk dosyasına koyduğu bir mektupta Komiser Tunç şunnları belirtmiştir:

“Mehmet Erdagöz’ün sık sık karakol personeli hakkında asılsız şikayette bulunmuş olması, kendisi ile H.A. arasında husumet bulunması, evvelce de polis ve adli makamları kötüye kullanması, Erdagözün olayları anlatış tartzından silahlı bir saldırının muhtemelen gerçek olmaması, kendisinin ruhsatlı bir silahı olmasına karşılık ruhsatsız bir silahının daha var olması ihtimali ve çelişkili beyanlarda bulunmuş olması nedeni ile H.A. ile birlikte daha etraflı bir şekilde sorgulanmak üzere Emniyet Müdürlüğüne nakledilmişlerdir.

“Bu itibarla, bu şahısların başka bir suçtan aranıp aranmadıklarını, sonuçtan bize, kamu düzeni bölümüne ve cinayet araştırma bölümüne bilgi verilmesini rica ederim”

15. 17 Eylül 1992 tarihli emri ile baş komiser, H.A. ile müracaatçıyı, sahte suç bildirisinde bulunmak suçundan sanık olarak savcılığa havale etmiştir.

16. Ayni gün, Tunç tarafından alınan ifadeleri ile birlikte müracaatçı ve H.A. Adana Savcılığına çıkmışlardır. Bay Erdagöz ayni gün belirtilmiyen bir saatta serbest bırakılmıştır.

B.  B.    Müracaatçının Polise Karşı Şikayeti

l.  l.        İlk şikayet

17. 17 Eylül 1992’de müracaatçı Başkomiser ve Komiser yardımcısı S.K. hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunmuş ve şikayetçi olmuştur. İddiasına göre, 3 Haziran 1992’deki kavga (bknz. Para. 9) şikayet edilen şahıs olayı yanlı bir şekilde tutanağa geçirerek yetkisini kötüye kullanmıştır. S.K.’da 15 ve 16 Eylul gecesindeki olaylardan sonra karakola gittiğinde kendisine kötü muamelede bulunmuştur.

18. Ertesi gün Erdagöz Adana SSK hastahanesinde tıbbi muayeneye tabi tutulmuştur. Ayni gün hazırlanan muvakkat rapor şu yaraları belirtmektedir: sırtın sol tarafında sathi sıyrık ve her iki dizin altında çürük ve şişlikler. 24 Aralık 1992’de Adana Adli Tıp Enstitüsünden bir doktor 18 Eylul tarihli raporu doğrulayan bir rapor düzenlemiştir.

19. 29 Aralık tarihinde Adana savcılığı bir araştırmadan sonra takibatı durdurmuştur. Yetkinin suistimal edildiğiği iddiasını doğru bulmamış ve başkomiser hakkında  tahkikata lüzum görmemiştir. Kotü muamele yüzünden vaki şikayet konusunda da aşağıdaki hususları belirtmiştir:

“18 Eylül 1992 tarihinde alınan bir telefon mesajında 677.sokak 62B’deki dükkanın camlarının kırıldığının bildirilmesi üzerine Başkomsiser Muavini S.K. vaka mahalline bir polis ekibi göndermiştir. Bu ekip saat 3.30’da raporunu hazırlamıştır. Ayni gün saat 7’de şikayetçi, olay hakkında şikayette bulunmak üzere karakola gitmiştir. Şikayeti kayda geçirilirken, resmi bir şikayette bulunmaktan vazgeçmiş ve karakoldan ayrılmıştır. Daha sonra geri gelerek dükkanında iki boş kovan bulduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Karakol amiri Enver Tunç ilk ifadenin  değiştirilmesini emrederek  dükkana bir ekip göndermiştir.  Ayni gün 11.30’da ekip dükkanda hiç bir kurşun izine rastlanmadığını belirten bir tutanak tutmuştur. Bu şekilde kurşun izi bulunmayınca, şikayetçinin suçladığı H.A’nın tutuklanmasını sağlamak amacı ile bu sahta mermi kovanlarını ortaya çıkardığı düşünülmüştür. Bu yüzden Başkomiser Tunç onu sorgulanmak üzere cinayet masasına göndermiştir. 17 Eylul 1992 tarihli bir emirle de müracaatçı ve H.A. savcılığa gönderilmiş ve ilk şahsın sahte suç ihbarında bulunduğu şüphesi ifade edilmiştir.

Başkomiser Tunç tarafından gönderildiği SSK hastahenesinde olaydan iki gün sonra 18 Eylul 1992’de tanzim edilen tıbbi raporda darp ve yaralama izleri zikrediliyorsa da , raporda adı geçen yaralara Komiser muavininin darbeslerinin neden olduğuna dair inandırıcı delil bulunmamaktadır. Bu itibarla onun yargılanması için delil yetersizdir.”
20. 27 Ocak 1993’te müracaatçı tahkikatın durdurulması kararına karşı Tarsus Asliye Mahkemesinde itirazda bulunmuş ve 23 Şubat 1993’te itiraz reddedilmiştir.

21. 8 Mart 1993’te müracaatçı Adalet Bakanuına yasa çıkarı bakımından temyiz talebinde bulunması için müracaat etmiş ve 29 Mart 1993’te Adalet Bakanı bu talebi reddetmiştir.

2.İkinci Şikayet

22. Tahkikat sırasında Bay Erdagöz, başkomiser ile diğer bir polis memuru olan A.K. hakkında bir şikayette bulunarak, şikayetçinin kendisi olmasına rağmen hakarette bulundukları ve kırk-sekiz saat süre ile kendisini polis nezaretinde tuttuklarını iddia etmiştir.

23.  6 Aralık 1993 tarihinde Adana savcılığı aşağıdaki nedenlerle takibatı durdurmuştur:

“Bununla beraber, tahkikat dosyası (dava no.1992/22569) ve dava ile ilgili hazırlık tahkikatı gösteriyor ki, şikayetçi 16 Eylül 1992 tarihinde karakola giderek dükkanının camlarının kırıldığına ve bundan sorumlu olan şahsa karşı şikayette bulunmak istediğini şifahen beyan etmiştir. Kendisinden bir isim veya şahit ibraz etmesi istenmiş, polis karakolunu terk ederek gitmiş ve ili saat sonra elinde delil olarak sunmak istediği iki boş mermi  ile dönmüştür. Polis Erdagözün iddialarını doğrumak üzere vaka yerine gitmiş ancak camların kırıldığını ancak bu kırılmanın tabanca kurşunu ile yapıldığına dair bir iz bulamamıştır. Müracaatçının geçmişi dolayısile kendisi sahte bir suç duyurusunda bulunduğundan şühelenilmiş ve bu yüzden tahkikatın amacı değiştirilerek iki yönde tahkikat yapılmıştır. Bununla beraber polis suç işlendiğine dair delil bulamadığından şikayetçi, 17 Eylul 1992 tarihli emirle savcılığa gönderilmiştir. İddia ettiği gibi polis nezaretinde 48 saat tutulmamış ancak tahkikatın tamamlanması için mecburen 24 saat tutulmuştur. Ayrıca kendisine kötü muamele yapıldığı destekliyecek bir delil de bulunamamıştır.”
24. 14 Şubat 1994’te müracaatçı, takibatın durdurulması kararına karşı  Asliye Mahkemesinde itirazda bulunmuş ve özellikle polis karakolunda iki gün tutulduğunu ve polisin bunu, kendisinin daha önce yerel mahkemelere ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna şikayette bulunmuş olduğu için yaptığını iddia etmiştir. 7 Mart 1994’te Tarsus Asliye Mahkemesi müracaatı reddetmiş ve 24 Haziran 1994’te de Adalet Bakanı kamu yararı için temyizde bulunması için verdiği dilekçeyi reddetmiştir.

II. İLGİLİ İÇ HUKUK

A. Anayasa

25.  25.    Anayasanın 19 § 8 Maddesi şöyledir:
1.
2.    “Bir şahsın tutuklanıp serbest bırakılmadığı hallerde, gereksiz ve haksız gecikmeleri önlemek için kendisinin, tutuklama mahallinden en yakın soruşturma hakimine götürülmesi için gereken zaman hariç yirmi dört saat içerisinde soruşturmayı yürütecek hakimin huzuruna çıkarılması gerekir.”
3.
4. B.  Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
5.
6. 26. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun  olay zamanında yürürlükte bulunan 128 § 1 Maddesi şu hükmü içermektedir
7.
8. Yakalanan şahıs bırakılmazsa lüzumsuz veya muhik olmayan bir gecikmeye meydan vermeyecek surette ve yakalanma yerine  en yakın sulh hakimine gönderilmesi için kırksekiz saat içinde bu sulh hakiminin önüne çıkarılır ve sorguya çekilir.
9.
10. C: Ceza Kanunu
11.
26.  26.    Ceza Kanununun ilgi hükmü aşağıdadır:

Madde 245

“Kuvvei cebriye imaline memur olanlar ve bilumum zabıta ve izhar memurları memuriyetlerini icrada ve mafevkinde bulunan amirin emrini infazda kanun ve nizamın  tayin ettiği ahvalde başka bir surette bir kimse hakkında suimuamele veya cismen ceza verecek hale cüret eder yahut o kimseyi darp ve cerheylerse üç aydan üç seneye kadar  hapis ve muvakkaten memuriyetten mahrumiyet cezaları ile  cezalandırılır.”

Madde 266

“Bir kimse resmi sıfatı haiz olan bir memurun huzurunda ve ifa ettiği vazifeden dolayı, şeref veya şöhretine vakar ve haysiyetine kavlen veya fiilen taarruz ve hakarette bulunursa…..cezalandırılır”

Madde 283

” Vuku bulmadığını bildiği bir suçu Adliyeye veya keyfiyeti Adliyeye tevdie memur olan bir makama  veya kanuni takip yapacak veya yaptırabilecek bir mercie  vuku bulmuş gibi ihbar ile  yahut vaki olmayan bir suçun eserlerini takibata mümaşeret  olunabilecek  derecede uyduran kimse….mahkum olur”

Madde 285

“Herkim Adliyeye veya keyfiyeti Adliyeye tevdie mecbur olan bir makama veya kanuni takip yapacak veya yaptırabilecek bir mercie ihbar veya şikayette bulunarak suçsuz olduğunu bildiği bir kimseye bir suç isnat eder yahut o kimse aleyhinde böyle bir suçun maddi eser ve delillerini uydurursa isnat eylediği suçun nevi ve mahiyetine ve uydurduğu delillerin kuvvetine göre…hapis olunur.”

D. 466 sayılı Kanun

28. 466 Sayılı kanunun ilgili hükümleri şunlardır:

1. 1.      Anayasa ve Yasalara uygun olmayan durum ve koşullarda tutuklanan veya gözaltına alınanların,
2. 2.      Tutuklanma veya gözaltına alınma nedenlerinin derhal kendilerine bildirilmeyenler,
3. 3.      Tevkif veya gözaltına alındıktan sonra ilgili yasaya göre tesbit edilen süre içerisinde bir adli memur huzuruna çıkarılmayanların,
4. 4.      Bir adli memurun huzuruna çıkarılması için tayin edilen süre aşıldıktan sonra bir mahkeme emri olmaksızın özgürlüğün mahrum edilenlerin,
5. 5.      Tutuklama veya gözaltına alınma keyfiyetleri derhal yakın ailesine bildirilmeyenler,
6. 6.      Yasaya göre tutuklandıktan veya gözaltına alındıktan sonra haklarında dava açılmayanlar ….veya mahkemeden sonra beraat edenler veya serbest bırakılanların
7. 7.      Gözaltında tutuldukları süreden daha kısa bir süre için hapse veya sadece para cezasına mahkum edilenlerin

Uğradıkları zarar devlet tarafından tazmin edilir.”
Madde 2 § 1

1. Maddede belirtilen nedenlerle zarara uğrayanlar, …tazminat taleplerini.i,kamet ettikleri bölgeden sorumlu Asliye Mahkemesine, taleplerinin mesnedini teşkil eden iddialar hakkındaki kararın katiyet kesbetmesi tarihinden itibaren üç ay içerisinde sunabilirler.”
KOMİSYONDAKİ İŞLEMLER

29. Müracaatçı 1 Mayıs 1993’te Komisyona başvurmuştur. Sözleşme’nin 3 ve 5§ 1 Maddelerine dayanarak, polis memurları tarafından kötü muameleye maruz bırakıldığı ve “polis nezaretin tutulmasının” yasa dışı olduğu iddiasile şikayette bulunmuştur.

30. Komisyon 3 Aralık 1995 tarihinde müracaatı (no.21890/93) kabul etmiş, hükümetin Sözleşmenin 29. Maddesinin uygulanması isteğini reddetmiştir. 23 Mayıs 1996 tarihli raporunda (Madde 31) Komisyon oy birliği ile Sözleşmenin 3 Maddesinin ihlalinin vaki olmadığını ancak 5 Maddenin ihlal edildiği görüşünü ifade etmiştir.

YASAYA GELİNCE

I. I.       DAVANIN KAPSAMI

31. Komisyon huzurunda Bay Erdagöz, Bağlar karakolunda kendisinin sözde maruz kaldığı kötü muamelelere ve “polis nezaretinde tutulmasından” şikayet etmiş ve Sözleşmenin 3. ve 5. Maddelerine dayanmıştır.

32. Davayı Mahkemenin huzuruna getirme müracaatında (Sözleşmenin 48.d Maddesi) Hükümet, Mahkemeye aktarılan dava kapsamını Madde 5§1’I ilgilendiren hususlara indirgemek istemiştir. 3. Madde ile ilgili olarak Komisyonun görüşüne katıldıklarını bildirmişlerdir. Duruşmada müracaatlarının Komisyonun bu bölümünü ilgilendirmediğini zira konunun  Sözleşmenin 45.Maddesinin uygulama veya yorumu bakımından bir sorun çıkarmadığını beyan etmişlerdir. 32§1 Maddesi gereğince ilgili husus Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin yetki alanına girmektedir.

33. Müracaatçı ile Komisyonun Delegesi buna itiraz etmişlerdir. Davalı Devlet davayı Mahkemeye sunarken, tek taraflı olarak Mahkemenin yetkisini kısıtlayamaz; böyle bir kısıtlama genel prensiplere aykırı olur.

34. Mahkeme, Sözleşme hükümlerinin Mahkemeye atıfta bulunan hükümlerinin özellikle 43.45. ve 48 Maddelerinin İngilizce metinlerinde “case” (dava) tabirini kullandığını ve davanın bir sorunu veya bir yönünü belirtmediği not etmektedir.  Davanın çevreminin (compass of the case), raporun muıtevası ile değil kabul kararı ile kısıtlandığı yinelenmiştir.(bkz. Guzzardi/Italya Kararı 6
Kasım 1980, A Serisi no.39.s.39§106)

35. Şu var ki, Mahkeme, daha önce kendisine sunulan hususların, Komisyonun üzerinde fikir ifade ettiği bir veya daha fazla soruyla tahdit edilmesi hususunda genel bir karar almadan, kapsamın iki davada kısıtlanmasını kabul etmiş bulunmaktadır (Bkz: Loizidou/Türkiye 23 Ocak 1995, Seri A. no.310 s.20§54 ve Nsona/Hollanda Kararı 28 Kasım 1996, Reports of Judgements and Decisions s.2007§ 115). Bununla beraber, ilk davada Hükümet ve ikinci davada ise müracaatçılar , dava kapsamının kısıtlanmasını ya istemişler ya da bunu kabul etmişlerdir, ve buna davaya katılan diğer kimseler tarafından bir itiraz vaki olmamıştır.

36. Bu itibarla Divan kendine aksettirilen dava üzerinde tam yargı hakkına sahip olduğundan, Hükümetin dava kapsamının Madde 5§1’e giren hususlarla ksıtlanması ricasını reddeder.

I. SÖZLEŞMENİN 3. MADDESİNİN İHLALİ İDDİASI

37. Bay Erdagöz Sözleşmenin,
“Hiç bir kimse işkende veya gayriinsani veya alçaltıcı bir muamele veya cezaya tabi tutulmayacaktır”
hükmüne aykırı bir muameleye uğradığını iddia etmektedir.

İfadesine göre, dükkanına vaki saldırı için ilk defa polis karakoluna gittiğinde Baş komiser Muavini S.K. tarafından dövülmüş ve hakarete uğramış ve şikayeti zapta geçirilmeden karakoldan kovulmuştur. Daha sonra kendisi, Emniyete müracaat ederek ilgi memurlar hakkında şikayette bulunmuştur. Daha sonra, Emniyet müdürünün tavsiyesi üzerine karakola geri gönmüş ve iki boş kovanı delil olarak sunmuştur. 18 Eylül ve 24 Aralık tarihli tıbbi raporlar onun maruz kaldığı kötü muamelenin reddedilemez ispatını sağlamaktadır.

38. Hükümet, herhangi bir gözlemde bulunmamıştır.

39. Komisyon müracaatçının iddiasına karşı çıkmıştır. Kendisi olaylar hakkında muğlak ifadelerde bulunmuş iddia ettiği kötü muamelenin ne tarz ika edildiği hakkında hiçbir bilgi vermemiştir; bu tafsilatın verilmemiş olması Bay Erdagöz’ün iddiaları hakkında ciddi bir şüphe uyandırmaktadır. Davanın olayları tüm olarak ele alındığında özellikle müracaatçının 5.30 ile 10.45 arasında karakolda bulunmayışı, tıbbi raporlarda belirtilen yara izlerinin davalı Devletin sorumlu tutulabileceği bir muameleden ileri geldiği iddiasını desteklememektedir.

40. Divan, olayların tespitinin ve doğrulanmasının esas itibarile Komisyonun bir işi olduğunu teyit eder  (Madde 28§1 ve 31).  Bununla beraber, Divan Komisyonun bulguları ile bağlı olmayıp önündeki verilerin ışığı altında kendi değerlendirmesini yapmakta serbesttir (diğerleri arasında bkz: Klaas/Almanya Kararı 22 Eylül 1993, Seri A. n.269 s. 17, § 299. Buna ilaveten, kendini, görevi kendilerine sunulan delilleri incelemek olan milli mahkemelerin yerine koymak da Divanın bir prensibi değildir (bkz. Ribitsch/Avusturya Kararı 4 Aralık 1995).

41. Eldeki davada birkaç olay, Bay Erdagöz’ün iddia ettiği gibi, dükkanına vaki hasar hakkında şikayette bulunmak için karakola ilk gittiğinde Madde 3’ün yasakladığı türde bir muameleye maruz kaldığı hakkında ciddi şüphe uyandırmaktadır.

Evvela, kendisine 16 Eylül günü saat 5.30’da kötü muamele yaptığı iddia edilen polis memurları hakkında emniyete şikayette bulunulduğuna dair dosyada hiç bir iz bulunmamaktadır.

İkinci olarak, müracaatçı, önce yaralarını tespit edecek olan doktor raporu almadan ertesi günü savcının huzuruna çıkmadan önce kendisine kötü muamele yapıldığı şikayetinde bulunmamıştır (Bkz: para 17).

Son, olarak da, ilki olaydan iki  gün sonra tanzim edilmiş bulunan doktor raporunda yaraların ne zaman nasıl hasıl olduğuna dair bir kayıt bulunmamaktadır (bkz. para 18).

42. Böyle olunca, Divan, müracaatçının vücudunda bulunduğu 18 Eylül 1992 tarihli tıbbi raporda zikredilen yara ve darbe izlerinin, Komiser muavini tarafından ika edildiği iddia edilen kötü muameleden ileri geldiği hususunun ispatlanamamış olduğunu belirten  29 Aralık 1992 (kz: para 19) tarihli takipsizlik emrindeki bulguları reddeden bir delile sahip bulunmamaktadır.

43. Buna göre, Divan Madde 3’ün ihlal edildiği kanısında değildir.

III. SÖZLEŞMENİN 5. MADDESİNİN İHLALİ İDDİASI

44. Müracaatçı, Sözleşmenin 5. Maddesinin “Herkes özgürlük ve kişisel güvenlik hakkına sahiptir. Aşağıdaki haller  ve kanunun öngördüğü usuller dışında hiç bir kimse özgürlüğünden mahrum edilemez:
“c. Bir şahsın, yasal bir otoritenin huzuruna, bir suç işlediğine dair makul bir şüphe bulunması nedeni ile veya bir suç işlemesinin önlenmesi için makul bir gereksinim bulunması ve suç işledikten sonra firar etmesini önlemek amacı ile tutulama veya gözaltına alma….” hükmünün 16-17 Eylül günleri özgürlüğünün kaldırılması yüzünden ihlal edildiğini iddia etmiştir.

Komisyon bu iddiayı kabul etmiş Hükümet ise reddetmiştir.

A.  Hükümetin Hazırlık İtirazı

45. 45.    Hükümet, 7 Mayıs 1974 tarih ve 446 sayılı yasa ile, yasal olan veya olmayan  şekillerde tutuklanmış bulunan şahıslara belirli şartlarda tazminat verilmesini öngördüğü halde müracaatçı bunu görmezden geldiği cihatle iç yasa yollarının tüketilmediğini belirtmiştir. Ayrıca, kendisi  özgürlüğünden mahrum edilen şahısların bir adli makam nezdinde dava açabileceğini belirten Anayasanın 18 §8 Maddesine göre de işlam yapmamıştır.
12.
46. 46.    Divan, bu itirazı  Komisyona sunulmamış olduğu cihetle davayı durdurma nedeni saymayı kabul etmemiştir.
13.
14.
15.
16.
17. B. Şikayetin Değerlendirilmesi
18.
47. 47.    Bay Erdagöz , karakola, dükkanına karşı işlenilmiş olan suçun delillerini sunmak için gitmiş olmasına karşın, özgürlüğünden mahrum edildiğini yasal süreyi aşan bir şekilde polis nezaretinde tutulduğunu iddia etmiştir. Kendisinin “polis nezaretinde tutulması” bir suç işlediğine dair makul bir şüphenin mevcut olmasından değil daha önce haklarında şikayette bulunduğu polis memurlarının kendisine karşı iğbirarlarından ileri gelmiştir. Sahte delil uydurmuş olsa daha polis nezaretine alınmış olmasına cevaz verilmez. Kendisinin, savcı huzuruna çıkarılması ve onun da, gerek gördüğü takdirde delil uydurmak suçu ile dava açması gerekirdi. Son olarak, “polis nezaretinde tutulma” süresi yasal limit olan 13 saati aşmıştır.
19.
48. 48.    Hükümetin  belirttiğine göre Bay Erdagöz’ün nakli kendisini polis nezaretine almak amacını değil, kendisi ile H.A. arasında uzun süredir devam eden kavga ile ilgili olarak tafsilatlı bir ifade almak için yapılmıştı. Müracaatçının çok kısa bir süre için özgürlüğünden mahrum edilmesi, kendisinin çelişkili ve hatta suç teşkil eden davranışından ileri gelmiştir; zira, onun Ceza Kanununun 266, 283 ve 285. Maddelerine göre suç teşkil eden delil uydurmak suretiyle adaleti yanlış yola sevk etmeye teşebbüs ettiğine dair  şüphe yaratmıştır. Bu davranış, polisi vaka mahallinde yeniden araştırma yapmaya ve müracaatçıyı  sorgulanmak üzere emniyete göndermeye sevk etmiştir.  Polisin bu kadar hızlı hareket etmesinin amacı ise, delillerin saklanması veya delil uydurulmasını önlemek ve müracaatçı ile H.A. arasında ayni mahallede yeni hadiselerin tekrarına mani olmaktı.
20.
49. 49.    Komisyon, diğer hususlar arasında, Hükümetin , belirttiği suçun işlendiğini araştırma için herhangi bir adli tahkikat başlatılmadığı cihetle müracaatçının bir suç işlediğine dair  “makul bir şüphe” olmadığı görüşünü ifade etmiştir. Komisyon Temsilcisi,  müracaatçıyı 11.30’dan ertesi günü belirlenmeyen bir saate kadar nezarette tutup, ayni gün savcı huzuruna getirmediği cihetle polisin onun suç işlediğine inanmış olduğunun izah bulunmadığını ifade etmiştir.
21.
50. 50.    Divan, Komisyonun Madde 5 § 1’e göre şikayetin kabul etmiş olmasının, müracaatçının bir suç işlemiş olduğuna dair makul bir şüphe olmaksızın özgürlüğünün kaldırılmasının Madde 5 § 1’e aykırı görülmesinden ibaret olduğunu not etmiştir. Yasal sürenin aşılıp aşılmadığı Komisyonun kabul kararında ya da raporunda zikredilmemiştir.
22.
51. 51.    Divan şu hususu belirtir ki,  müracaatçı hakkında iddianame tanzim edilmemiş veya mahkeme huzuruna çıkarılmamış bulunması, gözaltına alınmasının amacının  Madde 5 § 1’e uygun olmadığı anlamına gelmesi şart değildir. Böyle bir amacın varlığı amacın gerçekleşmesinden ayrı olarak incelenmelidir; 5 § 1 Maddesinin (c) fıkrası polisin tutulma anında veya tutuklama süresinde iddianame tanzimi için yeterli delil temin etmiş olmasını önkoşul saymamaktadır (Bkz: Brogan ve Diğerleri / İngiltere Kararı 29 Kasım 1988, Seri A. No. 45-B, p 29 § 53). Gözaltı sırasında sorgulamanın amacı, Madde 5 § 12’in  (c) fıkrasına göre, tutuklamaya neden olan şüphenin doğrulanması veya ortadan kaldırılmasıdır. Böylece, şüpheye neden olan veriler, daha sonraki safha olan cezai tahkikat sırasında ortaya çıkan hükme veya iddianame tanzimine yetecek düzeyde olmayabilir (Bkz: Murray/İngiltere Kararı, Seri A. no. 300, s.27, § 55 ).  Bununla beraber, makul bir şüphenin mevcut olması için, şahsın suç işlemiş olabileceğine dair tarafsız bir şahsı tatmin edecek  vakıa veya bilginin bulunması gerekir (Bkz: Fox, Campbell ve Hartley/İngiltere Kararı, Seri A no. 182 s. 16, § 32).
23.
52. 52.    Eldeki davada şüphe gereken düzeydedir zira belirli vakıalara dayanmaktadır (bkz: para. 10,11 ve 23). Bunlar, özgürlüğün kaldırılması amacının, müracaatçının olmayan bir suç duyurusunda bulunduğu ve delil uydurduğu şühesini doğrulamak veya ortadan kaldırmak amacının güdüldüğünü göstermektedir. Başkomiser, biri 16 Eylul (bkz.para 14) diğer 17 Eylul (bkz.para 15) tarihli her iki mektubunda da  müracaatçının bir suç işlemiş olduğundan şüphelenildiğini beyan etmiştir. Müracaatçının davranışı ve bahis konusu suçun niteliğini dikkate alan Divan, 6 Aralık 10093 tarihinde (bkz.para23) savcılığın Erdagöz’ün, hakkındaki tahkikatın tamamlanması için yirmi-dört saat gözaltında tutulduğu bulgusunu kabul etmemek için bir neden görmemiştir.
24.
53. 53.     Bu itibarla, özgürlüğün kaldırılmış olması, Madde 5, para1 (c) karşısında haklı bulunmuştur.

54. Sonuç olarak mezkur hükmün ihlali vaki değildir.

BU NEDENLERLE DİVAN

1. 1.      Davanın kapsamının Sözleşmenin 5 § 1Maddesindeki hususlara inhisar ettirilmesi dileğini oybirliği  reddetmiştir
2. 2.      Sözleşmenin 3 Maddesinin ihlal edilmediğini oybirliği ile tesbit etmiştir.
3. 3.      Sözleşmenin 5 § 1 maddesi ile ilgi olarak hükümetin ilk itirazını oybirliği ile reddetmiştir.
4. 4.      Sözleşmenin 5 § 1. Maddesinin ihlal edilmediğini ikiye karşı yedi oyla tesbit etmiştir.

Ingilizce ve Fransız olarak hazırnan işbi karar 22 Ekim 1997’de Strasbourg Insan Hakları Sarayında açık oturumda tefhim edilmiştir.

İmza: Rudolf Bernhardt, Başkan
İmza: Herbert Petzhold, Mukayyit

 

Sözleşmenin 51 § 2 Maddesi ve Divanın 53 § 2 Maddesi gereğince bu karara aşağıdaki ayrı görüşler eklenmiştir:
(a) (a)     Gölcüklü, Matscher ve Pettiti’nin müşterek uyumlu görüşü;
(b) Loizou ve Sir John Freeland’ın Müşterek Kısmen Uyumlu Kısmen Karşıt Görüşü
GÖLCÜKLÜ, MATSCHER VE PETTİTİ’NİN
MÜŞTEREK UYUMLU GÖRÜŞÜ

Kanaatimizce, Komisyonun üzerinde fikir ifade ettiği bir veya daha fazla şikayetten oluşan bir davada, Sözleşmenin 48. Maddesi bir devlete, Divana sunuşunu kısıtlı tutma hakkını verir (Mevcut davada Madde 5§1’in ihlali ile ilgili şikayet) şu şartla ki, bu tür şikayet arı esasa dayansın ve bunun sonucu olarak esas davadan ayrılabilir nitelikte olsun. Kanaatimizce, genel usul kurallarından bu anlaşılabilir. Bu ayni zamanda, esas itibariyle Divanın Loizidou/Türkiye Kararı (Hazırlık itirazları) Mart 23, 1995, Seri A. no. 310, §54 ve Nsona/Hollanda (28 Kasım 1996, §115) Kararı iye uyumludur.

Ayrıca 28(b), 32§1, 43,45 ve 47. Maddelerinin Fransızca metinlerinde “case” olarak  kullanılan terminolojinin yukarıdaki görüşü zayıflattığı kanısında değiliz; özellikle, adı geçen hükümlerin amacı Divana sunulan ihtilafın amaç ve kapsamının  çevrimini sağlamak değildir. Karşılık olarak kullanılan İngilizce terminolojinin yer yer farklılık gösterdiğini not etmiş bulunuyoruz.

Bahis konusu şikayet ile ilgili olarak Divan herhangi bir ihlal tespit etmediği cihetle bu davada sorun teorik olarak kalmaktadır.

İşte bu nedenle bu meselede (işlev hükümlerinin l. noktası) , kana¬atimizce ayrı bir tek şikayeti Divana getirmek uyumlu ise de Divanın diğer üyeleri ile birlikte oy kullanmış bulunuyoruz.

LOIZOU VE SİR JOHN FREELAND’IN
MÜŞTEREK KISMEN UYUMLU KISMEN KARŞIT GÖRÜŞÜ

1. Madde 5 § 1  (c) ‘nin    ihlalinin vaki olmadığı hususu hariç Divanın, vardığı sonuçların çoğunluğu ile mutabık bulunmaktayız. Aksine, ilgili vakıaların ışığı Komisyonun müttefik görüşü gibi bu hükmün ihlal edildiği sonucuna varmış bulunuyoruz.

2. .Bu sonuca varmamızın nedeni, müracaatçının tutuklanması ve gözaltında tutulması için Hükümetin  dayandığı deliller,  idari makamların, Madde 5 § 1 anlamında ve onun bir suç işlediğine dair   “makul bir şüphe”nin oluşması için yeterli değildir (Bkz: Fox, Campbell ve Hartley İngiltere Kararı, 30 Ağustos 1990, Seri A, no. 182, ss.16 ve 18)   3. Olay şudur: polis, müracaatçının dükkanına g,itmiş dükkanın taşlandığını ve camların kırıldığını görmüştür. Olay kendilerine kimliği belli olmayan bir şahıs tarafından telefonla ihbar edilmiş , dükkana gittiklerinde hasarı görmüşler ve bir zabıt tutmuşlardır.  Müracaatçı üç saat kadar sonra olay yerine geldiğinde dükkanını açmadan önce yeniden tesbit yapılmasını istemiştir. Olaydan şüphelendiği şahısların bu arada H.A.’nın adını vermiş ancak bir şikayette bulunmadan karakoldan ayrılmıştır. Daha sonra tekrar karakola gelerek dükkanında bulduğu boş iki kovanı teslim etmiş ve H.A.’nın tevkif edilmesini istemiştir. Kısa bir süre sonra bir polis ekibi dükkana gitmiş, orada ateş açıldığına dair hiç bir iz bulamamış ve kendisi delil uydurduğu şüphesi ile gözaltına alınmıştır. Ertesi günü belli olmayan bir saate kadar da serbest bırakılmamıştır. Altı ay kadar sonra Adana savcısı, Adana Ceza Mahkemesinde, saldırıyı yaptığı iddia edilen şahıs hakkında “ateşli silahla tehdit, hasara neden olma ve ateşli silahlara dair yasaya aykırı davranma” nedeni ile dava açmıştır. Müracaatçı hakkında polise uydurma delil sunduğu ve hükümetin dayandığı Ceza Kanunu hükümlerini ihlal ettiği nedeni ile bir cezai soruşturma yapılmamıştır. Bundan başka, Baş komiser Tunç’un mektubunun tonu ve müteakip olaylar (bkz. Para 14, 15 ve 16) bir cezai tahkikatı haklı gösterecek bir tutuklamaya neden olacak ‘suç işlendiğine dair makul bir şüphe” oluşması için yeterli bir şüphe düzeyinin var olduğunu göstermemektedir. 4. Bu durumda, davalı Devletin kendi görevi olan ispat mükellefiyetini yerine getirdiğinden tatmin olmamış bulunuyoruz.

İnsan Hakları Mahkemesi Kararı

AYDIN/Türkiye Davası*

(57/1996/676/866)
25 Eylül 1997

Bu davada Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 51. Ve Divan İçtüzüğü A’nın hükümleri uyarınca Divan şu üyelerden oluşmuştur: R. Ryssdal (Başkan), R. Bernhardt, Thor Vilhjalmsson, F. Gölcüklü, F. Matscher, L. E. Pettiti, B. Walsh, C. Russo, J. De Meyer, N. Valticos, E. Palm, R. Pekkanen, A. N. Loizou, John Freeland, A. B. Baka, M. A. Lopes Rocha, L. Wildhaber, J. Makarczyk, D. Gotchev, K. Jungwiert, P. Kuris; H. Petzold (kayıt memuru), P. J. Mahoney (Kayıt memur yardımcısı)
DAVANIN ESASI
1. Başvurucu

13. Başvurucu Bayan Şükran Aydın Kürt kökenli bir Türk vatandaşıdır. Kendisi 1976 yılında doğmuştur. Olayların olduğu zaman 17 yaşında ve ailesi ile birlikte Taşıt Köyünde yaşıyordu. Bu köy, jandarma bölge merkezinin de bulunduğu Derik ilçesine yaklaşık 10 kilometre uzaklıktadır. Başvurucu, kendisini Komisyon’a başvurmaya iten olaylardan önce köyünün dışına hiç çıkmamıştı.

2. Güneydoğu Türkiye’deki durum

14. Takriben 1985 yılından itibaren güvenlik güçleri ile PKK (Kürdistan İşçi Partisi) üyesi güçler arasındaki ciddi çatışmalar olmaktadır. Hükümete göre bu çatışmalar şimdiye kadar 4036 sivilin ve 3884 güvenlik görevlisinin hayatına mal olmuştur.
Divan, davaya bakmaya başladığı zaman Türkiye’nin Güneydoğu’sundaki onbir ilin onunda, 1987 yılından itibaren olağanüstü hal uygulanmaktaydı.

I. DAVANIN ÖZEL KOŞULLARI

15. Davadaki olaylar tartışmalıdır.

A. Başvurucunun gözaltına alınması

16. Başvurucuya göre, 29 Haziran 1993 tarihinde köy korucuları ve jandarma subaylarından oluşan bir grup köye gelmiştir. Başvurucu, bu grubun geliş saatini akşam üzeri saat 5 olarak belirtmiş olmasına rağmen, Komisyon, başvurucunun babası ve yengesinin hatırladıklarına dayanarak, bunun 29 Haziran sabah saat 6 civarında olması gerektiğini belirlemiştir.
17. Gruptan dört kişi anne ve babasının evlerine gelmiş ve ailesini, PKK üyelerinin eve, kısa süre önce yaptıkları  ziyaret konusunda sorguya çekmişlerdir (yukarıda 14. Paragrafa bakınız). Ailesi, tehdit edilmiş ve hakarete uğramıştır. Onlar, daha sonra, evlerinden zorla çıkartılan diğer köylülere katıldıkları köy meydanına götürülmüşlerdir.
18. Başvurucu, babası Seydo Aydın ve yengesi Ferahdiba Aydın, diğer köylüler arasından           seçilerek gözleri bağlanmış ve Derik jandarma merkezine götürülmüşlerdir.
19. Hükümet, başvurucunun ve ailesinden iki kişinin yukarıda tarif edilen koşullar altında alıkonulduğu iddiasına karşı çıkmıştır. 1993 tarihinde Derik jandarma merkezi komutanı olan Bay Musa Çitil, Komisyon üyelerine yaptığı, 12-14 Temmuz 1995 tarihinde Ankara’da şahitler tarafından da dinlenen sözlü açıklamasında olay günü köy ve çevresinde hiçbir operasyonun yapılmadığını ve hiçbir olayın kaydedilmediğini belirtmiştir. Bundan başka, Hükümet, başvurucunun olaylar hakkında yaptığı açıklamalara olan karşı tavrını desteklemek için, başvurucu ve ailesinin, hepsi komşu  köylerden olmalarına rağmen köy korucularından hiçbirisini tanımaması hususu gibi, köy korucularının sayısı ve olay zamanı ile ilgili olarak, yapılan açıklamalardaki tutarsızlıklara dikkati çekmiştir.

B. Başvurucuya gözaltı sırasındaki uygulanan işlem

20. Başvurucu, jandarma merkezine gelindiğinde babası ve yengesinden ayırıldığını iddia etmiştir. Kendisi, bazı safhalarda, üst kata, daha sonra “işkence odası” olarak tanımlayacağı  bir odaya götürülmüştür. Orada elbiseleri çıkartılmış, bir araba tekerkeğinin içine oturtularak çepeçevre döndürülmüş, dövülmüş ve üzerine tazyikli su sıkılmıştır. Daha sonraki bir safhada elbiseleri verilmiş ancak gözleri bağlı bir şekilde sorgu odasına götürülmüştür. Kapı kilitli olduğu halde,  askeri elbiseli bir kişi zorla elbiselerini çıkartmış, sırt üstü  yatırmış ve tecavüz etmiştir. Bu esnada kendisi büyük acılar ve kanlar içinde kalmıştır. Hemen sonra elbiselerini giymesi emredilmiş ve bir başka odaya götürülmüştür. Başvurucuya göre, kendisi daha sonra tecavüze uğradığı odaya geri getirilmiştir. Kendisi, bir çok kişi tarafından bir saate yakın bir zaman dövülmüş ve başına gelenler konusunda hiçbir şey söylememesi konusunda uyarılmıştır.
21. Hükümet, başvurucunun anlattığı olayların inanırlığına karşı çıkmıştır. Hükümet, 29 Haziran 1993 tarihinde Derik jandarma merkezinde herhangi birisinin gözaltına alındığı konusunda hiçbir kayıt olmadığını belirmiştir. Eğer, o tarihte başvurucu ve ailesi gözaltına alınmış olsaydı, görevli bekçi uygun prosedürü izler ve kayıtlara detayları yazardı. Karakol komutanı ve görevli bekçi, Komisyon delegeleri tarafından şahit olarak dinlenmiş ve her ikisi de o tarihte hiçbir kimsenin gözaltına alınmadığını onaylamışlardır. Ayrıca, terörist şüphelilerinin  sorgusu hiçbir zaman Derik merkezinde yapılmamış, Mardin il merkezinde yapılmıştır. Hükümet, ayrıca, başvurucunun kendisine gösterilen bina ve müştemilatını da tanıyamamasını önemli bulduğunu belirtmiştir. Hükümet, başvurucunun tecavüz iddiasının detayları ve savcı ile Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’ne sunulan saldırılar konsundaki raporlarda birçok tutarsızlığın olduğuna dikkat çekmiştir.

C. Gözaltına alınmanın sona ermesi

22. Başvurucuya göre, kendisi, babası ve yengesi, jandarma karakolundan 2 Temmuz 1993 gününde veya o günlerde götürülmüşlerdir. Kendileri, güvenlik güçleri tarafından dağlara götürülmüş ve PKK sığınaklarının yerinin gösterilmesi için sorgulanmışlardır. Buna mütaakip olarak da serbest bırakılmışlardır. Başvurucu, köyüne kendi imkanlarıyla geri dönmüştür.
Hükümet, başvurucunun serbest bırakılması ile ilgili söylediklerin, iddialarının inanırlığını zayıflattığına delil göstermiştir. Hükümet, güvenlik güçlerinin, üç gün boyunca teröristlerin nerede oldukları konusunda gözaltında tuttuktan sonra, başvurucu ve ailesinin üyelerini Taşıt’a 10 dakika uzaklıkta bulunan bir yere götürmüş olmalarının son derece safça olacağını iddia etmiştir.
D. Başvurucunun şikayetinin araştırılması
23. 8 Temmuz 1993 tarihinde başvurucu, babası ve yengesi ile birlikte, gözaltına alındıkları zaman uğradıklarını iddia ettikleri davranış hakkında şikayette bulunmak üzere, Derik’teki savcı Bay Bekir Özenir’in bürosuna gitmişlerdir. Savcı, herbirinin ayrı ayrı ifadelerine müracaat etmiştir. Başvurucu, dövülürken ve tecavüze uğrarken işkence gördüğünü bildirmiştir. Babası ve yengesi de işkence gördüklerini iddia etmişlerdir. Başvurucuya göre, kendisi, 15 Temmuz 1993 tarihinde başvurusu ile birlikte Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’ne tarihsiz olarak verdiği ifadesinde de , kendisine olanları onaylamıştır.
1. Başvurucunun tıbbi muayenesi

24. Her üçü de aynı gün Derik Devlet Hastanesi’nde Dr. Deniz Akkuş’a gönderilmişlerdir. Savcı, Dr. Akkuş’tan Seydo ve Ferahdiba için, eğer varsa, darp ve zor kullanma izlerinin belirlenmesini istemiştir. Başvurucuya göre de savcı, kendisinin bekaretinin, ve herhangi bir fiziksel zor kullanma ve yaralanma izinin olup olmadığının araştırılmasını istemiştir.
Daha önce hiçbir tecavüz davası ile ilgilenmeyen Dr. Akkuş, 8 Temmuz 1996 tarihinde yapılan başvuru ile ilgili olarak raporunda, başvurucunun kızlık zarının yırtıldığını ve bacaklarının iç kısmının çevresinde yaygın çürükler olduğunu belirtmiştir. Doktor, bu konuda uzman olmadığından, kızlık zarının ne zaman yırtıldığı konusunda bir tarih verememiş ve çürüklerin sebepleri konusunda da hiçbir görüş bildirememiştir. Değişik raporlarında, doktor, başvurucunun babası ve yengesinin vücutlarında da yaralar olduğunu kaydetmiştir.

25. Savcı, 9 Temmuz 1993 tarihinde başvurucuyu Mardin Devlet Hastanesi’ne bekaretini kaybedip kaybetmediği ve eğer kaybettiyse, aradan geçen sürenin ne olduğunu öğrenmek için göndermiştir. Başvurucu, jinekolog Dr. Ziya Çetin tarafından muayene edilmiştir. Doktorun aynı tarihli raporuna göre, bekareti kaybetme, muayeneden önceki bir haftadan daha uzun bir süre içinde olmuştur. Bir tedavi işlemi yapılmamış ve bu raporda, ne başvurucunun kendisine olanları anlattığı ne de muayene sonuçlarının anlatılanlarla tutarlı olup olmadığı kaydedilmemiştir. Dr. Çetin, kadın doğum ve jinekoloji uzmanı olduğu gerçeği ile başvurucunun bacaklarının iç kısımlarındaki çürükler için bir yorumda bulunmamıştır. Doktor, sık olarak tecavüz kurbanları ile  ilgilenmemektedir.
26. Savcı, 12 Ağustos 1993 tarihinde, o zamanlar evli olan başvurucudan daha detaylı bir ifade almıştır. Savcı, aynı gün, başvurucuyu, bekaretini kaybedip kaybetmediğini ve eğer kaybettiyse, aradan geçen zamanı belirlemek için tıbbi bir muayenenin yapılması istemiyle, Diyarbakır Doğum Evi Hastanesi’ne havale etmiştir. 13 Ağustos 1993 tarihinde rapor, kızlık zarının yırtıldığı hakkında Dr. Çetin’in önceki bulgularını doğrulamış (yukarıda 25. Paragrafa bakınız) ancak 7 ila 10 gün sonra tecavüzün kati tarihinin tespit edilemeyeceğini belirtmiştir.

2. Diğer Araştırma Önlemleri

27. Savcı, 13 Temmuz 1993 tarihinde Derik jandarma merkezine yazarak, başvurucu, babası ve yengesinin orada gözaltına alınıp alınmadığını ve eğer alındıysalar, gözaltında bulundurma tarihi ve süresinin detaylarını ve sorgulamayı yapanların isimlerinin soruşturulmasını istemiştir. Merkezin komutanı Bay Musa Çitil, 14 Temmuz 1993 tarihli cevabi mektubunda, onların gözaltına alınmadığını bildirmiştir. Bay Çitil, 21 Temmuz 1993 tarihinde, 1993 yılında nezarete alınan kişilerin bir listesini savcıya vermiştir. O yıl içinde sadece 6 kişi nezarete alınmıştır.
28. Savcı, 22 Temmuz 1993 tarihinde Derik jandarma merkezine bir mektup yazarak Haziran-Temmuz 1993 tarihli gözaltı defterinin inceleme yapılmak üzere kendisine gönderilmesini istemiştir. Defterde, bu olaylara ait hiçbir kayıt bulunmamıştır.
29. Savcı, başvurucunun dosyasını Ankara’daki Adli Tıp Enstitüsü’ne göndermiştir. Şüpheli ölüm vakalarının sebebini tahkik eden adli tabib, 22 Aralık 1993 tarihli mektubunda başvurucunun bir muayeneye tabi tutulmasını istemiştir.
30. Savcı, 18 Ocak 1994 ve 17 Şubat 1994 tarihlerinde, Derik Emniyet Amiri’ne yazdığı mektupta, başvurucunun, başsavcının bürosuna getirilmesi istemiştir. Savcı, 18 Nisan 1994 tarihli mütaakip mektupta, önceki mektuplarına cevap alamadığı gerçeğine atıfta bulunmuştur. Savcı, 13 Mayıs 1994 tarihli sonraki mektubunda, Derik başsavcısına, başvurucu, babası ve yengesinin kendi bürosunda hazır bulundurulmasını rica etmiştir.
31. Savcı, 13 Mayıs 1994 tarihinde, 9 Mayıs 1994 tarihli bilgi talebine cevaben, Mardin Başsavcısı’na başvurucunun iddiasını destekleyecek bir kanıt olmadığını ancak soruşturmanın sürdüğünü rapor etmiştir.
32. Derik savcısı, 18 Mayıs 1994 tarihinde başvurucunun babasından, 29 Haziran 1993 tarihli olaylardaki önceki beyanlarını yineleyen iki yazı daha almıştır. Babası, aynı zamanda, başvurucu ve kocasının başka bir yerde iş bulmak için bölgeyi Mart 1994’de terk ettiklerini ve kendilerinin nerede olduklarını bilmediklerini beyan etmiştir.
33. Savcı, Bay Bekir Özenir, 19 Mayıs 1994 tarihinde eski bir PKK eylemcisi olan Bay Harun Aca ile görüşme yapmıştır. Bay Aca, PKK üyelerinin, başvurucunun evini bir sığınak olarak kullandıklarını ve Nisan, Mayıs 1993 tarihlerinde başvurucunun iki PKK üyesi ile seks ilişkisine girdiğini iddia etmiştir.
34. Savcı, Bay Cahit Canepe, 25 Mayıs 1995 tarihinde, başvurucunun şikayetinin Komisyon tarafından kabul edilebilir olduğu beyan ettikten sonra, 1992-1994 yılları arasında Derik jandarma karakoluna komuta eden Bay Ali Kocaman’dan bir beyan almıştır. Bay Kocaman, bir araba kazası nedeniyle hafıza kaybına uğradığını kabul etmekle beraber olay zamanında hiçbir tecavüz ya da işkence olayı anımsamadığını belirtmiş ve olaylarla her türlü ilişkiyi inkar etmiştir.

E. Başvurucunun şahsi dilekçe hakkına karışma iddiaları

35. Başvurucu, aynı zamanda, kendisi ve ailesine gözdağı verildiği ve Komisyon’un başvurucunun şikayetini hükümete iletmesini müteakip ve özellikle Komisyon’un başvurucu için , sözel ifade vermek için davetinden sonra taciz edildiğini iddia atmiştir. Babasına, savcı ve zaman zaman da polis sürekli olarak başvurucunun adresini sormuşlardır. Aynı zamanda başvurucu ve kocası devamlı olarak, görünürde hiçbir sebep yokken polis karakoluna çağrılmışlar, evleri aranmış (bir defa 19 Ekim 1995’den önce ve yine 1 ve 8 Kasım 1995 tarihlerinde) ve Komisyon’a yaptıkları başvuru hakkında soruşturul¬muşlardır. Başvurucuya aynı zamanda içeriğini bilmediği bir ifade imzalattırılmıştır. Bundan başka, başvurucunun kocası, 14 veya 18 Aralık 1995 tarihlerinde gözaltına alınmıştır. İlk defasında tokatlanmış, tekmelenmiş ve üç polis memuru tarafından kötü bir şekilde copla dövülmüş, bu esnada dişlerinden biri kırılmıştır. İkinci defasında, yine aynı üç polis memuru tarafından kötü bir şekilde dövülmüştür.
36. Bundan başka, 16 Ocak 1996 tarihinde başvurucu, kocası, babası ve yengesinin Derik polis karakoluna çağrıldığını ve buradan da savcıya gönderildiğini iddia etmiştir. Savcı, onlara başvurucunun kocasının 19 Ekim 1995 tarihli ifadesini göstermiş ve onun hakkında soru sormuştur. Başvurucunun kocasına, kendisine, polisler tarafından gözdağı verilip verilmediği sorulmuş, o da “evet” diye cevaplamıştır. Bu defa onlara, kötü davranılmazken, başvurucunun kocası, polis tarafından çağrıldıklarında kendilerine gözdağı verilmiş hissettiklerini ve polisin evlerini telefonla sürekli arayarak durumlarını daha da güçleştirdiklerini düşünmüştür. Başvurucu, aynı zamanda, komşularının güvenlik güçlerine atfettikleri, yengesinin evinin taşlanması olayının da içinde bulunduğu taciz olaylarını zikretmiştir.
37. Türk Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümlerine göre, suçun şartlarını saptamak için şahitlerin bulunması ve sorgulanmasının savcıların kaçınılmaz görevi olduğunu belirtmiştir. Başvurucu ve babası tarafından talep edilen tahkikatı yürütmekte olan savcı ve onun emri ile hareket eden polis memurları, müracaatçı ve babası ile sadece iddiaların mahiyetini araştırmak ve delil toplamak amacıyla temas etmişlerdir. Savcı tarafından alınan ifadeler, baskı yapıldığına dair herhangi bir unsuru ortaya koymadığı gibi, daha geniş delillerin toplanması, müracaatçıların çıkarına uygundu. İddia ettiklerine göre, tehdit ve taciz iddiaları tevsik edilememiş ve müracaatçının temsilcileri tarafından sunulan beyanlar, adalet dışı yollarla elde edilmiş olup, gerçekliliği tartışılabilir niteliktedir. Hükümet, İçişleri Bakanlığı’nın (Jandarma Komutanlığı) bir mektubunu sunmuşlardır. Bu mektupta başvurucunun evinde hiçbir şekilde arama yapılmadığı ve polis memurlarının Seydo Aydın’ın evinin ziyeretlerinin amacının başvurucuya Komisyon’un birleşimine davetiye tebliğ etmek olduğu beyan edilmiştir. Kendisi orada bulunmadığı için, adresi istemiş ve herhangi bir baskı yapılmamıştır. Başvurucunun ilk taciz iddialarına cevaben, 16 Haziran 1995 tarihli önceki hükümet iletisinde bu iddialar kesin bir şekilde reddedilmekte ve bunların davanın gelişimini ve ifade alınmasını engellemek için yürütülen kampanyanın bir parçası olduğu belirtilmektedir.

38. 18 Ekim 1995 tarihinde Komisyon delegelerine Strasbourg’da ifade almak için yaptıkları toplantıda Hükümet temsilcisi, başvurucunun temsilcisinin, başvurucunun babasının mükerrer sorgulanması hakkında ileri sürdükleri iddiaları cevaplandırmıştır. Beyanına göre, Komisyon’un işlemlerini kolaylaştırmak, Türk Hükümeti’nin görevidir ve başvurucuya tebligat göndermeye mecburdu. Davada hazır bulunmamak veya davete icap etmemek niyetinde değilse, Strasbourg’a gelme masraflarının boşa gitmemesi için babasından adres temini gerekiyordu ve bu yüzden kendisinden devamlı adres sorulmuştur. Babasından bu bilgi talebi, taciz olarak kabul edilemez.
F.  Olayın bulguları ve kanıtlar hakkında Komisyon’un değerlendirmesi
39. Komisyon, başvurucunun şikayeti üzerine ulusal yetkililer tarafından varılan, olay hakkında hiçbir bulguya rastlanmaması konusunda kanıtları değerlendirmiş ve olayları şu temele dayandırmıştır:

1. kabul edilebilirlik ve şikayetin esası üzerine yazılı ve sözlü sunuşlar
2. 12-14 Temmuz 1995 tarihleri arasında, Ankara’da üç Komisyon delegesi tarafından dinlenen 8 şahidin sözlü ifadeleri;
3. Başvurucunun 19 Ekim 1996’da Strasbourg’taki delegeler tarafından dinlenen sözlü tanıklığı.
4. 8, 9 Temmuz ve 13 Ağustos 1993 tarihlerinde savcının isteği üzerine başvurucuyu ayrı ayrı muayene eden üç doktor tarafından sağlanan tıbbi raporlar, bu raporlar arasında, başvurucunun temsilcisi tarafından 7 Temmuz 1995 tarihinde bir İngiliz doktora hazırlattırılan, bulgular üzerine bir rapor; 13 Ekim 1995 tarihinde Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi profesörleri tarafından hazırlanan ve İngiliz doktor tarafından varılan bulguları tartışan bir rapor.
1.  başvurucu ve şahitlerin belgeleri ve raporları, Derik jandarma merkezinin planları ve video filmi ve 1993 tarihli orijinal gözaltı kayıtları
40. Komisyon’un bulguları aşağıdaki gibi özetlenebilir:

1. Başvurucunun, köy korucularının Taşıt’a geldiği zaman ile ilgili olarak yaptığı açıklamalarda tutarsızlıklar olmasına ve kendisinin Derik jandarma merkezinin fotoğraflarını tanımamasına rağmen, bu kriterler başvurucunun inanırlığını zedelememiştir. Kendisinin, korucuların geldiği zaman ile ilgili olarak yaptığı tanıklık, babasının tanıklığı ile temelde tutarlı olmuştur ve muhtemelen karakolu tanımlamasında babasının ifadesine dayanmıştır.
2. Meseledeki zaman dilimi ile ilgili olarak gözaltı defterinin doğruluğu konsunda ciddi şüpheler vardır. Komisyon delegeleri, 1993 yılı gözaltı defterini inceleyebilmişler ve bütün bir yıl için yapılan toplam 7 kayıt yapıldığını ve bunun bir önceki yıldaki kayıtlara nazaran % 90 daha düşük olduğunu tespit etmişlerdir. Derik Jandarma merkezi komutanı ve gözaltı kayıt defterinden sorumlu bekçinin bu çok az sayıdaki kayıtlar için yaptıkları açıklamalar, tatmin edici bulunmamıştır. Komisyon, “… bu memurların, insanların gözaltına alınan kişilerle ilgili olarak yaptıkları tanıklıklar, samimiyetten uzak bulunmuştur. Komisyon’a 1993 yılı boyunca gözaltına alınan kişiler için tutulan jandrama gözaltı kayıtlarının doğruluğu konusunda ciddi şüpheler içinde bulmuştur. Bu şartlar altında, Komisyon, başvurucunun nezaret altında tutulduğuna dair resmi teyit noksanını, başvurucu ve babasının Komisyon’ca inanılır ve tutarlı görünen beyanlarını geçersiz kılmak için yeterli olmadığı kanaatindedir (Komisyon raporunun 172. Paragrafı)” .
3. Derik jandarma merkezi komutanı ve görevli bekçi, binanın planını tanımlarken bir bodrum katı veya mahzenin varlığından bahsetmezken, gerçekte iki gözaltı odası ve bir bürodan oluşan ve bir güvenlik alanı olarak kullanılan bir bodrum katının olduğu, binanın video filminde ve bina ve müştemilatının planında açıkça ortaya çıkmıştır.
4. Başvurucunun delegeler önündeki tavrı ve tanıklığı gözönüne alındığında ve özellikle Dr. Akkuş, Dr. Çetin ve Diyarbakır Kadın Doğum evi dokorları tarafından hazırlanan tıbbi raporlar gözönüne alındığında, Komisyon, başvurucunun Derik jandarma karakolundaki gözaltı olayı sırasında ,
“… başvurucunun gözleri bağlanmış, dövülmüş, elbiseleri çıkartılmış, bir tekerlek içine oturtulmuş ve üzerine tazyikli su sıkılarak tecavüz edilmiştir. Başvurucunun böyle bir muameleye maruz kalması, kendisi ve aile üyelerinin PKK üyeleri ile işbirliği yapmaları şüphesinden kaynaklandığı muhtemel gözükmektedir, bunun da amacının, bilgi almak ve/veya kendi ailesi ve diğer köylüleri terörist faaliyetlerine karışıyor olmaktan caydırmaktır (Komisyon raporunun 180. Paragrafı)” olduğunu belirlemiştir.
5. Komisyon, 1996 Kasım’ından önce yapıldığı iddia edilen, başvurucunun şahsi dilekçe hakkına karışıldığı şikayetini incelemiştir (yukarıda 35-38. Paragraflara bakınız). Bu şikayetlerle ilgli olarak, Komisyon, başvurucu ve ailesinin gerçekten taciz ve gözdağından şikayetçi olduğuna ikna olmuştur (Komisyon raporunun 215. Paragrafı). Hükümetin, başvurucunun şikayetlerine verdiği yetersiz cevapları gözönüne aldığında, Komisyon, başvurucu ve ailesinin;
“…. Başvurucunun, Komisyon önündeki duruşmalara katılımını engellemeyecek biçimde önemli bir baskıya maruz kaldıklarını ve bunun da başvurucunun dilekçe hakkını kullanmasını zorlaştırdığını (Komisyon raporunun 217. Paragrafı)” belirlemiştir.
II.  İlgili İç Hukuk ve Uygulama
A.  Türk Ceza Kanunu
41. Türk Ceza Kanunu aşağıdakileri suç sayar:
 herhangi birisinin, kanuna aykırı olarak özgürlüğünü kısıtlamak (genelde 179. Madde, memurlar hakkındaki 181. Madde).
 tehdit etmek (191. Madde).
 herhangi bir kişiye işkence etmek veya kötü muameleye maruz bırakmak (sırasıyla 243. ve 245. Maddeler).
 tecavüz etmek (15 yaşından büyük şahıslarla ilgili 416. Madde).
B B.Türk Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
42. Türk Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 153. Maddesine göre savcı, olayları, Komisyon suç işlendiğini bildirdiği zaman olayları tahkik etmek zorundadır. Savcı, faili tanımlamak, şahitleri dinlemek, şüphelilerden ifade almak, arama emri çıkartmak gibi gerekli soruşturmaları yapmakla mükelleftir.
Kanunun 154. Maddesi, savcıya, dolaysız olarak veya polis desteği ile bir suç için ön soruşturma yapması için yetki vermiştir.
Savcı, 163. Maddeye göre, eğer kanıtların, zanlının iddianamesini doğruladığına karar verirse,  ceza davalarını başlatabilir. Savcı, eğer, zanlıya karşı olan kanıtlar, ceza davalarını  başlatmak için yetersiz görünüyorsa, soruşturmayı kapatabilir. Fakat, savcı, ancak ve ancak kanıt kesin bir biçimde yetersiz olduğunda kanuni takipte bulunmamaya karar verebilir. 165. Maddeye göre, bir şikayetçi, dava muameleleri başlatmamak yönünde savcının verdiği kararı temyiz edebilir.
43. 285 sayılı kararname 3713 sayılı yasayı, terörle mücadele yasası (1981) olağanüstü hal bölgeleri için tadil etmiştir. Buna göre, kamu görevlileri, veya güvenlik kuvvetleri hakkında takibata geçme kararı, savcılık yetkililerinden çıkarılarak yerel idare meclislerine verilmiştir. Bu meclisler, memurlardan oluşmaktadır. Yerel meclis kararına karşı, Danıştay’a müracaat edilebilir yargılanmanın reddi otomatik olarak temyizi gerektirir. Suçlu, silahli kuvvetlerin bir mensubu ise, yargılama yetkisi, doğrudan askeri mahkemelere aittir ve yargılama 152 sayılı askeri kanunun hükümlerine göre yürütülür.
Bu meclisler sivil memurlardan oluşmuşlardır. Yerel meclisin kararları daha yüksek bir mahkeme olarak Danıştay’a devredilebilir; kanuni takipte bulunmayı reddetmek, otomatik olarak yüksek bir mahkemeye devre bağlıdır. Eğer suçlu, silahlı kuvvetlerin bir üyesi olsaydı, askeri mahkemelerin yargı alanına girecek ve Askeri Ceza Kanununun 152. Maddesinin şartlarına göre yargılanacaktır.

1. İdari sorumluluk
44. Türk Anayasası’nın 125. Maddesi aşağıdaki gibi karar vermiştir:

“İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.
….
İdare kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür”.

45. Bu hüküm, olağanüstü hal veya savaş halinde dahi herhangi bir kısıtlamaya tabi değildir. BU sonuncu hüküm, idarenin bir kusurunun yükümlülüğünün mutlaka ispat edilmiş olması şartını gerektirmez; idarenin yükümlülüğü “sosyal risk” teorisine dayanmakta olup, mutlak ve objektif niteliktedir. Buna göre, Devlet, kamu düzenini ve güvenliğini sağlamak görevini yerine getiremediği hallerde idare, bilinmeyen kişiler veya teröristler tarafından yapılan eylemler dolayısıyla zarar gören kimseleri tazmin etmekle mükelleftir.
46. İdari sorumluluk ilkesi, Olağanüstü hal hakkında 25 Ekim 1983 tarih ve 2935 sayılı kanuna ek 1. Maddede yansıtılmıştır. Buna göre,

“…Bu konuda verilen yetkilerin kullanılması ile ilgili tazminat müracaatları, idari mahkemelerde idareye karşı açılır.”
2. Sivil sorumluluk
47. Memurlar tarafından yasa dışı davranışlar, ister suç, ister haksız fiil olsun, maddi veya manevi hasara neden oldukları taktirde adli mahkemeler nezninde tazminat talebine tabi olurlar. Medeni Kanunun 41. Maddesine göre, zarar gören bir şahıs, ister kasten, ister ihmal sonucu veya takdir hatası ile gayri kanuni bie şekilde zarar verdiği iddia edilen kişiye karşı tazminat talebiyle dava açabilir. 46. Maddeye göre, adli mahkemeler, parasal kaybı tazmin ettirebilirler ve 47. Maddeye göre de parasal olmayan veya manevi tazminata hükmedebilir.
III.  Uluslararası Vesikalar
A. İşkence ve diğer zalimce, insanlıkdışı veya küçültücü davranış veya suçlara karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 13. Maddesi:
48. İşkence ve diğer zalimce, insanlıkdışı veya küçültücü işlem ya da  cezaya karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 10 Aralık 1984 tarihli 13. Maddesi taraf bir Devlet için şu şekilde şart koşar:
“Taraf Devletler, kendi yetkisi altındaki ülkelerde işkenceye uğradığını ileri süren herhangi bir kişinin yetkili makamlara şikayet hakkını ve davasının bu mercilerce gecikmeksizin ve yansız biçimde incelenmesini sağlayacaktır. Şikayetçinin ve tanıkların şikayet ya da tanıklığının bir sonucu olarak, tüm kötü işlem ya da tehdide karşı korunmalarını sağlamak için önlemler alınacaktır”.
Sözleşmenin 12. Maddesi her taraf Devlet için şöyle şart koşar:
“Taraf Devletler, yetkisi altındaki ülkelerde bir işkence eyleminin işlendiğine için anlamlı nedenler bulunuyorsa, yetkili makamların gecikmeksizin ve yansız bir soruşturma yürütmelerini sağlayacaktır”.
B. Avrupa İşkence ve İnsanlık dışı ya da Küçültücü İşlem ve Cezaları Önleme Komitesi Tarafından Benimsenen Kamu Açıklamaları:
49. Avrupa İşkence ve İnsanlıkdışı ya da Küçültücü İşlem ve Cezaları Önleme Komitesi’nin (“CPT”) Türkiye için 15 Aralık 1992 tarihinde benimsediği Kamu Açıklamaları; Türkiye’ye üç konuda gönderme yapılmaktadır; “CPT, kendi tasarrufundaki bilgiler ışığı altında, poliste gözaltında iken, işkence fiili ve diğer insanlara yapılan kötü muamele şekilleri Türkiye’de yaygındır” (21. Paragraf).
İddiaların daha az duyulması ve işkence konusunda daha az tıbbi kanıtların bulunması ve jandarmanın diğer kasıtlı kötü muamele şekilleri (24. Paragraf), “poliste, gözaltındaki kişiler” sözlerini vurgulamıştır. “Türkiye’deki özgürlüklerden mahrum bırakılan kişilere yapılan işkence ve diğer kötü muamele  şekilleri konusu şu zamanda özellikle polisi (bir bakıma da jandarmayı) ilgilendirmektedir. Bütün göstergeler bunun kökleri derinde olan bir sorun olduğunu “ (25. Paragraf) vurgulamıştır.
50. CPT, 6 Aralık 1996 tarihinde yayınladığı ikinci kamu açıklamasında tavsiye edilen çözümlere ulaşmada büyük bir ilerlemenin sağlandığını ancak sözcüklerin fiile dönüşmesi için uzun bir zamana ihtiyaç olduğunu (2. Paragraf) kaydetmiştir.
Komite, 1996 yılında Türkiye’ye yapılan ziyaret sonucundaki raporda, delegelerinin Türk polisinin işkence ve diğer kötü muamele şekillerini yaptıkları konusunda kesin kanıtlar bulduklarını not etmişlerdir (2. Paragraf). Kendi tasarrufundaki bilgi şu şekilde sonuçlanmıştır:
“… son çare olarak işkenceye ve diğer kötü muamele şekillerine başvurmak, Türkiye’deki polis kurumlarında genel olarak vuku bulmaktadır. Herhangi bir ülkede de olabilecek olan bu çeşit olaylardan ayrı olarak bu sorunu tanımlamaya kalkışmak (bazılarının alışkanlık haline getirmek istedikleri gibi) gerçeklere açıkça itaatsizlik etmektedir” (10.paragraf).
C. Genel Af Örgütünün Sunuşu
51.Genel Af Örgütü, Divan’a yaptığı yazılı sunuşta, mağdurenin, Devlet görevlileri tarafından, bilgi elde edilmesi veya itiraf  veya mağdureyi aşağılama, suçlama veya gözdağı verme amacıyla tecavüze uğramasının mevcut insan hakları standartları yorumlarına göre işkence fiili olarak algılandığı kaydedilmiştir. Örgüt, bu bağlamda, Fernando ve Raquel Mejia-Peru hakkında (Amerika İnsan Hakları Sözleşmesinin 5. Maddesine göre alınan İnsan Hakları konusunda Amerikan Komisyonlar arası kararı); BM Özel İşkence Raporu tarafından yayınlanan raporlar ve Uluslararası Ceza Mahkemesinin Eski Yugoslavya için, akdin mağdurlara tecavüz iddialarına temel olan işkenceci şahıslara karşı onayladığı iddia dilekçesine atıfta bulunmuştur.
Uluslararası Genel Af Örgütü, mağdurlar tarafından yapılan tecavüz iddialarını araştırmak konusunda mevcut kanuni standardtlara ve özellikle BM işkence ve diğer zalimce ve insanlıkdışı ya da küçültücü işlem ve cezaların önlenmesi sözleşmesinin 11. ve 12. Maddelerine (yukarıda 48. Paragrafa bakınız) dikkatini çekmiştir.
Komisyon Önüne Getirilen Yargılama Usulleri

52. Başvurucu. 21 Aralık 1993 tarihinde Komisyon’a yaptığı başvurusunda (no. 23178/94) sözleşmenin 3. Maddesine göre işkence olan fiziksel kötü muameleye ve tecavüze maruz kaldığı şikayetinde bulunmuş ve kendisinin 6. Maddeye göre dava açma hakkını kullanmasına imkan verilmemiştir. Kendisi, aynı zamanda 13. Maddeye aykırı olarak haklarının ihlali hakkında etkili bir ulusal çözümün olamamasından şikayet etmiştir.
53. Komisyon, başvuruyu 28 Kasım 1994 tarihinde kabul olunabilir olduğunu beyan etmiştir. Komisyon, 7 Mart 1996 (31. Madde) tarihli raporunda sözleşmenin 3. Maddesinin ihlal edildiği (1’e kadar 26 oyla); sözleşmenin 6. Maddesi 1. Paragrafının ihlal edildiğine (8’e karşı 19 oyla), sözleşmenin 13. Maddesine göre ayrı bir olayın olmadığına (8’e karşı 19 oyla) ve Türkiye’nin sözleşmenin 25. Maddesi, 1. Paragrafına göre yükümlülüklerini yerine getirmediğine (2’e karşı 25 oyla) dair görüş bildirilmiştir. Komisyon’un görüşlerinin tam metni ve rapordaki üç ayrı görüş, karara ek olarak yeniden basılmıştır.

DİVANA SON SUNUŞLAR

54. Hükümet, Divan önündeki hem yazılı ve hem de sözlü sunuşlarında, iç başvuru yollarının tüketilmediği ve kişisel başvuru hakkı kötüye kullanılmadığı için başvurucunun davasının düşmesi gerektiğini iddia etmiştir. Alternatif olarak, Hükümet, Divan’dan başvurucunun iddialarının mesnetsiz olduğunu belirlemesini istemiştir.
Başvurucu, kendi tarafı için, Divan’dan sözleşmenin 3,6,13 ve 25. Maddelerinin ihlal edilmiş olmasından zarar gördüğü ve hükümetin sözleşmenin 28. Maddenin 1(a) paragrafı ve 53. Maddenin yükümlülüklerine saygı göstermediği yolunda karar verilmesini istemiştir. Kendisi, aynı zamanda Divan’dan sözleşmenin 50. Maddesi gereğince kendisine adil bir tazminat ödenmesine karar vermesini istemiştir.
KANUNA GELİNCE
1. Hükümetın Ön İtirazları
A. İç başvuru yollarının tükenmesi
55. Hükümet, tezkeresinde, Divan’dan Türk hukukunda mevcut olan etkili iç başvuru yollarına normal olarak başvurmadığı için başvurucunun şikayetini kabul etmemesini istemiştir. Hükümet, Komisyon’un kararını, gözaltında tutulduğu sürede iddia ettiği zarar için sivil ya da idari mahkemeler önünde bir tazminat talebinde dahi bulunmamasına rağmen başvurucunun başvurusunu kabul edilebilir bulduğu için eleştirmiştir (yukarıda 44-47. Paragraflara bakınız).
56. Şikayetin kabul edilmemesi gerektiği yolundaki iddiasını desteklemek için Hükümet, büyük ölçüde, başvurucunun Komisyon’a müracaat ettiği sırada, savcılık tarafından kendisinin şikayeti konusunda ceza soruşturmasının yürütülmekte oluşuna istinad etmektedir. Bu soruşturma faal olarak sürdürülmüştür. Komisyon’un başvurucunun müracaatlarını kabul ettiğini bildiren beyan ve daha sonra esas hakkındaki ifadeleri, Türk ceza usulü kanununa göre başvuru sahibinin olaylar hakkındaki ifadesinin doğruluğu konusunu tahkik etmek için alınan tedbirleri tamamen gözardı etmiş olup Sözleşmenin getirdiği sistemin işlemesinin esasını teşkil eden (subsidiarity) yerel yetki kullanımı prensibi ile çelişki teşkil etmektedir.
57. Komisyon Temsilcisi Divan’a, her zamanki usulüne göre Komisyonun başvurunun kabul olunabilirliği hakkında Hükümete görüşlerini sunması için davet etmiş olduğunu hatırlatmıştır. O zaman, Hükümet cevap vermemiş olduğu cihetle Divan’ın  şikayetlerinin kabul edilmesine karşı çıkmaktan alıkonulması gerekir.
58. Divan, delegenin görüşü ile mutabıktır. Komisyon’un başvurunun kabul edilmesi kararında görüldüğü üzere, hükümete, kabul edilirlik konusunda mütalaasını bildirmesi için süre temlidi verilmiştir. Bu imkana rağmen Hükümet, bu sorun hakkında herhangi bir mütalaada bulunmamıştır. BU yüzden başvurunun kabul edilirliği konusunda Divan önünde itiraz sededmeleri reddedilmiştir (23 Mart 1995 tarihli Loizidou-Türkiye (ön itirazları) kararı, ser. no: 310, s. 19, paragraf 44)
B. Sürecin Suistimali
59. İlk itirazları ile ilgili olarak Hükümet, ayrıca şikayetin uydurma olduğunu ve Strasbourg kurumlarına yapılan başvurunun hükümetin Güneydoğu politikasına karşı çıkan belirli derneklerin tahriki ile kasten kullanıldığı ve bundan da  amacın yerel başvuru yollarından ve buna tekabül eden gereksinimlerinden kurtulmak olduğunu iddia etmiştir. Başvurucu, gerçekte, yerel başvuru yollarının etkisiz olduğu görüşünü geliştirerek, Türkiye’nin imajına leke sürme amaçlı propagandalar oluşturmuştur.
60. Divan, ilk ön itiraz ile ilgili olarak, Hükümet Komisyon önündeki dava muamelelerinin kabul olunabilirlik aşamasında, yukarıdaki tartışmayı ileri sürmediği için, bu mühim anda, ikinci itirazını yapmayı durdurması konusunu düşünmek durumunda olduğunu belirlemiştir.
61.Buna göre, Hükümetin ilk itirazlarının kabul edilmemesi gerekir. Divan, şimdi başvurucunun şikayetlerinin değerini incelemek için ilerleyecektir.
II. SÖZLEŞMENİN 3. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI
A.Olayların tespiti
62. Komisyon, başvurucunun 29 Haziran-1 Temmuz 1993 tarihleri arasında meydana geldiği iddia edilen olaylardaki açıklamasını dikkatlice değerlendirdiği kanıtlara dayanmış olduğunu (yukarıda 40.paragrafa bakınız) belirlemiştir. Başvurucu, Divan’dan olayların Komisyon tarafından belirlendiği üzere kabul edilmesini istemiştir. Hükümet de Komisyon’un önceki kanıtlara bağlanmasını, vardığı sonuçlarla, sert bir biçimde itiraz ederek reddetmiştir.
B. Divan önüne gelen tartışmalar
1. Komisyon
63. Komisyon Delegasyonu, Divan önünde Komisyon’un, kanıtın titiz bir değerlendirmesini ve sözleşmenin 3. Maddesinin ihlalini belirlemek için İrlanda-Birleşik Krallık (18 Ocak 1978 tarihli karar, seri no. 25, s.64-65, paragraflar, 160-161) davasındaki Divan tarafından beyan edilen sarih ölçüler olduğunu vurgulamıştır, şöyle ki, kanıt, makul bir şüphenin ötesinde başvurucunun, olayın geçtiği gün Derik jandarma merkezine götürüldüğünü ve tecavüz edildiği ve alıkonulduğu zaman içerisinde de kötü muamele gördüğü kanıtlanmıştır.
Delegasyon, Divan’a Komisyon’un Temmuz 1995’de Ankara’da ve aynı yılın Ekim ayında da Strasbourg’daki duruşmaları idare etmek için üç delegenin atandığını hatırlatmıştır (yukarıda 39. Paragrafa bakınız). Delegeler, arasında başvurucu ve babasının da anahtar rolü oynayan şahitlerin tanıklıklarını dinlemişlerdir. Delegeler, savcıyı, soruşturmayı idare etmesi, başvurucuyu muayene eden doktorları sorgulaması, olay zamanı görevli olan iki jandarma subayının Derik jandarma merkezinde yaptıkları açıklamanın gerçekliğini araştırması ve merkezde tutulan gözaltı kayıtlarının incelenmesi hakkında karşı bir araştırma yapabilmiştir. Komisyon, başvurucunun savcıya, Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’ne ve delegelere verdiği raporları, babası ve yengesi tarafından verilen değişik raporlara karşı, dikkatlice sağlamasını yapmıştır. Tutarsızlıklar vardır ancak başvurucu ve babasının inanırlık sınırını aşan şeyler yoktur. Komisyon’un, başvurucunun gerçekten bir müddet süresince alıkonulduğu ve bu zaman içinde de Komisyon raporunda belirtildiği gibi (yukarıda 40. Paragrafa bakınız) tecavüz edildiği ve kötü davranıldığı sonucuna varmak için yetki verdiği sağlam, açık ve uygun deliller vardır.

2. Başvurucu
64. Başvurucu, Divan’dan olayları Komisyonun belirlediği gibi kabul etmesini istemiştir. Başvurucu, babası ve yengesi ile birlikte 29 Haziran 1993 tarihinde güvenlik güçleri tarafından köyünden alınmış ve 1 Temmuz 1993 tarihine kadar Derik jandarma merkezinde tutulmuştur. Kendisine, gözaltında tutulduğu süre içinde tecavüz edilmiş ve kötü muamele yapılmıştır.

3. Hükümet
65.Hükümet, tezkeresinde Komisyon’un kanıtları değerlendirme biçimini eleştirmiştir. Hükümet, Komisyon’un, başvurucunun gözaltında tutulduğu süre içinde tecavüze uğradığı ve kendisine kötü muamele yapılarak işkence edildiği şeklindeki bulguların, delegelerin topladığı kanıtları desteklemediğini iddia etmiştir.
66.Hükümet, Divan önünde, başvurucu ve babasından delegelere verdiği kanıtlarda tutarsızlıklar ve çelişkilere dikkat çeken Komisyon’un oluşturduğu olayları zayıflatmaya çabalamıştır. Kanıtlar, bir, Aydın ailesinin gözaltına alındığı zaman ve gün gözönüne alındığında ve iki, başvurucunun alıkonulduğu süre içindeki tecavüz ve kötü muamele iddiaları düşünüldüğünde, son derece eksiktir. Alıkonulma iddiası ile ilgili olarak, köylülerden hiçbirisi başvurucunun açıklamalarını doğrulayamamış ve şaşırtıcı bir biçimde , hiçbirisi olayın geçtiği zaman orada olması gereken köy korucularını tanıyamamıştır. Başvurucunun babası, Ankara duruşmalarında delegelere, köylülerden  birisinin de kendileri ile birlikte alıkonulduğunu söylemiş, ancak bu kişinin ismini verememiştir. Komisyon, başvurucunun kapalı olan gözlerinin dışarı çıktıları zaman açıldığının kanıtlanmasına rağmen, Derik jandarma merkezinin fotoğraflarını tanıyamamasını itibara almamak üzere seçilmişti. Bundan başka, Komisyon, bir doğrulama olmaksızın; alıkoyma iddiaları olduğu zaman görevli olan jandarma subaylarının inanırlıklarını yalancı çıkartmış ve yanlış bir şekilde gözaltı kaydını yapan görevlilerin doğruluğunu azaltmıştır.
67. Hükümet, alıkonma esnasındaki tecavüz ve kötü muamele iddiaları ile ilgili olarak, ne Dr. Akkuş ve ne de Dr. Çetin’in başvurucunun vücudunda tecavüz ve şiddet kullanma ile tutarlı olan herhangi bir çürük ya da yara bulamadıklarını belirtmiştir. Başvurucu, tecavüz esnasında karşı koyduğunu ileri sürmüştür. Ancak, karşı koymadan kurtulmak için şiddet kullanmayı göstermiş olması gereken bileklerde, sırtta, veya jenital bölgede herhangi  bir çürük izi bulunamamıştır. Bacaklarının iç tarafında bulunan çürük izleri, cinsel zor kullanma için bacaklarının zorla açılması dışındaki sebeplerden kaynaklanmış olmalıdır. Aslında, Hükümet’in Komisyon’a sunduğu Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi raporu, bu izlerin başvurucunun eşeğe binmiş olmasından dolayı kaynaklanabileceğini vurgulamıştır. Tıbbi incelemeler sonunda belirlenen, başvurucunun kızlık zarının buzulmuş olması, bunun bir tecavüz sonucu olduğu sonucunu çıkartmayabilir. Gerçekte, tıbbi olarak, kızlık zarının ilk yırtılmasından sonra geçen 7 günden sonra, kızlığın bozulduğu tarihi belirlemek imkansızdır. Eğer, başvurucu savcıya gitmeden önce bu kadar zaman beklememiş olsaydı, tıbbi kanıtlar daha ileri sonuçlar verebilirdi. Ancak, başvurucunun bunu yapmadaki gecikmesi, hayati bir kanıtın kaybına yol açmış ve açıklamasının tıbbi doğruluğunu yok etmiştir.
68.Buna ilave olarak, başvurucunun tecavüz iddiası, başvurucunun iddia edilen olaydan kısa bir süre sonra evlenmesi ve hamile kalmasını engellememiştir. Hükümetin görüşüne göre, başvurucunun evlenme kararı ve iddia ettiği sarsıcı deneyimden hemen sonra aktif olarak seks yapabilme kabiliyeti, bir tecavüz kurbanının davranışlarıyla oldukça tutarsızdır. Kültürel bağlamda, aynı derecede şaşırtıcı olan bir olay da başvurucunun kaybettiği iddia edilen bekaretinin evliliği için hiçbir engel teşkil etmemesidir.
69.Buna göre, Hükümet, Divan’dan, başvurucunun ikna edici kanıtların yokluğu sebebiyle öne sürdüğü iddialar ile birlikte Komisyon’un bulguları reddetmesini istemiştir.
C. Divan’ın kanıtları değerlendirmesi ve Komisyon tarafından oluşturulan olaylar
70.Divan’ın kesin içtihatlarına göre, olayların tesisi ve gerçekleşmesi ilk önce Komisyon’un meselesidir (Sözleşmenin 28. Madde, 1. Paragrafı ve 31. Maddesi). Divan, Komisyon’un olaylar hakkındaki bulgularına bağlı kalmaz ve tüm değerlendirmesini önüne gelenlerin ışığı altında yaparken, bu alandaki güçlerini yalnızca istisnai durumlarda kullanacaktır (bunlar arasında 18 Aralık 1996 tarihli Aksoy-Türkiye konusundaki hükümler ve kararlar raporu, 1996 …paragraf 38’e bakınız). Bu gibi istisnai şartlar özellikle Divan, Komisyonun olayları temellendirdiği kanıtların dikkatlice  incelenmesini takiben, bu olayların makul şüphelerin ötesinde kanıtlanmış olduğunu ortaya çıkarabilmektedir.
71.Mevcut davada, Komisyonun bu bulgulara, üç delegenin Ankara ve Strasbourg’taki duruşmalarında dinlendikten sonra varılmış olduğu hatırlanmalıdır. Delegeler, bu duruşmalarda şahitlere soru sorma, reaksiyon ve davranışlarını izleme, gerçekliğini değerlendirme, açıklamalarını onaylama ve bir bütün olarak inanırlığını değerlendirme avantajına sahip olmuşlardır. Delegeler, aynı zamanda, şahit olarak başvurucu ve babasının inanırlıklarının Hükümet temsilcilerinin duruşmalarda kendilerine sordukları sorulara karşı koyup koymadığını değerlendirebilecek bir durumdaydılar.
72.Komisyon, makul şüphe ötesindeki kanıtların uygun kanıtlama gereğine dayanarak sonuca ulaşmıştır. İtiraf edildiği ve Hükümetin kaydettiğine göre başvurucu ve babasının şahitliklerinde tutarsızlıklar vardır. Ancak, Komisyon bu tutarsızlıkları gözönüne aldığı fakat başvurucunun açıklamalarının inanırlığını zayıflatmak için çok fazla önem vermediği gözlenmiştir (yukarıda 40. Paragrafa bakınız). Divan, Komisyon tarafından bir araya getirilen kendi dikkatli incelemesinde, gerçekte, başvurucu, babası ve yengesinin savcıya yaptığı açıklamalarla, başvurucu ve babasının delegelere yaptığı ve başvurucunun iddialarının uydurma olmasının muhtemel olmadığı açıklamalar arasında yüksek derecede bir tutarlılık olduğunu görmüştür.
73.Divan, olayları Komisyonun belirlediği  gibi kabul edebileceğini düşünmüş, başvurucu iddiaları, makul bir şüphenin ötesinde ispatladığından, Komisyon uygun bir şekilde vardığı sonucu incelemiş olduğu konusuna dayanarak, Divan’a böyle bir kanıtın yeterli derecede güçlü, açık ve uygun çıkarımları takip edebileceği hatırlatılmıştır (yukarıda bahsi geçen İrlanda-Birleşik Krallık kararına bakınız, s.64-65, paragraf 161). Bu itibarla, Hükümetin başvurucunun iddiaları için, cezai soruşturması sırasında toplamış olduğu ve bu sonuçla çelişen herhangi bir delili gösteremeyebileceği (yukarıda 56. Paragrafa bakınız) ve Hükümetin dayandığı tıbbi kanıtın, gözaltında iken tecavüz edilen başvurucunun ifadesini çürütemeyeceği de kaydedilebilirdi (yukarıda 67. Paragrafa bakınız).
1. Divan önündeki bu tartışmalar
a) Başvurucu
74. Başvurucu, maruz kaldığı tecavüz ve kötü muamelenin, sözleşmenin 3. Maddesinin, her ikisi de işkence olarak ifade edilen ayrı ayrı ihlallere sebep olduğunu iddia etmiştir. 3.
Madde şöyle der;
“Hiç kimse, işkenceye, gayriinsani yahut haysiyet kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulamaz”.
75. Başvurucu, alıkonulduğu zaman 17 yaşındaydı. Alıkonulduğu süre zarfında gözleri kapatılmış ve babası ve yengesinden ayrı tutulmuştur. Bu süre boyunca, tecavüz edilirken şeref ve itibarına halel getirilmiş ve bu özel işkence olayı sonucu uzun süreli psikolojik zarara uğramıştır.
Bundan başka, çırılçıplak bırakılmış, yabancılar tarafından sorgulanmış, dövülmüş, tokatlanmış, tehdit edilmiş ve şerefi lekelendirilmiştir. Kendisi, zorla bir tekerleğin içine oturtulmuş, döndürülmüş, tazyikli soğuk su sıkılmıştır. Başvurucu, cinsiyeti, yaşı ve yaralanma olanağı gözönüne alınarak Divan’dan, bilerek yapılan eziyetin, tasarlanan fiziksel acının ek bir işkence olan böyle bir şiddet olduğunu belirlemesini istemiştir.
76. Son olarak, başvurucu kendi işkence şikayetleri konusunda yetkililerin etkili bir soruşturma yürütememelerinin de Sözleşmenin 3. Maddesinin ihlali olduğunu iddia etmiştir.

b.Hükümet
77. Hükümet, iddiaların kanıtlanamadığını belirtmiştir (yukarıda 65. Paragrafa bakınız).

c.Komisyon
78. Komisyon, çırılçıplak soyulması ile birlikte, dövülmek, bir tekerlek içine oturtulmak ve üzerine tazyikli su sıkılmak gibi kötü muamelelerin yapılmasını açıkça 3. Maddenin yasakladığı hareketler olduğu sonucuna varmıştır. Komisyon, aynı zamanda, tecavüzün bir subay veya yetkili bir kişi tarafından işlenmesinin daha ciddi davranış ya da suç olması gerektiğini belirtmiştir. Böyle bir suç, mağdurun fiziksel ve manevi bütünlüğünü derinden etkilemiş ve sürekli fiziksel ve psikolojik acıyı içine alan özellikle kötü muamelenin kaba şekli olarak tanımlanmıştır.
79. Komisyon, başvurucunun 3. Maddesinin ihlali olarak subayların elinde bir işkence kurbanı olduğunu belirlemiştir.

2. Divan’ın değerlendirmesi
80. Divan, olayları Komisyonun belirlediği gibi kabul ettiğini, yani başvurucunun güvenlik güçleri tarafından alıkonulduğu ve gözaltında iken tecavüz edildiği ve değişik birçok kötü muameleye maruz kaldığını hatırlatmıştır (yukarıda 73. Paragrafa bakınız).
81. Birçok durumda gözlemlendiği gibi, Sözleşmenin 3. Maddesi, temel değerlerden birisini demokratik toplumların kutsal olarak gördüğü bir değer olarak kabul etmiş ve bunun gibi, bu madde işkence veya insanlık dışı veya haysiyet kırıcı suçaları kesin bir biçimde yasaklamıştır. 3. Madde, bu temel değere hiçbir istisna kabul etmemiş, bundan gelen hiçbir zarara 15. Maddeye göre bile izin verilmemiştir. Ulusun hayatını tehdit den veya ne kadar iyi belirlenmiş olursa olsun, herhangi bir şüphe konusunda kamu ihtiyaçları  gözönüne alındığında, bir kişi terörist veya diğer suç faaliyetlerine karışabilir.
82. Herhangi bir özel kötü muamelenin işkence olup olmadığına karar vermek için 3. Maddede belirtilen bu zan ve insanlık dışı davranış veya haysiyet kırıcı davranış arasındaki ayırım dikkate alınmalıdır. Bu ayırım, ciddi ve sert bir acıya sebebiyet veren yalnız kasti, insanlıkdışı davranışa haczetmek için özel bir “işkence” lekesini onaylanmakla, sözleşmede somutlaştırıldığı görülebilirdi (yukarıda bahsi geçen İrlanda-Birleşik Krallık kararına bakınız, s.66, paragraf 167)
83. Başvurucu, alıkonulduğunda bir kişi tarafından tecavüze uğramıştır ve bu kişinin kimliğinin hala belirlenmesi gerekmektedir. Mağdurenin bir devlet görevlisi tarafından tecavüze uğraması suçlunun başvurucunun yaralanma olanağını istismar edebileceği ve kurbanının direncini zayıflatarak gerilimini azaltmasını özellikle vahim ve tiksindirici bir şey olarak düşünülmelidir. Bundan başka, tecavüz kurbanı üzerinde diğer fiziksel ve psikolojik şiddet şekillerinde olduğu gibi, zaman içinde kolaylıkla geçmeyen derin psikolojik etkiler bırakmaktadır. Başvurucu, aynı zamanda şeref ve itibarını ortadan kaldıran fiziksel ve duygusal olarak ihlal edilmiş olan zorla ilişki esnasında keskin bir acıyı da deneyimlemiştir.
84. Cinsiyeti, gençliği ve içinde kaldığı şartlar gözönüne alındığında başvurucu, Derik jandarma merkezinde güvenlik güçlerinin gözetiminde gözaltında iken birçok, özellikle korkutucu ve küçültücü deneyimlere maruz kalmıştır. Kendisi, üç günden fazla bir zaman alıkonulmuş, bu süre içinde gözleri bağlanarak şaşırtılmış ve yanlış yönlendirilmiştir. Sorgulama sırasında dövülmesi sonucu, fiziksel  ve psikolojik bir acı içinde kalmış ve daha sonra da ne olacağı konusunda endişe duymuştur. Kendisi, aynı zamanda, aşağılayıcı şartlar altında çıplak bırakılmış ve böylece bu yaralanma olanağı duygusuna bir bütün olarak katılmış ve bir defasında da bir tekerlek içinde döndürülürken üzerine tazyikli su sıkılmıştır.
85. Başvurucu ve ailesinin köylerinden alınıp Derik jandarma merkezine götürülmesi yanlızca bölgedeki güvenlik durumu ve güvenlik güçlerinin bilgi sağlamak olarak izah edilebilir (yukarıda 14. Paragrafa bakınız). Alıkonma süresi boyunca kendisinin maruz kaldığı olaylarda ancak ayrı veya benzer amaçlara hizmet ediyor olmakla açıklanabilir.
86. Divan, bu geçmişe karşın, başvurucuya yapılan fiziksel ve psikolojik fiillerin ve özellikle Sözleşmenin 3. Maddesinin ihlalinde işkenceye maruz kalan başvurucunun uğradığı tecavüz olayının tümünden ikna olmuştur. Aslında, Divan, bu sebeplerden herhangi birisi ayrı ayrı  ele alınsaydı bile bu sonuca varacaktı
87. Sonuç olarak, Sözleşmenin 3. Maddesi ihlal edilmiştir.
88. Başvurucunun, gözaltındayken yetkililerin kendi hali konusunda etkili bir soruşturmayı  sürdürememelerindeki münakaşa, 3. Maddenin ayrı bir ihlalini oluşturmuştur (yukarıda 76. Paragrafa bakınız). Divan, bu şikayeti, sözleşmenin 6. ve 13. Maddelerine göre incelemenin uygun olacağını düşünmüştür.

III.SÖZLEŞMENİN 6. MADDE 1. PARAGRAFI VE 13. MADDENİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

89. Başvurucu, şikayeti için yeterli bir araştırma yapılmaması dolayısıyla Derik jandarma merkezinde alıkonulduğunda deneyimlediği acılar için tazminat istemek için Divan’a etkili bir başvuru yapmasının esirgendiği konusunda suçlamıştır. Kendisi, Divan’dan Türkiye’nin Sözleşmenin 6. Maddesinin 1. Paragrafını ihlal ettiğini belirlemesini istemiştir.
90. Başvurucu, aynı zamanda, Divan’dan hakkın temini işkenceye maruz kalmamak için savunmacı Devletin etkisiz başvurma yolları konusunda Sözleşmenin 3. Maddesinin ihlal ettiğini belirlemesini istemiştir.
91. 6. Maddenin 1. Paragrafı ile ilgili müsadere emirnamesi şunu şart koşar:
“Her şahıs, gerek medeni hak ve vecibeleriyle ilgili nizalar gerek cezai sahada kendisine karşı serdedilen bir isnadın esası hakkında karar verecek olan kanuni müstakil ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde hakkaniyete uygun ve aleni surette dinlenmesini istemek hakkını haizdir”.
92. 13. madde
“İşbu sözleşmede tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen her şahıs ihlal fiilini resmi vazifelerini ifa eden kimseler tarafından bu vazifelerin ifası sırasında yapılmış da olsa, milli bir makama müracaat hakkına sahiptir” belirtir.

93. Başvurucu, tazminat davası, 3. Maddeye göre savunmacı devletin yükümlülüklerini ifa etmek için yalnızca tek bir öge olduğunu ileri sürerken medeni ve idari mahkemeler önünde herhangi bir tazminat alma ihtimali, şikayet için uygun bir cezai araştırmanın yapılmasına bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Türk idari hukukunun bir devlet kuruluşu tarafından bir hata oluşturmak için başvurucuyu medeni kanunun icaplarından kurtarmayı hesaba katmadan (yukarıda 44-47. Paragraflara bakınız), başvurucu, gözaltındayken işkence gördüğünü idari mahkemeler önünde, yine de ispatlamak zorundadır. Ancak, uygulandığı gibi bir cezai araştırma, başvurucunun böyle kanıtları ispatlayabilmesi tamamen yetersizdir. Savcı, başvurucunun tutulduğu Derik jandarma merkezi subaylarını soruşturmamış, 29 Haziran 1993 tarihinde köyde meydana gelen olaylar için Taşıt’ta muhtemel şahitleri aramayı ihmal etmemiş ve cevap olarak herhangi birşeyi, ne olursa olsun, soruşturmaya kalkışmamıştır. Savcı tarafından istenen değişik tıbbi muayeneler ve benzer olarak başvurucunun bir tecavüz kurbanına karşıt olarak bakire olup olmadığı gibi bir soruya odaklandıkları doktor raporları da tecavüz şikayetini etkili bir biçimde araştırmak için gerekli olan ihtiyaçları karşılamamıştır.
94. Bundan başka, başvurucu, savunmacı Devletin ulusal hukuku kendi sözleşme haklarını ihlal eden ancak 6. Madenin 1. Paragrafının anlamı çerçevesinde medeni haklar olarak tanımlayamadığı, kendisine karşı yapılan yanlışlıklar için etkili bir çözümü garanti edemediğini delil olarak göstermiştir. Örnek olarak, başvurucu, gözaltında tutulduğu süre boyunca gözlerinin kapatılmış olduğu gerçeğine atıfta bulunmuştur. Başvurucu, aynı zamanda Divan’dan bir bütün olarak başvurma yolları ile ortaya çıkan sorunlardaki yetersizlik yüzünden bu cezai soruşturma yeterli olmamasının sadece 6. Maddeyi değil, 13. Maddeyi de ihlal ettiği sonucuna ulaşmasını istemiştir. Özellikle, bu bağımsız, sert soruşturma ve kanuni takipte bulunma politikaları, şikayetçilere, danışmanlarına ve şahitlere gözdağı verme ve tıbbi kanıtların alınmasında profesyonel standartların eksikliğini açığa çıkartmıştır.
95. Hükümet, şikayetçilerin düzeltilebilir yeterli araçları olması halinde, ulusal cezai, medeni ve idari hukuku için israr etmiştir. Hükümet, ceza kanunu usülünün ilgili şartlarına başvurarak savcının, kanıt toplamak, şahitleri sorgulamak ve uygun bir şekilde ve kanıtlar nerede bir şüpheli suçluyu gösterirse, orada kanuni takipte bulunmanın kanuni görevleri arasında olduğunu vurgulamıştır. Hükümet, başvurucunun davası için yetersiz cezai soruşturma iddiası ile iligili olarak savcının, başvurucuyu ilk olarak Dr. Akkuş’a ve sonra da jinekolog Dr. Çetin’e göndererek şikayetçinin tıbbi bir muayeneden geçmesini sağlayarak hemen harekete geçtiğini vurgulamıştır (yukarıda 24. ve 25. Maddelere bakınız). Her iki doktor da bu aşamada kızlık zarınn hangi gün yırtıldığı konusunda birşey söylemenin imkansız olduğu sonucuna varmışlardır. Üçüncü bir tıbbi muayene, bunları izlemiş ve sonuç, bu iddiayı desteklemiştir (yukarıda 26. Paragrafa bakınız). Hükümet, başvurucunun savcıya yaptığı şikayetteki gecikmenin, başvurucunun ifadelerini doğrulayan veya çürüten tıbbi kanıtları bulmak için bir fırsattan kaçması olarak neticelendiği konusunda ısrar etmiştir. Savcı, bu konudaki gayretlerinde tıbbi bir kanıt temin etmek için Derik jandarma merkezinden, başvurucu ve aile üyelerinin olay anında alıkonulup konulmadığını ve araştırma için bekçinin kendisine bilgi göndermek için bir talimat alıp almadığı konusunda bilgi istemiştir (yukarıda 27. ve 28. Paragraflara bakınız).
96. Hükümet, başvurucunun Derik bölgesinden kaybolmasının soruşturmayı ve başvurucunun psikolojik muayenesinin devamını engellediğini ifade etmiştir. Yine de soruşturma devam etmiş ve başvurucuya herhangi bir karara karşı, bir şüpheliyi itham etmek değil, her türlü kanuni yola başvurabilme olanağı açık bırakılmıştır.
97. Aynı zamanda, Türk idare hukuku, idarenin gerçek sorumluluğu ilkesine göre, başvurucu gibi rencide olmuş kişinin sanığı tanımlamaksızın Devletin bir görevlisinin yanında tecavüz ve kötü muamele için tazminat alabilmesini sağlamıştır (yukarıda 44-46. Paragraflara bakınız).
98. Komisyon, başvurucunun şikayeti için uygun bir cezai soruşturma yapmanın medeni veya idari mahkeme önünde tazminat alabilmek için başvurucunun şikayetleri için hayati bir önkoşul  olduğu yolunda ileri sürdüğü konular ile aynı fikirdedir. Savcı, iddia edilen olayın olduğu zaman Derik merkezinde hazır bulunan jandarma subaylarını soruşturmak için, güvenlik güçleri ile kabul edilemez derecede bir kısıtlamayı açıkça göstermiştir. Bundan başka, savcı, başvurucunun alıkonulduğu zamanki muhtemel doğrulamaya sahip diğer soruşturma yollarını aramamıştır. Araştırma altındaki savunmanın doğası gereği tıbbi kanıtların alındığı usul ve tıbbi raporların içeriği de yetersizdir. Cezai araştırmanın derin ve ciddi yetersizliği, başvurucunun, sözleşmenin 6. Maddesinin ihlalinde medeni tazminat hakkına karar vermek için mahkemeye yaptığı etkili bir başvurunun inkar edilmesi ile sonuçlanmıştır. Komisyon, bu bulgunun ışığı altında, başvurucunun şikayetini 13. Maddeye göre incelemeyi gerekli görmemiştir.

A. Sözleşmenin 6. Madde, 1. paragrafı
99. Divan, 6. Maddenin 1. Paragrafının mahkemeye başvuru yapma hakkı olan “mahkeme hakkı”’nı temsil ettiğini hatırlatmıştır, şöyle ki, medeni hallerde Divan önünde dava muameleleri oluşturma hakkı bir görüşü oluşturur (örnek olarak 9 Aralık 1994 tarihli Kutsal Mabetler-Yunanistan davasına bakınız, seri no. 301-A,s.36-37, paragraf, 80). Bundan başka, 6. Maddenin 1. Paragrafı Devlet görevlilerinin yaptığı iddia edilen kötü muamele konusunda tazminat için ferdi bir hakka müracaat eder (örnek olarak, yukarıda bahsi geçen Aksoy davalarına bakınız,..s…, paragraf 92).
100. Başvurucu, gözaltındayken maruz kaldığı acılar konusunda tazminat almak için ne bir adli mahkemede ne de idari mahkemede dava muameleleri başlatmamıştır. Başka bir deyişle, başvurucu, suçluları adalete çağırmak, en azından, ceza araştırmasının ilk evrelerinde araştırıcı yetkililerle işbirliği yapmak için ceza sürecine çağırmak için hazırlanmıştır. Başvurucu, Devlete ait kurumlarda tecavüze uğradığı ve kötü muamele yapıldığı konusunda kanıt yokluğunda hiçbir başarı ihtimali gözükmediği sebebiyle bir tazminat iddiasını sürdürme çabasını ve başarısızlığını açıklamaya çabalamıştır ve böyle bir kanıtın, savcının yaptığı araştırma usulü hakkında delil göstermek imkansızdı.
101. Başvurucunun, Sözleşmenin 6. Maddesinin 1. Paragrafına göre yaptığı başvurunun esası, Divan’a, kanuni bir takipte bulunmazsa bile etkili bir araştırma yapmasının savcının bir hatası olarak görülmekte, hiç değilse, gözaltındayken zarara uğradığından, tazminat talebinin başarı ihtimalini yükseltmektedir.
102. Buna göre, Divan bu şikayeti, Sözleşmenin ihlali konusunda etkili bir çözüm bulmak için, 13. Maddenin belirttiği, Devletlerin genel yükümlülükleri ile ilişkili olarak, incelenmesinin uygun olacağını düşünmüştür. Divan, bu bağlamda, başvurucunun bir tazminat kararını, ne kendisinin mağdur olduğu ihlalin önemini düzeltir, ne de savunmacı Devleti, Sözleşmenin 3. Maddesi uyarınca yükümlülüklerinin diğer çehresine saygı göstermesini bağışlamaya işaret ettiğini kaydetmiştir.

Sözleşmenin 13. Maddesi
103. Divan, başlangıçta, 13. Maddenin, ulusal kanuni düzenin sağlanması için ne yapılması gerekiyorsa, Sözleşmenin hak ve özgürlükleri esasını yerine getirmek için ulusal düzeyde bir çözümün hazır olduğu garantisini hatırlatmıştır. Buna göre, bu maddenin etkisi, taraf devletlerin bu şart altında yükümlülüklerine uyduğu bir tavır gibi takdir edebilme hakkı, işlerine gelmesine rağmen, ulusal yetkililere hem ilgili sözleşme şikayet esası ile ilgilenmek hem de uygun bir rahatlama sağlamasına izin veren ulusal çözüm maddelerini icap ettirmiştir. 13. Maddeye göre, yükümlülüğün alanı, sözleşmeye göre, başvurucunun şikayetine bağlı olarak değişmektedir. Yine de 13. Madde tarafından gerekli görülen çözüm, hukukta olduğu gibi, uygulamada da “etkili” olmalı, özellikle uygulamada savunmacı Devletin fiilleri tarafından gereksiz bir şekilde engellenmemeli veya yetkilileri tarafından yapılmamalıdır (yukarıda bahsi geçen Aksoy kararına bakınız, s.26, paragraf 95).
Bundan başka, Sözleşmenin 3. Maddesi tarafından korunan hakkın doğası, 13. Madde için karışıklılıklar içerir. 13. Madde, işkencenin önlenmesinin temel önemi ve özellikle işkence kurbanlarının yaranabilir pozisyonu (yukarıda 81. ve 83. Maddelere bakınız), ulusal sistem altında hazır bulunan herhangi bir başka çözüm için önyargısız, devletlerin yükümlülüğü olan işkence olaylarının baştan başa ve etkili bir araştırmayı şart koşar.
Buna göre, herhangi bir kişi, uygun olduğu bir yerde, tazminat ödemesi yapmaya, hüviyetini ispat edebileceği baştan başa ve etkili bir araştırma yapmaya ve sorumlu olanları cezalandırmaya ve araştırma usulleri için etkili bir şikayet davası açmaya ilaveten, nerede Devlet kurumları tarafından işkenceye maruz kaldığı konusunda tartışmalı bir talebi olursa, “etkili çözüm” zanı icap ettirilir. Sözleşmede, bir işkence fiilinin işlendiğine inanmak için makul bir sebebin olduğu bir yerde (yukarıda 48. Paragrafa bakınız), “çabuk ve tarafsız” bir araştırma görevini sürdürebilmeyi şart koştuğu, işkence ve diğer zalimce, insanlıkdışı ve küçültücü davranışları ve suçlarına karşı BM Sözleşmesi’nin 12. Maddesindeki gibi açık bir koşul bulunmadığı sarihtir. Ancak, böyle bir gereklilik, 13. Maddeye göre (yukarıda bahsi geçen Aksoy kararına bakınız, s…. paragraf 98) “etkili bir çözüm zanı” içinde kesindir.
104.Divan, bu ilkeleri gözönüne alarak, başvurucu, savcıya tam olarak itimat etmiş ve polis, şikayetçiyi doğru çıkarmak için gerekli olan kanıtları toplamak için kendi talimatları doğrultusunda hareket ettiğini kaydetmiştir. Savcı, Derik jandarma merkezindeki güvenlik güçleri, çağrılan şahitler ile görüşme yapmak, olay mahallinde incelemelerde bulunmak, mahkemeye ait kantları toplamak ve başvurucunun ifadesini doğru çıkartmak için diğer önemli adımları atmak için kanuni güçlere sahiptir. Savcının rolü, sadece failin suçlarına karşı cezai dava muamelelerini yürütmek için değil, aynı zamanda da başvurucunun muzdarip olduğu zararı düzeltmek için başvurucunun diğer çözümlerini de takip etmek için eleştirel olmaktır. Bu çözümlerin nihai etkisi savcının kendi fonksiyonları tarafından uygun bir şekilde ifa edilmesine bağlıdır.
105.Başvurucu, babası ve yengesi, savcıya, gözaltında tutuldukları zaman maruz kaldıkları davranış hakkında şikayette bulunmuşlardır. Başvurucu, ifadesinde özellikle Derik jandarma merkezinde tecavüz edildiğine ve işkenceye uğradığına atıfta bulunmuştur (yukarıda 23. Paragrafa bakınız). Savcı, başvurucunun işkenceye ait gözle görülür herhangi bir ize sahip olmamış olmasına rağmen, ailesinin diğer üyelerinin maruz kaldıklarını iddia ettikleri davranışlar hakkında verdikleri ifadelerin akılda uyandırdıklarıyla, iddianın makul bir biçimde ciddiye alınması beklenebilmiştir. Bu gibi durumlarda, başvurucunun şikayetinin doğruluğunu meydana getirebilen ve sorumluların hüviyetini tespit etme ve cezalandırmaya yol açan hemen, baştan başa ve etkili bir araştırma yapma ihtiyacı için uyanık olmalıdır.
106. Türk Usul Hukuku koşulları, ceza kanunu ile beraber işkence, sanığa tecavüz ve kötü muamele iddialarını araştırmak için açık yükümlülükler yüklemektedir (yukarıda 41-43. Paragraflara bakınız). Yine de savcı, başvurucunun ifadesinin doğruluğuna karar vermek ve kanuni takipte bulunmak ile suçlunun ikna olması için sadece tamamlanmamış bir soruşturmayı sürdürmüştür. Savcının 29 Haziran 1993 günü gözaltına götürülürken Aydın ailesini görmüş olabilecek köylülerin isimlerine sahip değilken, muhtemel şahitleri soruşturmak için kendi inisiyatifini kullanarak adım atması beklenebilirdi. Savcının olayın olduğu gün, olayın geçtiği yerleri tanımak, başvurucunun bahsettiği yerlerin tutarlı, veya ailesinin diğer üyelerinin ifadelerinde tutarlı olup olmadığını öğrenmek için Taşıt’a dahi gitmediği anlaşılmaktadır. Bundan başka, Savcı, Aydın ailesinin iddia edildiği gibi Derik jandarma merkezinde alıkonulup konulmadığına karar vermek için anlamlı önlemler almamıştır. Soruşturmanın ilk kritik evrelerinde hiçbir subay soruşturulmamıştır. Savcı, merkezdeki subaylarla benzer bir soruşturmanın bu bölümünü yapmaktan memnun olmuştur (yukarıda 27. Ve 28. Paragraflara bakınız). Savcı, aynı zamanda, Aydın ailesinin alıkonulduğunu ve gözaltı kayıtlarının güvenirlik diğerini kabul etmeye hazırlandığı konusundaki inkarlarını seve seve kabul etmiştir. Eğer savcı daha gayretli olsaydı, bölgedeki güvenlik durumunu gösteren 1993 yılı kayıtlarındaki azlığın sebeplerini bulmak için yönlendirilebilirdi (yukarıda 27. Ve 28. Pargaraflara bakınız). Savcının, merkezdeki doğru kanıtları aramadaki başarısızlığı ve güvenlik güçlerine gösterdiği riayetkarane tavır, araştırmadaki özellikle ciddi bir kusur olarak yorumlanmaktadır.
107. Savcının ilk kaygısının birbiri ardına istediği üç tıbbi muayenenin başvurucunun bekaretini kaybedip kaybetmediğini belirlemek olduğu görülmüştür. Muayenenin ana konusu, şikayetçinin en önem verdiği konu olan gerçekten bir tecavüze uğrayıp uğramadığı olmalıydı. Bu bağlamda, ne Dr. Akkuş’un ne de Dr. Çetin’in tecavüz kurbanları ile ilgili özel bir deneyimleri olmadığı kaydedilmektedir (yukarıda 24. ve 25. Paragraflara bakınız). Başvurucuya, ona ne olduğunun sorulması veya bacaklarındaki çürükleri açıklaması hakkında, bu doktorların her ikisine de daha çok özet olarak hazırlanan raporlarla müracaat edilmemiştir. Doktorlardan hiçbirisi çürüklerin gönüllü olmayan bir cinsel ilişki iddiası ile tutarlı olup olmadığı konusunda gönüllü olarak fikirlerini belirtmemişlerdir (yukarıda 24. Ve 25. Paragraflara bakınız). Bundan başka, başvurucunun tavır ve hareketlerinin tecavüz kurbanlarınki ile uyum gösterip göstermediği, psikolojik olarak değerlendirilecek bir girişimde bulunulmamıştır.
Divan, Devlet görevlilerinin yanında ki bir gözaltındaki tecavüz iddiları için baştan başa ve etkili bir araştırmanın gerekliliğinin, kurbanın bu alanda özel yeteneği olan tıp otoriteleri tarafından tüm uygun hassasiyetleri ile ve muayene alanı ile ilgili olarak kanuni takipte bulunan yetkililerce verilen talimatlarla incelenmesi gerektiğini ima ettiğini kaydetmiştir. Savcı tarafından istenen tıbbi incelemenin bu icabı yerine getirdiği sonucu çıkarılamamıştır.
108. Araştırmanın hala devam ettiği ve başvurucunun Derik’e yakınlığının olmayışının belli bir süre için araştırmayı engellediği iddia edilmiştir (yukarıda 96. Paragrafa bakınız). Başvurucu, psikolojik bir incelemeyi de içeren daha detaylı bir incelemeye katlanmayı reddetmiştir (yukarıda 96. Paragrafa bakınız). Divan’ın fikrine göre, şikayet başvurusunun hemen akabinde önemli evreyi belirten ciddi kusurları ve ataleti doğrulamayabilir. Savcı, o evrede, içinde uygun psikolojik ve davranışsal kanıtların da olduğu bütün gerekli kanıtları toplamak ve aceleyle hareket etmek için kanuni araçlara sahipti; araştırma hükmünde belirtilen suçun önemi, başvurucunun gaipliğinden dolayı araştırmayı askıya alma kararını onaylamaz.
109. Yukarıdaki düşüncelerin ışığı altında başvurucunun iddiaları için baştan başa ve etkili bir araştırmanın yapılmadığı ve bu başarısızlığın, tazminat elde etmeye uğraşmayı da kapsayan çözümler sistemi için savcının merkeziyetçi rolünün de bulunduğu diğer birçok çözümün etkisini zayıflattığı sonucu çıkarılmalıdır.
Sonuçta, Sözleşmenin 13. Maddesi ihlal edilmiştir.
IV.SÖZLEŞMENİN 25. MADDESİNİN 1. PARAGRAFININ İHLAL EDİDİĞİ İDDİASI
110. Başvurucu, yetkililerin hem kendisini hem de ailesini, dava muamelelerini sözleşme kurumları önüne getirme kararından dolayı çeşitli şekillerde taciz ettiği ve gözdağı verdiğinden dolayı şikayet etmiştir. Buna göre, 25. Maddenin 1. Paragrafının ihlali olan başvurucunun şahsi dilekçe hakkına müdahale edilmiştir. 25. Maddenin 1. Paragrafı ile gili müsadere emirnamesi şöyle şart koşar:
“İşbu sözleşmede tanınan hakların Yüksek Akidlerden biri tarafından ihlalinden zarar gördüğü iddiasında bulunan her hakiki şahıs, hükümet dışı her teşekkül veya her insan topluluğu, hakkında şikayet vaki Yüksek Akid tarafın bu işte Komisyonun selahiyetini tanıdığını beyan eylemiş olması halinde, Avrupa Konseyi Genel Sekreterine sunulacak bir dilekçe ile Komisyona müracaat edebilir. Yüksek Akid Taraflardan böyle bir beyan yapmış olanlar işbu hakkın müessir bir tarzda kullanılmasına hiçbir suretle engel olmamayı taahhüt ederler”.
111. İddiasını doğrular bir biçimde, kendisinin ve aile üyelerinin sürekli olarak karakola, Güvenlik Amirliğine ve Savcının odasına nasıl götürüldüklerini anlatmış ve Komisyon’a yaptığı başvurusunun niteliğini sorgulamıştır. Köyünden ayrıldıktan sonra babası, sürekli olarak nerede olduğu konusunda sorguya çekilmiştir. Evi iki kez aranmış ve kocası iki defa gözaltına alınmış ve polis memurlarınca dövülmüştür. Ayrıca komşularının,  güvenlik kuvvetlerinin kayınpede¬rinin evini taşladıklarını gördüğünü iddia etmiştir. Kasım 1996’da, Komisyon raporunun yayınlanmasının ardından ve davasının Divan önünde görüşülmekte olduğu sırada, yetkililer, kendisini İstanbul’da dördüncü kez tıbbi muayeneden geçmeye zorlamışlar ve direnirse zorla götüreceklerini söylemişlerdir. (bkz. yukarıdaki 7. ve 8. Paragraflar)
112.Hükümet, yetkililerin, söz konusu dönem içinde, başvurucunun kendisiyle ve aile fertleriyle bağlantı kurduğunu reddetmiştir. Kendisinin veya ailesinin baskı ve şiddete maruz kaldığı veya evlerinin yandığı yolundaki iddialar, bağımsız kaynaklarca doğrulanmamıştır. Gerçekte Hükümet, Komisyon’un resmi bir cevap ve itiraz talebi üzerine, 12 Aralık 1995 tarihinde Komisyon’a gönderdiği mektupta, tüm bu iddiaları reddetmiştir. Türk Ceza Kanunu uyarınca polisin yanısıra savcı da başvurucunun iddiasını soruşturma yükümlülüğü altındadır. Başvurucunun, Sözleşme sistemini, iddiaları bakımından düzeltme yönünde teşvik etmesi, iç hukuk bakımından soruşturmaya son vermemiştir. Başvurucu ve babası ile, iddia edilen olayların gerçekten olup olmadığını ve iddiaların doğruluğunu ortaya koymak için yapılacak bir görüşme, soruşturmanın başarısı için büyük öneme sahiptir. Başvurucu ve ailesi üzerinde hiçbir baskı uygulanmamıştır. Aslında yetkililer, Ekim 1995’te Strasbourg’da Delegeler önüne çıkmasını kolaylaştırmak için, duruşmaya katılımını sağlama ve pasaport gönderme konusunda babasıyla bağlantı kurmaya çalışmışlardır.
113. Yetkililerin, Kasım 1996’da, İstanbul’da dördüncü kez tıbbi muayeneden geçmeye zorladığı iddiasına gelince, Hükümet, bir kez daha, başvurucuyu  psikolojik tedavi altına alarak, ırzına geçildiği yo¬lundaki iddiasıyla ilgili soruşturmanın derinleştirilmesi ihtiyacını vurgulamıştır. Başvurucu herhangi bir muayeneden geçme yükümlülüğü altında değildir. Yetkililer, bu yöndeki isteğine saygı göstermişlerdir.
114. Komisyon, başvurucu ve ailesinin gerçekten tehdit ve tacizden yakındıklarını ve başvurucunun, Komisyon önündeki işlemlere son vermesi için ağır baskılara maruz kaldığını ve bunun da kendisinin bireysel dilekçe hakkını kullanmasını daha da zorlaştırdığını belirtmiştir. İddiaların bağımsız kaynaklarca doğrulanmamasına karşın, Komisyon, yine de, Hükümet’in, yetkililer ile başvurucu ve ailesi arasındaki temasları haklı kılacak makul nedenler ortaya koyamadığını düşünmektedir. Ayrıca Komisyon tarafından, taciz ve tehdit iddialarına ilişkin açıklamalar yapmak üzere davet edilmesine rağmen, Hükümet, böyle bir harekette bulunmamıştır.
115. Divan, Sözleşmenin 25. Maddesinde öngörülen bireysel dilekçe hakkının etkin bir biçimde uygulanması için başvurucular veya potansiyel başvurucuların, yetkililerden şikayetlerini geri alma veya değiştirme yönünde herhangi bir baskı görmeden, Komisyon ile serbestçe haberleşme imkanına sahip olmasının büyük önemi olduğunu vurgulamıştır. (bkz. 16 Eylül 1996 tarihli Akdivar*Türkiye Davası, Raporlar 1996 IV, s.1219 § 105)
116. Başvurucu ve ailesinin, Sözleşme kurumları önündeki tutumlarını etkileyeceği düşünülen taciz ve tehdite ilişkin kesin ve bağımsız bir kanıt gösteremedikleri ifade edilmelidir. Komisyon, büyük ölçüde, yetkililerin, başvurucunun evine baskın yapıldığı, kocasının polislerce dövüldüğü ve kendisinin ve aile fertlerinin, Komisyon’a yaptığı başvurudan ötürü sürekli sorgulandığı iddialarını reddet¬mekten başka bir şey yapmamış olmasının üzerinde durmuştur. Mamafih, Divan önünde Hükümet, taciz ve tehdit iddialarının gerçek olmadığını teyid etmiştir. Sorgulamanın doğru olduğunu kabul etmiş fakat bunun şikayetlere ilişkin cezai soruşturmanın bir gereği olduğunu ve kendisinin Delegeler önündeki duruşmasına katılımını kolaylaştırmayı amaçladığını belirtmiştir.
117. Tüm bunlara karşın Divan, önüne gelen kanıtlar ışığında,
davalı devlet yetkililerinin, başvurucu ve aile fertlerine, şikayetlerini geri almaları veya değiştirmelerine neden olacak ve bireysel dilekçe hakkının uygulanmasını engelleyecek şekilde tehdit ve tacizde bulunduğuna karar vermiştir.
Bu nedenle Sözleşmenin 25 §1. Maddesinin ihlali söz konusu değildir.

V. SÖZLEŞMENİN 28§ 1 (a) VE 53. MADDELERİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

118. Başvurucu, Divan’dan Hükümet’in, Sözleşmenin 28 §1 (a) ve 53. Maddelerinde öngörülen yükümlülüklerine uymadığına hükmetmesini talep etmiştir. Sözleşmenin ilgili 28 §1 (a) maddesi şöyledir:
“Komisyon, kendisine havale edilen bir başvuruyu kabul ettiği taktirde;
a) Olayları tespit etmek amacıyla, tarafların temsilcileriyle birlikte başvuruyu inceleyecek ve gerekirse, İlgili Devletlerin, Komisyon ile fikir teatisinde bulunmalarından sonra, etkinliği için gerekli tüm kolaylıkları sağlayacakları bir tahkikat yapacaktır.”
Sözleşmenin ilgili 53. Maddesi şöyledir:
“Yüksek Akidler taraf oldukları Divanın kararlarına uymayı taahhüt ederler.”

119. Bu talebi bağlamında başvurucu, Komisyon’un, Hükümetin, Sözleşmenin 25. Maddesini ihlal ettiğini ortaya koyduğu 7 Mart 1996 tarihli Komisyon raporuyla, taciz ve tehdit kurbanı olduğunu belirtmesinden memnun olmuştur. Ayrıca Divan önündeki işlemlerle ilgili taciz ve tehdit, Divan’ın 16 Eylül 1996 tarihli Akdivar davasında (bkz. paragraf 115, yukarıda) davalı devletin, Sözleşmenin 25. Maddesini ihlal ettiği yolunda aldığı karara rağmen devam etmiştir. Bu şartlar altında Hükümet’in iyiniyeti ve Sözleşme bağlamındaki yükümlülüklere uyma yolunda gösterdiği istek şüphelidir.
120. Başvurucunun 25. Madde bağlamında yaptığı şikayetine (bkz. paragraf 117, yukarıda) karar göz önünde bulundurul¬duğunda Divan, başvurucunun 28§ 1 (a) ve 53. Maddeler uyarınca yaptığı şikayetleri incelemenin gereksiz olduğu görüşündedir.

VI. İDARİ UYGULAMANIN SÖZLEŞMEYİ İHLALİ İDDİASI

121. Sözleşmenin 3, 6§ 1,13 ve 25. Maddelerinin ihlal edildiğine ilişkin bulgulara ek olarak, başvurucu, Divan’dan ihlale resmi olarak göz yumulduğu gerekçesiyle bu maddelerin ağır ihlalinin kurbanı olduğuna hükmetmesini talep etmiştir.
122. Başvurucu, CPT tarafından Aralık 1992’de yayınlanan ve göz altına alınan kişilere işkence yapılmasının veya diğer kötü muamelelerin Türkiye’de yaygın olduğunu ifade eden Kamu Bildirisine işaret etmiştir. (bkz. 49. ve 50. Paragraflar, yukarıda) Divan önünde CPT’nin en son 6 Aralık 1996 tarihinde yayınlanan ve Türkiye’deki karakol¬larda işkence ve kötü muamelenin yaygın olduğunu belirten Kamu Bildirisine dikkat çekmiştir. (bkz. paragraf 50, yukarıda) Yetkililer bu durumu düzeltmek amacıyla herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Bu, yetkililerin, Sanıkları mahkeme önüne getirmek için kesin ve bağımsız soruşturmalar yapmayarak, söz konusu iddiaları reddettiğine dair önemli bir örnek oluşturmuştur. Bu durum, bir mahkemede tazminat talebinde bulunma dahil iç başvuru yollarının inkarıyla sonuçlanmaktadır. Sikayetçiler ve onlara yardımcı olanlar, durumun düzeltilmesi ve iç hukuk başvuru yollarının uygulanması için iç hukuk sistemini kullanmalarını engelleyecek biçimde tehdite maruz kalmışlardır.
123. Bunun yanısıra başvurucu, davalı devlet hakkında, başvurucuların Sözleşmenin 25. Maddesi uyarınca, tehdit, baskı ve tacize uğradıklarını iddia ettikleri davaların, Sözleşme kurumları önünde büyük etkisinin olduğunu iddia etmiştir. Başvuruculara iddiaları konusunda yardımcı olan doktorlar ve avukatlar da aynı baskılara maruz kalmışlardır.
124.Divan, Komisyon önündeki kanıtın, başvurucular bakımından Sözleşmenin ilgili maddelerini ihlal eden bir idari uygulamanın varlığı sonucuna varmak için yeterli delil olmadığı görüşündedir.

VII. SÖZLEŞMENİN 50. MADDESİNİN UYGULANMASI

125. Başvurucu, Sözleşmenin 50. Maddesi bağlamında adil yargılama hakkı talep etmişlerdir. Söz konusu madde şöyledir:
“ Divan’ın kararı, bir yüksek Akid Tarafından adli makamları veya resmi bir makam tarafından alınmış olan bir kararın veya vaz’edilmiş bulunan bir tedbirin işbu Sözleşmeden doğan mükellefiyetlere tamamen veya kısmen aykırı olduğunu beyan ederse ve eğer mezkur Akid Tarafın dahili mevzuatı bu kararın veya tedbirlerin neticelerini ancak kısmen izaleye müsaitse, Divan kararında, buna mahal varsa, hakkaniyete uygun bir surette mutazarrır tarafı tatmin eder.”

A. Maddi ve Manevi Zarar
126. Başvurucu, taciz ve tehditten kurtulmak amacıyla Derik’den ayrılıp başka bir yere gitmek için £ 50 masraf yaptığını iddia etmiştir. ( paragraf 111, yukarıda) Bu miktarın maddi zarar bağlamında tazmin edilmesi talebinde bulunmuştur.
127. Maddi olmayan zarara gelince, göz altında iken maruz kaldığı  kötü muamele sonucu çektiği fiziksel ve zihinsel acı karşılığında £ 30.000 (Sterlin) ve buna ek olarak ırza geçme olayının sebep olduğu fiziksel ve psikolojik acılardan dolayı da £ 30.000 (sterlin) talep etmiştir. Ayrıca Divan’dan, Sözleşmedeki yargılama usulleri uyarınca, işkence ve tehdite varan kötü muamele nedeniyle doğan ağır zararlar için Türkiye’deki bir hayır kurumuna verilmek üzere £ 30.000 (sterlin) ödenmesi talebinde bulunmuştur. Son olarak, emsal teşkil eden veya ceza gerektiren zararların karşılığı olarak £ 30.000 (sterlin) öden¬mesine karar vererek, kurbanı olduğu, Sözleşmenin 3. Ve 25. Maddelerinin ihlalini ciddi bir biçimde kınamaya davet etmiştir.
128. Divan önünde başvurucu, , maddi ve maddi olamayan zarar karşılığında söz konusu dönemde geçerli olan kurdan Türk lirasına çevrilmek üzere £120.050 (sterlin) ödenmesi talebinde bulunmuştur. Eğer tazminat Türk Lirası olarak verilirse Divan, Türkiye’deki yüksek enflasyonu göz önünde bulundurarak, %95 oranındaki temerrüd faizini de eklemelidir.
129. Hükümet Divan’dan, iddialarını ispat etmeyi başaramadığı için başvurucunun talebini reddetmesini istemiştir. Divan’ın, Türkiye’nin Sözleşme’yi ihlal ettiğine dair bulgular elde etmesi halinde, böyle bir sonucun adil yargılama hakkı oluşturacağını belirtmiştir. Her halukarda Divan ülke ekonomisinin genel durumu ve Türkiye’deki maaş seviyesi göz önünde bulundurulduğunda başvurucuyu haksız biçimde zenginleş¬tirecek herhangi bir tazminat ödemekten kaçınmalıdır.
130. Delegeler, Madde 3’ün ihlali ve bu maddede güvence altına alınan hakkın önemi göz önünde bulundurulduğunda, Divan tarafından belirlenen tazminat miktarının yüksek olması gerektiğini belirtmiştir.
131.Divan’ın madde 25’in ihlal edilmediği yönündeki kararı ışığında (paragraf 117), başvurucunun maddi zarar bağlamında talep ettiği tazminat reddedilmelidir. Ayrıca başvurucunun maddi olmayan zarar nedeniyle talep ettiği tazminat, başvurucunun Sözleşmenin 3. Maddesinin ihlalinin mağduru olduğu yolundaki karar ile sınırlandırılmalıdır. Bu bağlamda ve Sözleşme ihlalinin ciddiyeti sonucu başvurucunun göz altında iken çektiği acılar ve ırza geçme sonucu oluşan kalıcı psikolojik tahribat göz önünde bulundurul¬duğunda  Divan, sorunun çözüldüğü zaman geçerli olan kurdan Türk Lirasına çevrilmek üzere, maddi olmayan zararın karşılığı olarak, £ 25.000 (sterlin) tutarında tazminat ödenmesine karar vermiştir.

B. Masraf ve Ücretler
132.Başvurucu, şikayetini Sözleşme kurumları önüne getirmekten doğan, kaçınılmaz ve makul miktardaki masraf ve harcamaları karşılığında £ 43.360 (sterlin) tazminat ödenmesi talebinde bulunmuştur. Bu miktar başvurucunun İngiliz temsilcilerine (£ 30.000)  ve Türk temsilcilerine (£ 3.000) ödediği makul ve yasal ücreti, Kürt İnsan Hakları Derneği’ne araştırma ve yardımları için ödediği ücreti ( £ 6.000)ve diğer makul ve kaçınılmaz masraf ve harcamaları ( tercüme, fotokopi, haberleşme, tıbbi rapor, v.b., başvurucunun yaptığı doğrudan ilgili masraflar- £ 4.360)yansıtmaktadır.
Duruşmada başvurucu, İngiliz asıllı temsilcilerine ödenecek yasal ücretin doğrudan doğruya Sterlin olarak kendilerine ödenmesini ve sterlin olarak ifade edilen masraf ve harcamaların, ödeme zamanında geçerli olan % 8’lik temerrüd faizi göz önünde bulundurularak Türk lirasına çevrilmesi talebinde bulunmuştur.
133. Hükümet, başvurucu tarafından talep edilen meblağın, İngiltere’de temsilci tayin etme kararı yüzünden şişirilmiş olduğu görüşündedir. Türk Avukatları bu müracaatı İngiliz avukatlarından çok daha mütevazi bir bedel karşılığında yürütebilirleri ve bu suretle ilave tercüme masrafından tasarruf edilebilirdi. Ayrıca Kürt İnsan Hakları Projesine herhangi bir bedel ve masraf ödenmesine, bu kuruluşun başvurucuyu temsil hakkı olmadığı nedeni ile karşı çıkmıştır.
134. Komisyon delegesi talep edilen miktar hakkında bir beyanda bulunmamıştır.
135. Divan başvurucunun İngiltere’de mukim, usulüne göre tayin edilmiş bulunan temsilcilerinin ücret ve giderleri için tesbit edilmiş olan £34,360 meblağın gerekli ve makul olduğu düşüncesindedir. Bu yüzden Divan bu meblağ ile buna ilave edilebilecek KDV, ve bundan tenzil edilecek, (talep hesabında dikkate alınmayan) Avrupa Konseyinin adli yardımı hesaplanarak ödenmesine karar vermiştir. Ayrıca, müracaatçının Türk temsilcisine de talep etmiş olduğu £3000 de tam olarak ödenecektir. Kürt İnsan Hakları Projesi tarafından talep edilen bedele gelince, Divan derneğin davaya katılımının kapsamının herhangi bir bedel tesbiti için haklı olduğu kanaatini edinmemiştir. Bu yüzden bu talep reddedilmiştir.

C.  Gecikme Faizi
136. Divanın elinde mevcut bilgilere göre İngiltere’de işbu kararın  kabul tarihinde geçerli faiz haddi yıllık %8’dir. Divan bu oranın İngiltere’de mukim temsilcilere sterling olarak ve Türkiye’deki temsilcilere ödeme tarihindeki kur üzerinden TL’ye çevrilerek uygulanmasını gerekli görmektedir.
BU NEDENLERLE, DİVAN

1. Üçe karşı on sekiz oyla iç yasal yolların tükenmediğine dair ilk itirazı reddetmeye;
2. Sürecin kötüye kullanıldığı hakkındaki ilk itirazın reddine;
3. Yediye karşı on dört oyla Sözleşmenin 3. Maddesinin ihlalinin vaki olduğuna;
4.Beşe karşı on altı oyla sözleşmenin 13. Maddesinin ihlalinin vaki olduğuna;
5.Yirmiye karşı bir oyla başvurucunun Madde 6 § 1’in ihlal edildiğine başvurucunun şikayetinin dikkate alınmasına gerek olmadığına;
6. Oybirliği ile 25 § 1 Maddesinin ihlal edilmediğine ;
7.Oybirliği ile Madde 28 § 1(a) ve 53’ün ihlal edildiğine dair başvurucunun şikayetinin incelenmesine gerek olmadığına;
8.On sekize karşı üç oyla
a) davalı Devletin, başvurucuya manevi tazminat olarak, üç ay içerisinde tasfiye tarihinde geçerli kur üzerinden TL’ye çevrilerek ödenmek üzere 25,000 (yirmibeşbin) Streling ödemesine,
yukarıda belirtilen üç ayın geçmesi halinde ayda yıllık %8 faiz ödenmesine,
9. Beşe karşı on altı oyla,
(a)  Davalı devletin, müracaatçının İngiltere’de mukim temsilcilerine, uygulanabilecek KDV ile birlikte bedel ve masraf olarak £ 34.360’in, işbu karar tarihinde cari olacak kur’dan hesaplanacak 19.145 Fransız Frank’ı tenzil edilerek ödenmesine, kendisinin Türk temsilcisine, ödeme tarihindeki kur üzerinden hesaplanmak üzere £3.000 karşılığı TL ödenmesine;
b)Yukarıda belirtilen üç ay süreden sonra ödeme tarihine kadar geçecek süre için %8 faiz ödenmesine;
karar vermiştir.

İngilizce ve Fransızca olarak hazırlanmış ve 25 Eylul 1997 tarihinde Strasbourg’da İnsan Hakları Binasında açık oturumda tefhim edilmiştir.

İmza: Rolv Russdal,
Başkan

İmza: Herbest Petzold,
Mukayyit

A sayılı Divan İçtüzüğünün 51 § 2 ve 53 § 2 gereğince aşağıdaki görüşler işbu karara eklenmiştir:
(a)  Bay Matscher’in kısmen uyumlu kısmen karşı görüşü;
(b)  Bay Pettiti’nin kısmen uyumlu kısmen karşıt görüşü;
(c)  Kötü muameleye iddiası (Sözleşmenin 3.Maddesi) konusunda Bay Gölcüklü, Bay Matscher, Bay Pettiti, Bay De Meyer, Bay, Lopes Rocha, Bay Makarczyk ve Bay Gotchev’in müşterek karşı görüşü;
(d)  iç yasal yollar (Sözleşmenin 13. Maddesi) konusunda Bay Gölcüklü, Bay Pettiti, Bay De Meyer, Bay Lopes Rocha ve Bay Gotchev’in müşterek karşıt görüşü;
(e)  Bay Gölcüklü’nün bireysel karşıt görüşü;
(f)  Bay De Meyer’in bireysel karşıt görüşü

Paraf: R.R.
Paraf: H.P
YARGIÇ MATSCHER’İN KISMİ KARŞIOYU

1. Yüce Divanın, davalı Hükümetin ilk itirazlarını reddetmesini onaylıyorum.
2. Eğer iddia edilen hususlar ispat edilebilseydi Sözleşmenin son derece ciddi bir ihlalini oluştururdu.

Fakat, mahallinde tahkikat yapan Komisyon temsilcile¬rinin, her iki tarafça yapılan çelişkili beyanları, ilgililerin çatışan çıkarları ve özellikle davalı Hükümetin etkin bir işbirliğinden kaçınması nedeni ile güçlüğe maruz kalmış olmalarına rağmen bu şartın yerine getirildiği hususunda tatmin olmuş değilim. Bununla beraber, bu vakada olduğu çelişkili beyanların yapıldığı hallerde, “cezai” soruşturmanın çok daha teferrüatlı ve tarafsız olarak yapılması ve güvenilir sonuçlara varılabilmesi için ilgili tüm hususların değerlendirilmesi gerekir.

Her iki tarafın sağladığı tanıkların ifadelerindeki tutarsızlık ve hatalar üzerinde yorum yapmadan sadece şunu ifade edeceğim ki, müşterek karşıt görüşlerde zikredilen hususlardan bazıları, şaşırtıcıdır ve Diyarbakır İnsan Hakları Derneğinin desteği ile başvurucunun olaylar hakkında verdiği  ve esas itibariyle Komisyon ve Divan tarafından kabul edilmiş bulunan ifadenin doğruluğu hakkında ciddi şüpheler uyandırmaktadır.

Bu şartlar altında bu davada “gerçeğin” ne olduğunu söyleyemediğimden, başvurucunun iddialarının şüphe götürmeyecek şekilde ispatlanmış olduğu kanaatinden çok uzağım. Bu itibarla, olayları ispat edecek yeterli delil olmadığı için Sözleşmenin 3. Maddesinin ihlal edilmediği sonucuna varmaktayım.

3.  Madde 13. Ihlal edildiğine dair Yüce Divanın çoğunluğu ile ayni düşüncedeyim.
4.  Madde 25 § 1 ihlal edilmediğine ve 25 § 1 maddesine dair çoğunluk kararına katılıyorum.

Manevi tazminat kararı verilmesini kabul ediyorum (kararın icra bölümündeki 8. Maddeye bkz.), fakat, başvurucunun İngiltere’deki temsilcilerinin ücretlerinin karşılanması için büyük bir meblağ ödenmesine karşıyım zira, başvurucunun bunlara talimat vermesine baştan beri gerek olmadığını düşünüyorum (bkz. Kararın icra bölümündeki Madde. 9)

İcrai hükümleri  1, 2 (ilk itiraz)lar, 5 (Madde 6), 6,7,8,9 fıkraları üzerinde çoğunlukla birlikte oy kullandım

Madde 3 ve 13’ün ihlal edilmediği hakkında azınlıkla beraber oy kullandım.,

Sözleşmenin 3. Maddesine gelince;
Mahkeme içtihadının gerektirdiği gibi iddia edilen olayların gerçekten vuku bulmuş olduğunun kati olarak tesbiti gereğinin tahkikat sırasında yerine getirildiğine kani olmadığım için 3. Maddede müşterek karşıt görüşe katılıyorum.

Eğer olaylar katiyetle saptanmış olsaydı gerçekten ciddi bir ihlal varid olurdu.

Sözleşmenin 13. Maddesine gelince,

Başvurucunun kullandığı bir çare vardı (iddia makamına şikayette bulunmak) ve bu da daha henüz kapanmamış olan bir soruşturmaya yol açmıştır.

Müşterek karşıt görüşte 13 Madde ile ilgili olarak ifade edilen, soruşturmanın noksanları, iddia makamının ihmalleri ve şikayetçinin hata ve ihmalleri gözlemine katılmaktayım. Kabul etmek gerekir ki, çare (iç hukuk) etkin olmamıştır, ancak, bu etkin olmayışta her iki tarafın pay bulunmaktadır. Bu yüzde Madde 13’ün uygulanması şartları bu davada oluşmamış bulunmaktadır.

KÖTÜ MUAMELEYE İDDİASI KONUSUNDA YARGIÇLAR GÖLCÜKLÜ, MATSCHER,  PETTITI,   DE MEYER, LOPES ROCHA,  MAKARCZYK VE GOTCHEV’İN MÜŞTEREK KARŞIOYU (SÖZLEŞMENİN 3.MADDESİ)

1. İlgili üç şahsın gözaltına alınması
Müracaatçı, babası ve yengesi Farahdiba, 29 Haziran’dan 2 Temmuz 1993’e kadar özgürlüklerinden mahrum edildiklerini ve Derik jandarma karargahında bu üç gün süresince gözaltında tutulduklarını söylemişlerdir.

Jandarmanın yalanlaması ve tutuklular kayıt listesinde isimlerinin bulunmaması aksini ispat için yeterli değildir.

Ancak bu durum, Aydın ailesinin tutuklanması, gözaltında tutulması ve serbest bırakılması ile ilgili olan ve Mahkemenin elinde bulunanın sadece bu ailenin üç ferdinin, üçüncü kişilerce sağlanan herhangi bir delille teyid edilmemiş beyanlardan ibaret olduğu vakıasını değiştirmemektedir.

Onlar beyanlarında, önce “köy meydanına” ya da “okulun yakınındaki meydana” “diğer köylüler” tarafından götürüldüklerini belirtmişlerdir. Başvurucunun babası tarafIndan Temmuz 1995’te yapılan bir beyana göre diğer köylülerden “bir genç adam” Aydın ailesinin üç üyesi ile birlikte götürülmüştür.

Dava dosyası “diğer köylüler”, ya da özellikle “genç adam” tarafından herhangi bir ifade ihtiva etmemektedir. Ayni şekilde ve daha genel olarak, ilgili üç şahsın beyanın dışında onların tutuklanmaları, üç günlük kayıp olmaları ve daha sonra köy dönmeleri hakkında başka bir kimsenin beyanı mevcut bulunmamaktadır.

İddia edilen olaylar sırasında ne Derik Savcısı Bay Özenir, ne Diyarbakır İnsan Hakları Derneği, ne de Komisyon bu ilgili şahıs dışında olayla ilgili olarak başka bir kimsenin ifadesini almışlardır.

Bu hayati sayılabilecek noktada esef edilecek bir delil boşluğu bulunmaktadır.

2. Kötü Muamele
Başvurucu, babası ve yengesi gözaltında bulunduruldukları sırada kötü muameleye uğradıkları iddiası ile 8 Temmuz 1993’te Derik Savcılığına başvurmuşlardır.

Şikayetlerini yaptıkları gün Savcı kendilerini Derik Devlet Hastahanesinde muayene ettirmiştir. Başvurucu ertesi gün Mardin Devlet Hastahanesinde Jinekolog Dr. Çetin tarafından ve tam bir ay sonra da Diyarbakır Doğumevinde bir doktor tarafından muayene edilmiştir.

Dr. Akkuş ve Dr. Çetin tarafından verilen raporlarda ve beyanlarda, her üçünün de serbest bırakılma tarihlerinden altı yedi gün sonra çeşitli yaralar gösterdiklerini belirtmektedir.
Doktorların pek yeni olmayan yaralar konusundaki bulguları, ilgili üç şahsın beyanları ile çelişmemektedir, ancak, bu yaraların nasıl hasıl oldukları hakkında da tam bir sonuca varılmasını da mümkün kılmamaktadır.

3.  Müracaatçının Özel Durumu

En ciddi itham hiç şüphesiz başvurucunun gözaltında iken tecavüze uğradığı ithamıdır. Bu hususta kendisi daha 8 Temmuz’da Derik Savcısına ifade vermiş ve bikrinin izale edildiğini ilave etmiştir.

Ayni gün öğleden sonra kendisini muayene eden Dr. Akkus, kızlık zarının yırtıldığını ve baldırlarında çürükler olduğunu tesbit etmiştir. Ertesi günü kendisini muayene eden Dr. Çetin bikr izalesi izlerini tesbit etmiş, bunların iyileştiğini ve olayın bir haftadan önce vuku bulmuş olduğunu belirtmiştir.

Bu itibarla, 2 Temmuz 1993 tarihinden önce bir veya daha fazla cinsi temas vaki olmuştur. Soru nerede, ne zaman ve kiminle olduğudur. Başvurucu, aca zor kullanılmış mıdır ?

Dr. Akkuş ve Dr. Çetin’in kısa bulguları ve Diyarbakır Doğumevinin bir ay sonra yapılmış gecikmiş muayeneleri, duhul keyfiyetinin ne zaman vaki olduğunu ifade etmek için yeterli değildir. Hiç değilse tecavüz veya tecavüze teşebbüsün Derik Jandarmalarından biri tarafından veya Derik Jandarma karakolunda vuku bulduğunu göstermek için yeterli değildir.

Konu şu hususlar dikkate alınanca daha karmaşık bir hal almaktadır: 1993 ve 1995’te verdiği kendi ifadelerine göre,  başvurucu Derik Karakolunda vuku bulduğu iddia edilen olaylardan ancak bir kaç gün sonra kuzeni Abidin Aydın ile evlenmiştir-yerel kültür çerçevesinde bu şaşırtıcı bir olaydır- ve ikinci olarak evlilikten kısa bir süre sonra çocukları olmuştur.

Bu münasebetle kayda şayandır ki, 1 Nisan 1994’te Diyarbakır İnsan Hakları Derneğinde verdiği ifadede, evlendikten kısa bir süre sonra Diyarbakırda bir jinekolojist olan Bay Donat’a başvurarak taşıdığı çocuğun gerçekten kocasından olup olmadığını “çeşitli yöntemlerle” tesbit etmek istemiştir.

İddia edilen kötü muameleden hemen sonra, Dr. Akkuş ve Dr. Çetin’den daha kalifiye bir doktora muayene olmaması yazık olmuştur. Diyarbakır İnsan Hakları Derneğinin o sırada bunu düşünmüş olması gerekirdi.

4.   Sonuç
Yukarıdaki izahattan ortaya çıkan husus başvurucu, babası ve yengesi tarafından ileri sürülen iddiaları destekleyen ve tarafsız bir kaynaktan gelen delil bulunmadığı ve iddiaların gerçek olduğunun “makul bir şüpheye” yer bırakmayacak bir şekilde ispatlanamadığıdır.

Gözaltına alma, kötü muamele uygulama ve tecavüzün delilleri Divanı istemesi lazım olan güçlü bir şekilde sunulamamıştır.

Bunun kadar bir meselede, özellikle, ihtilafın ardındaki durum dikkate alındığında, başvurucu ve babası hakkında “güvenilebilirler” izlenimi yeterli olamaz.

İÇ YASAL YOLLAR (SÖZLEŞMENİN 13. MADDESİ) KONUSUNDA YAGIÇLAR GÖLCÜKLÜ, PETTITI, DE MEYER, LOPES ROCHA VE GOTCHEV’İN MÜŞTEREK KARŞIOYU

1. Kısaca olayların kronolojisi

Olayların 29 Haziran ve 2 Temmuz 1993 arasında vuku bulduğu iddia edilmektedir.

Başvurucu, babası ve yengesi, Derik Savcılığına 8 Temmuz 1993’te şikayetlerini bildirmişlerdir.

Savcı, 8, 9, 13, ve 22 Temmuz, 12 Ağustos ve Aralık 1993, 18 Ocak, 17 Şubat, 18 Nisan ve 13, 18 ve 26 Mayıs 1994’de soruşturma ile ilgili işlemler yapmıştır. Onun halefi veya başka bir savcı Ocak ve Mayıs 1995’te de işlemler yapmışlardır.

“Serbest bırakıldıktan sonra” Aydın ailesi Taşıt’tan ayrılarak Derik-Kaleye gitmişler ve oraya 15 Temmuz 1993’te varmış görülüyorlar. Başvurucu ve kocası, Ferahdiba ve Kocası ile birlikte, Mart veya 1994’te adres bırakmadan oradan ayrılmışlardır.

Komisyona şikayet Diyarbakır İnsan Hakları Derneği tarafından 15 Temmuz 1993’te başvurucunun verdiği yetkiye istinaden, 21 Aralık 1993’te yapılmıştır.

2.   Savcının Soruşturması
Mevcut davanın güçlüğü  üç şahsın şikayetini müteakip Derik Savcısının yürüttüğü soruşturmanın yetersizliğinden ortaya çıkmıştır.

Soruşturma iki temel noktada yetersizdi: evvela, Savcı jandarmaların inkarlarını ve kayıtlarında bulunan veya bulunmayan bilgiyi hemen kabullenmiş ve Taşıt’taki köylüleri sorgulamamış veya sorgulatmamıştır.

Bu son hususta Temmuz 1995’te Bay Özenir, Aydınların diğer köylülerden hiç bahsetmediklerini beyan etmiştir. Gerçekten de sorgu zabıtlarında başka köylülerin varlığından hiç bahsedilmemektedir; ancak, bu Aydınların kendisine bundan bahsetmediklerini ispata yetmez; bahsetmemiş olsalar bile, olan bitenler hakkında Savcının Taşıt’ta bilgi edinmemiş olması veya bilgi edinmeye çalışmaması şaşırtıcıdır.

Gerçekte savcı, zaman geçince değersiz kalan tıbbi muayeneler dışında fazla bir şey yapmamıştır.

Bu bakımdan, Madde 3 ile korunan hakların ihlal edildiğine dair makul bir şüphe bırakmayacak delillerin yetersiz olduğu bu dava, 6 Madde ile teminat altına alınan yargı hakkı ve 13’ün Madde ile teminat altına alınan etkin çare hakkı ile ilgili sorunlar ortaya çıkarmaktadır.

3.  Başvurucunun ve Diyarbakır İnsan Hakları Derneğinin Davranışı
Bu da ayrı tür bir sorun yaratmaktadır.

Evvela, başuvuru sahibi, iddia edilen olaylardan sekiz gün sonra şikayette bulunmuştur ki, artık duhul tarihini kesinlikle tesbit imkanı kalmamıştır. Irza tecavüz konusuna gelinde kendisi, daha sonra çocuğunun babalığını tesbit için yaptığı gibi bir jinekoloğa muayene olmamıştır. İddia olunan olaydan bir süre sonra ortadan kaybolmuştur.

İkinci olarak, vakanın olaydan hemen hemen iki hafta sonra 15 Temmuz 1993’te kendisine intikal ettiğini ve başvurucuyu temsil etmek sahibi olduğunu beyan eden Diyarbakır İnsan Hakları Derneği de tahkikatın daha sıkı bir şekilde yürütülmesi için hiç bir faaliyet göstermemiştir. Bu Dernek, Bay Özenir’in amirleri veya daha başka Türk yetkililerle temas edebilir ve bilhassa, 29 Temmuz 1993’te Taşıt’ta vuku bulan olaylar hakkında diğer köylülerin ifadelerini toplayabilirdi.

Başvuru sahibi Derneğe verdiği ilk ifadede, tutuklandığı sırada diğer köylülerinde orada bulunduğunu söylemiştir. Böyle olduğu halde Dernek neden bunlardan herhangi birini bulmaya çalışmamıştır?

Kaldı ki, Dernek herhangi bir adli veya idari soruşturma talebinde bulunmamış görüntüsündedir.

Başvurucu, sadece zamanın geçmesini beklemiş ve olaydan beş ay kadar sonra daha altı ay dolmadan 21 Aralık 1993’te doğruca Komisyona müracaat etmiştir.

Bu şartlar altında iç çarelerin tüketildiği kanaatine varmak güçtür. Hatta bu konuda bir hakkın kötüye kullanıldığından bahsedilmesi de anlaşılabilir bir husustur.

Bu konuda, davalı Devlet Komisyonda bir itirazda  bulunmadığı için bu itirazın şimdi dikkate alınması mümkün görülmese de, Derneğin davranış biçimi, Madde 6 veya Madde 13’in ihlal edilmiş olduğuna dair sunuşlarını büyük ölçüde zayıflatmaktadır.

4.   Sonuç
Soruşturmadaki  belirgin eksiklikler, mahkemeye ulaşma hakkının ya da etkin bir çare bulunması hakkının ihlal edildiği sonucuna varmak için yeterli midir?

Bu davada başvurucunun ve özellikle temsilcilerinin davranış şekillerini dikkatten uzak tutulmasının mümkün olmadığı kanısındayız. Bu soruşturmayı kolaylaştırmadığı gibi, onun başarısızlığında rol oynamıştır. Bu durum  Madde 6 ve Madde 13’ün ihlal edildiği bulgusuna varmamızı engellemektedir.

YARGIÇ GÖLCÜKLÜ’NÜN BİREYSEL KARŞIT GÖRÜŞÜ

1.  Her ne kadar, müşterek karşıt görüşte vardığımız sonuç, davanın diğer yönlerini özellikle Madde 6 ve/veya Madde 13.1’I incelememi lüzumsuz kılmakta ise de, iç çareler konusunda Türk sistemini ortaya koymayı yararlı görüyorum.
2.  Başvurucu, yeterli, etkin iç çarelerin bulunmadığından şikayet etmekte ve bu yüzden Madde 6 ve/veya Madde 13’ün ihlal edilmiş olduğunu iddia etmektedir.
3.  Bu münasebetle belirtmek isterim ki, bu davada olduğu gibi işkence ve kötü muamele gibi iddialarla ilgili olarak, başvurucunun şikayetine çare bulacak üç tür işlem Türk hukukunda yer almaktadır. Birincisi ceza takibatıdır. Başvurucu gerçekten şikayet edilen olaylardan sorumlu oldukları iddia edilenler hakkında yetkili makamlara başvurmuş ve cezai takibat talebinde bulunmuştur.

4.  Bununla beraber, başvurucu iddia edilen olaylar hakkında eksik bir şekilde şikayette bulunmaktan öte  birşey yapmamış ve savcılığın soruşturmasına da yardımcı olmamıştır. Bu amaçla yardımcı olmamak bir yana, adres bırakmadan bir yıl kadar ortadan kaybolmakla da işlemleri kösteklemek için her şeyi yapmıştır. Başvurucunun, olumsuz davranışını onun lehine yorumlamak tüm hukuk mantığı ile ters düşer.
5.  Bildiğim kadarı ile belirtmek isterim ki, başvurucunun şikayeti üzerine savcılığının başlattığı cezai soruşturma halen beklemededir. Savcılık, herhangi bir nedenle dava açılmasına gerek görmezse, başvurucunun yerel Asliye Mahkemesi Başkanlığına itiraz hakkı mevcuttur.
6.  Bundan başka, başvurucu, idari  mahkemede devlet aleyhine ya da sivil mahkemede iddia edilen kötü muamelenin sorumluları   hakkında tazminat davası açabilirdi.
7. Eğer başvurucu idari mahkemelere müracaat etseydi, bu mahkemeler, Devletin yükümlüğü veya kamu görevlilerin hatası nedeni ile, idari makamlara, başvurucunun polis nezareti sırasında uğradığı zararın tazminini emredebilirdi. Bu tür idari takibat, ayrıca yürütülmekte olan cezai takibat üzerinde de olumlu etki yapardı, zira her iki takibat da ayni eylemleri dikkate alacaktı.
8.  Etkinlik ve özellikle idari yargının etkinliği konusunda, 16 Eylül 1996 Akdivar ve Diğerleri/Türkiye Kararı (1996-IV Raporları s. 1199 §§16 ve müteakip) konusundaki karşı görüşüme atıfta bulunmuş olmama ilave olarak, Madde 6 ve 13 konusunda çoğunluğun kararına neden katılamadığımı gösteren önemli örnekleri aşağıda belirtiyorum.

Aşağıdaki gözlemler, Divan tarafından incelenmek üzere sunulan tüm kararlara uygulanabilir ve aynı zamanda Fransız idari mahkemeleri kararları ile aynı hususları kapsar.

a)  Bütün ekli olan ve idari mahkeme içtihadını bir bölümüne aksettiren kararların tümünde mahkemeler zarar görenin lehine hüküm vermişlerdir.
b)  Bu kararlar, çeşitli terörist eylemlerin kurbanı olarak tazminat talep edenlerin hak ve çıkarlarına karşı son derece hassas bir hukuki mantık ifade eden teferruatlı yürütme ile ilgi hükümlere dayanmaktadır.
c)  Bu kararlara konu teşkil eden olaylar son derece çeşitli olup aralarında şiddet sonucu ölüm, uçaktan ateş açılması (bkz. A24) saldırı, yaralama ve fiziki zarar bulunmaktadır.
d)  Birçok davada kararların yürütme ile ilgi hükümleri, tüm idari kararların mahkemelerin gözden geçirmesine tabi olduğunu hükme bağlayan Anayasanın 125’inci Maddesini atıfta bulunmaktadır.
e)  Kararlar, eylemleri yapanların ister PKK (bkz. Örnek A13), ister güvenlik güçleri (bkz: A25), isterse bilinmeyen kişiler olsun (Bkz. Örnekler A3, A17, A24):  bunlar arasında bir ayırım yapmamaktadır; zira, yaklaşım daha genel olup görevin ifası sırasında işlenen hatanın tesbitinin veya idari makamların yükümlülüklerini tesbitten öteye gitmektedir İdari mahkemelerin kararlarındaki mantık “sosyal risk” teorisine istinat etmektedir.
f)  Sunulan kararlarla geliştirilmiş olan sosyal risk teorisi aşağıdaki unsurları ihtiva etmektedir:

i)   Devlet kamu düzenini ve nüfusun refahını sağlamalıdır;
ii)  Teröristlerin şiddet eylemlerinin cereyan ettiği bir ortamda  Devlet, olağanüstü hal yasası ile güvenlik güçlerine özel yetkiler verilmiş olmasına rağmen temel fonsiyonunu bazı hallerde yerine getirememektedir (bkz: A3, A13 ve A 14);
iii) Eğer bu koşullar altında, bazı kimseler, şiddet eylemlerinden, adli hatalardan, bedeni yaralanmalardan, maddi hasardan zarar görmüşlerse, kendileri ihmalden ya da tedbirsizlikten suçlu olsalar dahi ilgili eylemlerden sorumlu kimselerim kim olduğuna ve bu eylemlerin yasal olduğuna ve suç teşkil ettiğine bakılmaksızın tazmin edilirler. Bu davalarda bazen kurulabilecek ilişki iddia edilen hasar ile hasara yol açan eylem arasındadır; vaki hasar ile buna sebep arasında ilişki kurulmaz (bkz: A.17) Bahis konusu sorun (bkz. A.14) bir Devletin kanun nizamı altında , sadece topluma ait kimse oluşundan dolayı zarar gören bir şahsa karşı Devletin kollektif mesuliyetidir (bz.A14 ve A16)

Bilinmeyen bir uçağın ateşi sonucu hasıl olan hasarla ilgili bir davaya ait kararda  Mahkeme, “Bulgular ortaya çıkmış olduğundan, Türk silahlı kuvvetlerine ait uçaklar veya -Türk hava sahasının yeterince korunmadığı için -kimliği tesbit edilemeyen bir uçak tarafından ika edilen hasarın tazmin edilmesi idari makamların sorumlulu¬ğundadır” hükmünü vermiştir. (Van İdare Mahkemesi, 30.3.1994, dava No. 1992-407, 1991-174.

g) Danıştay tarafından verilenen kararlarda, idari makamların ; İçişleri Bakanlığının, itirazlarını reddetmekte ve idari mahkemelerin kararlarını yukarıda açıklanan prensiplerin ışığı altında tasdik etmektedir. Ayrıca kaydedilmesi gereken bir husus bu kararların “makul süre” gereksinimini de karşılamış olduğudur.
h) Buna ilaveten bu hükümler, idari makamların kollektif sorumluğu teorisine tamamen uygun olmaktan başka bir şekilde de çok aydınlatıcıdır; bu kararların arka planındaki olaylar incelendiğinde, terörizmin kapsamı, halk arasında, insan hayatı ve mala verilen zarara aldırış etmeden  halk arasında panik ve güvensizlik duygusu yaratmak için uyguladığı el altından yürütülen hilekar taktikler ortaya çıkmaktadır.
i) Bu kararlardan sonra sosyal risk teorisi diğer bölgelerde ortaya çıkan durumlar için de kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Örneğin, Anakara 4. İdare Mahkemesi, kararında (no: 1996/1319), 1995/460 nolu Gazeteci Uğur Mumcu’nu faili meçhul katilleri hakkındaki davada, sosyal risk prensibini uygulamış ve idari yetkililere, ölenin ailesine gördükleri zarara karşılık olarak yüklü bir miktar para ödenmelerini emretmiştir.

Doğal olarak, sosyal risk teorisi, bir sonrakinin ispatlanabileceği davalarda, idari hata teorisinin yerine geçmemiştir. Örneğin, Yüksek İdare Mahkeme (1996/6148 nolu davalar ve 1996/8743 nolu karar, dava no:1995/831 ve Sivas İdari Mahkemesinin 1996/ 845 nolu kararı), askerler tarafından açılan ateş sonucu sakatlanan davacılar hakkındaki iki davada, idari yetkililerin, hata yaparak, sorumlu olduğunu ve tazminat ödemlerine karar vermiştir.

YARGIÇ MEYER’İN ŞAHSİ KARŞI OYU
(geçici tercüme)

Yerel çareler hakkında ortak karşı oy kararında konulan sebeplerden dolayı (Sözleşmenin 13. Maddesi), benim düşüncelerim:

1. yerel çareleri tüketmemek için ön bir itiraza izin verilmeliydi;
2. eğer bu itiraz kabul edilmezse, başvurucunun Sözleşmenin 6. Maddesi, 1. Paragrafı altında ulunmadığı gözönüne alınmalı ve beyan edilmeliydi; ve
3. sözleşmenin 50. Maddesine göre, sadece memnuiyet için   karar verilmemeliydi.

İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
SUR/Türkiye Davası*

(137/1996/756/955)
3 Ekim 1997
Bu davada Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 43. Ve Divan İçtüzüğü A’nın ilgili hükümleri uyarınca toplanan Divan şu üyelerden oluşmuştur: R. Ryssdal (Başkan), F. Gölcüklü, L. E. Pettiti, C. Russo, A. Spielman, Sir John Freeland, M. A. Lopes Rocha, D. Gotchev, P. Kuris. Divan’a H. Petzold mukayyit, P. J. Mahoney yardımcı mukayyit olarak katılmışlardır.

DAVANIN ESASI
I. Davanın Özel Koşulları
10. Bay Sur 1948’te doğan bir kuyumcudur. Olay anında bir kuyumcu dükkanında çalışmaktaydı. Bir müşteri tarafından bazı altın parçala¬rını ergitmesi istendiğinde, verilen altına biraz bakır katarak ve böylece altının değerini düşürdüğü iddia edilmiştir.

A. Başvurucunun polis nezaretinde tutulması

11. İlgili müşterinin şikayeti sonucu, polis Bay Sur’u 11 Mayıs 1992’de tutukladı ve onu İstanbul’daki polis karakolunda göz altına almıştır.

12 Mayıs’ta polis, yukarıda bahsedilen olaylarla bağlantılı olarak Bay Sur’u sorgulamış ve Savcılığa sevk etmiştir. Aynı gün savcı olayı soruşturan hakime bir başka sanığın ve başvurucunun duruşmaya kadar tutuklanmasını talep etmiştir.

12. 13 Mayıs 1992’de Bay Sur’un sorgusundan sonra, İstanbul Bölge Mahkemesine bağlı ilgili hakim, duruşmaya kadar serbest bırakılan iki sanığın tutuklanması talebini reddetmiştir.

B. Polise karşı cezai müeyyideler
13. 14 Mayıs 1992’de başvurucu İstanbul Savcılığına kendisini polis nezaretinde tutulması sırasında sorgulayan polis görevlilerine karşı bir şikayette bulunmuştur. Onları kendisinden bir itiraf almak için kötü davranmakla suçlamıştır. Gözlerinin birisinin bağlandığını böylelikle kendisine sopalarla ve yumruklarla vurulduğunu ve ayrıca ellerine ve ayaklarına elektrikle şok verildiğini özellikle iddia etmiştir. Adli tıptan bir uzmanın kendisini muayene etmesini talep etmiştir.

14. 15 Mayıs’ta Savcılık makamı bu talebi kabul etmiştir. Aynı gün, başvurucu, (resmi bir kurum olan) adli tıp enstitüsünden bir doktor tarafından muayene edilmiştir. Doktorun raporu, “testislerin her iki tarafına yapılan darbeler sonucu geniş çürükler ve ayrıca elin arka bölgesinde şişme ve kan birikmesine” dair açıklamalar içeriyordu. Doktor, yaraların hayati önemi olmadığını söylemiş ve başvurucuya 5 günlük çalışamaz raporu vermiştir.

15. 29 Temmuz 1992’de kamu savcısı, başvurucunun kendisine kötü-davranışta bulunan polis görevlilerinin kimliklerini saptayamadığını belirterek dava işlemlerin kesilmesine karar vermiştir.

16. Başvurucunun bu kararı temyiz için 21 Ekim 1992’de müracaat ettiği Beyoğlu Asliye Hukuk Mahkemesi bu talebi reddetmiştir.

17. Adalet Bakanı yukarıdaki hükme karşı yasa çerçevesinde bir üst mahkemeye başvurdu. 11 Nisan 1994’te Temyiz Mahkemesi bu talebi kabul etmiş ve red kararını iptal etmiştir.

18. İstanbul savcısına dava yeniden verildi ve savcı, başvurucunun polis nezaretinde tutulması sırasında kendisine işkence ettiği şeklinde suçladığı iki polis aleyhine, Ceza Yasasının 243. Maddesine dayanarak İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesinde(Assize Court) ceza davası açmıştır.

19. 19 Ekim 1994’te Bay Sur bu ceza davasına müdahil olarak katılmış ve uğradığı manevi zararların tazmini için diğerleri yanında yüz milyon Türk Lirası tutarında bir tazminat davası açmıştır. Asliye Hukuk Mahkemesinde kendisini sorgulayan iki polis görevlisinin ilk önce gözlerini bağladığını sonra tahta bir direğe bağlayarak kendisine vurduklarını, yerde çıplak şekilde bırakıp ayaklarına, tırnaklarına ve testislerine elektrikli şok verdiklerini iddia etmiştir.

7 Şubat 1995 İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi kararıyla iki polis görevlisi çoğunluk oyuyla beraat etmiştir. 15 Mayıs 1992 sağlık raporuyla, başvurucunun İstanbul Emniyet Müdürlüğünde gerçekten kötü davranışa maruz kaldığı saptandığı ancak ona işkence eden yada kötü-davranan kişilerin kimlik tespitini belirlemenin mümkün olmadığı görüldü. Bay Sur’un ifadesini alan iki polis görevlisinin kendisinden bir itiraf almak için kötü-davranmadıkları hakkında yeteri kadar kanıt yoktu. Sonuç olarak, Mahkeme başvurucunun tazminat davası talebini geri çevirmiştir.

20. Mahkeme başkanı karşıt oy vererek sanıklara polisler tarafından kötü davranılmasını yasaklayan Ceza Mahkemesinin 245. Maddesine bağlı olarak suçluların cezalandırılmaları gerektiğini belirtmiştir.

21. Bay Sur ve İstanbul savcısı 7 Şubat 1995 Mahkeme kararına karşılık yasayla temyiz için başvurmuştur. Temyiz Mahkemesi 8 Kasım 1995’te temyiz edilen mahkeme kararını onamıştır.

C. Adli Tazminat davası

22. Başvurucu kendisine kötü-davranmış olan iki polis görevlisine karşı İstanbul 9. Sulh Hukuk Mahkemesinde dava açmıştır. Aynı zamanda uğradığı manevi zararların tazmini için yirmi milyon Türk Lirası talep etmiştir.

23. Sulh Hukuk Mahkemesi 10 Mayıs 1997’de ileri sürülen kötü davranışın İçişleri Bakanlığı mensupları tarafından yapıldığı için, tazminat davasının Bakanlığa karşı açılması gerektiğini hükme bağlamıştır.

24. Davaya bakan Sulh Hukuk Mahkemesi sonradan İçişleri Bakanlığına karşı açılan davanın İdari Mahkemelerce yürütülebileceğini açıklayarak yetkisizlik kararı vermiştir.

II. İlgili İç Hukuk

1.Anayasa

25. Anayasanın 17. Madde 3. Fıkrası “Kimseye işkence veya eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz.”
diye şart koşar.

2. Ceza Yasası

26. Ceza Yasasının ilgili koşulları aşağıdadır

Madde 243:
“Ceza öngö¬ren suç konusunda suçludan bir itiraf almak için, bir mahkemenin Başkanı yada onun üyesi veya resmi kişi veya herhangi bir diğer kamu personeli herhangi bir kişiye işkence yaparsa veya kötü-davranırsa, insani olmayan bir davranış içine girmiş veya insan değerini çiğnemiştir. İşbu kişi bu durumda 5 yıla kadar hapis cezasına çarptırılabilir ve kamu namına çalışmaktan ya geçici bir süre yada hayat boyu mahrum edilebilir.

Bu tür davranış ölüme sebep olursa Madde 452’de belirtildiği gibi yada diğer hallerde Madde 456’da belirtildiği gibi, ceza üçte biri yada yarısı kadar artırabilir.”

Madde 245:
“Bir yöntemin zorla yürütülmesiyle suçlanan devlet görevlileri, ilgili yöntemin yürütülmesiyle suçlanan polis görevlileri ve herhangi diğer kamu personelleri, kendiliğinden yada üstlerinin emirleriyle, yasadışı bir yolla veya böylelikle bir başkasına kötü-davranırsa, vurursa veya yaralamaya sebep olursa, bir ile üç yıl arasında hapis cezasına çarptırılabilir ve kamu namına çalışmaktan geçici olarak men edilebilir.”

KOMİSYON ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER

27. 15 Mart 1993’te başvurucu Komisyona başvurdu. Polis nezaretinde İstanbul Emniyet Müdürlüğünde tutulurken, polis görevlilerinin kendisine karşı kötü-davranmalarından şikayet etti ve yeterli bir yerel çare bulunmadığını belirtmiştir. Talebinde Sözleşmenin 3. ve 13. Maddelerine dayanıyordu.

28. Komisyon 3. Maddenin çiğnenmesi ile ilgili şikayeti kabul etti ve ötekilerini (no. 21592\93) reddetti. 3 Eylül 1996’daki raporunda (31. Madde), sözleşmenin 3. Maddesinin ihlal edilmiş olduğu görüşünü oy birliği ile belirtmiştir. Komisyon kararının tüm metni bu karara ek olarak çıkarılmıştır.

HUKUKA GELİNCE

29. 12 Eylül 1997’de hükümet adına Bay A. Gündüz ve başvurucunun avukatı adına Bay E. Cinmen aşağıdaki anlaşmayı İstanbul’da imzalamışlardır.

“1. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu tarafından incelenen, 3 Eylül 1996’daki raporu kabul edilen davayla No. 21592\93, Türk Hükümeti başvuruya sebep olan olaylardan dolayı başvurucuya toplam 100.000 Fransız Frank’ı ödemeyi taahhüt etmiştir.
2. Hükümet birde başvurucunun kanuni temsilcisine adli kıymetleri için toplam 15.000 Fransız Frank’ı ödemeyi taahhüt etmiştir.

3. Yukarıdaki toplam para miktarının ödenmesi başvurucunun ve avukatının tüm masraflarını, giderlerini ve ücretlerini karşılar.

4. Paragraf 1 ve 2’de zikredilen taahhüdü göz önüne almış, başvurucu ve Hükümet Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden davanın no. 137\1996\756\955 sayılı Mahkemenin kurallarının 49. Kural ve 2. Fıkra’ya istinaden listeden çıkarılmasını, soruna çözüm getirecek bir anlaşmaya varıldığı cihetle talep etmişlerdir.

5. Buna ek olarak, başvurucu yukarıdaki başvuruya sebep olan olaylar konusunda hiçbir ulusal ve uluslararası otorite önünde bundan başka işlemler başlatmayacağını ve davanın çözüldüğünü beyan etmiştir.

6. Yukarıda belirtilen meblağ Hükümet tarafından mahkemenin kararı vermesinden itibaren üç ay içinde ödenecektir. Ödeme Hükümete bildirilen bir Türk bankasındaki başvurucu ve avukatının hesap numarasına, toplu ödemenin yetkisi verildiği gün Türkiye Merkez Bankası kuru Fransız Frank’ından Türk Lirasına çevirip ödemeyi yapacaktır.

Eğer Hükümet önceden belirtilen ödemeyi üç ay içerisinde gerçekleştiremezse, Fransız Frangından ödenmeyen toplama yıllık yüzde 3.5 gecikme faizi uygulanarak ödeyecektir.

30. Komisyon Delegesi 49. Madde 3. Fıkrasına istinaden davanın Mahkeme listesinden çıkarılmasına davaya itiraz olmadığını belirtmiştir.

31. Mahkeme Hükümet ve başvurucunun dostane çözüm sağladıklarını resmen not etmiştir. Sözleşmenin 19. Maddesindeki sorumluluklar bakımından şayet kamu düzeni (ordre public) nedeni ile lüzum hasıl olsa idi (Kurallar 49 para 4). Divan, davayı tetkike devam edebilecekti. Ancak Divan böyle bir lüzum görmemektedir. Bu münasebetle Divan, mevcut davaya benzeyen önceki bir kaç davayı hatırlatmıştır. (Bkz Tomasi-Fransa 27 Ağustos 1992 kararı, Seri A no.241-A, Ribitsch-Avusturya 4 Aralık 1995 kararı, Seri A ve Aksoy-Türkiye 18 Aralık 1996 kararı, Hükümler ve Kararlar Raporu 1996-VI). Böylece, Sözleşmeye taraf devletlerin bu alanda üzerlerine aldıkları yükümlülüklerin niteliği ve derecesini belirginleşmiş olmaktadır.

Bundan dolayı, davanın listeden çıkarılması uygundur.

BU NEDENLERLE, DİVAN OYBİRLİĞİYLE;
Davanın listeden çıkarılmasına karar vermiştir.
İngilizce ve Fransızca olarak Divan Tüzüğünün 55. Maddesi 2.alt paragrafına göre yazılı olarak tebliğ etmiştir.

İmza| Rolv Ryssdal
Başkan
İmza| Herbert Petzold
İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
ZANA / Türkiye Davası*
(69/1996/688/880)
25 Kasım 1997

Bu davada, Divan İçtüzüğü A’nın 51. maddesi uyarınca Büyük Daire olarak toplanan Avrupa İnsan Hakları Divanı, şu üyelerden oluşmuştur: R. Ryssdal (Başkan), R. Bernhardt, Thor Vilhjalmsson, F. Gölcüklü, F. Matscher, A. Spielmann, E. Palm, A. N. Loizou, John Freeland, A. B. Baka, M. A. Lopes Rocha, L. Wildhaber, G. Mifsud Bonnici, D. Gotchev, P. Jambrek, K. Jungwiert, P. Kuris, E. Levits, J. Casadevall, P. van Dijk.

USUL

1. Dava, Divan’ın önüne 28 Mayıs 1996 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Komisyonu (Komisyon) tarafından ve 29 Temmuz 1996 tarihinde Türk Hükümeti (Hükümet) tarafından, İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Dair Sözleşme’nin (Sözleşme) 32/1 ve 47. maddelerinde belirtilen üç aylık süre içinde getirilmiştir. Dava, Türkiye Cumhuriyeti hakkında, Türk vatandaşı olan Bay Mehdi Zana tarafından 25. madde uyarınca 30 Eylül 1991 tarihinde Komisyona yapılan 18954/91 sayılı başvuruya dayanmaktadır.

Komisyonun talebi, Sözleşmenin 44 ve 48. maddeleri ile Türkiye’nin Divan’ın zorunlu yargı yetkisini tanımasına ilişkin bildirimine (m. 46) dayanırken; Hükümetin başvurusu 48. maddeye dayanmaktadır. Talebin ve başvurunun konusu, davadaki olayların davalı Devletin Sözleşmenin 6. maddesinin 1. ve 3 (c) fıkraları ve 9. ve 10. maddeleri ile üstlendiği yükümlülüklerin ihlâlini oluşturup oluşturmadığına karar verilmesinden ibarettir.

DAVANIN ESASI

I. Davanın Özel Koşulları
9. 1940 doğumlu bir Türk vatandaşı olan Bay Mehdi Zana, halen yaşamakta olduğu Diyarbakır’ın eski belediye başkanıdır.

A. Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesindeki Durum
10. Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde yaklaşık olarak 1985’ten itibaren, güvenlik güçleriyle PKK (Kürdistan İşçi Partisi) üyeleri arasında ciddi çatışmalar sürmektedir. Hükümete göre bu çatışma şimdiye dek 4036 sivilin ve 3884 güvenlik görevlisinin yaşamına mal olmuştur.

11. Divan’ın davayı değerlendirdiği tarihte, Türkiye’nin Güneydoğu bölgesindeki on bir ilden onunda 1987’den beri süren olağanüstü hal uygulaması vardı.

B. Başvurucunun Gazetecilere Yaptığı Açıklama
12. Başvurucu, Diyarbakır Askeri Cezaevinde mahkum olarak bulunurken Ağustos 1987’de gazetecilerle yaptığı bir röportajda, aşağıdaki görüşleri açıklamıştır:

“… PKK’nin ulusal kurtuluş hareketini destekliyorum. Katliamlardan yana değiliz, yanlış şeyler her yerde olur. Kadın ve çocukları yanlışlıkla öldürüyorlar. …”

Bu açıklama ulusal günlük gazete Cumhuriyet’te 30 Ağustos 1987’de yayınlanmıştır.
C. Ceza Yargılaması Süreci
13. 30 Ağustos 1987’de İstanbul Cumhuriyet savcılığı basın suçuyla ilgili olarak, diğerlerinin yanısıra başvurucu hakkında, Ceza Yasasının 312. maddesine göre (bkz. aşağıda paragraf 31) suç oluşturan “yasanın cürüm saydığı bir fiili savunduğu” gerekçesiyle hazırlık soruşturmasına başlamıştır.
14. 28 Eylül 1987’de İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, gazeteciler hakkında takipsizlik, Bay Zana hakkında da yer itibariyle yetkisizlik kararı vermiştir. Savcılık, dosyayı Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığına göndermiştir.
15. Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı 22 Ekim 1987 tarihinde, başvurucunun işlediği suçun Ceza Yasasının 142. maddesinin 3-6 fıkralarının (bu hükümlere göre suç, ırkçı ya da ulusal duyguları zayıflatmayı hedefleyen yıkıcı propaganda olarak kabul edilmektedir) kapsamına girdiği gerekçesiyle yetkisizlik kararı vermiştir. Savcı, dosyayı Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılığına göndermiştir.
16. 4 Kasım 1987’de Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı, başvurucunun gazetecilere bu açıklamayı yaptığında askeri bir cezaevinde mahpus olduğu ve bu nedenle de hukuken asker statüsünde bulunduğu gerekçesiyle yetkisizlik kararı vermiş ve dosyayı Diyarbakır Askeri Savcılığına göndermiştir.
17. Diyarbakır Askeri Savcılığı 19 Kasım 1987 tarihli iddianameyle Bay Zana hakkında, Ceza Yasasının 312. maddesini ihlâl ettiği gerekçesiyle, Diyarbakır Askeri Mahkemesinde dava açmıştır. Başvurucu, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü bölmeyi hedefleyen silahlı bir örgüt olan PKK’nın eylemlerini desteklemekle itham edilmiştir.
18. Diyarbakır Askeri Mahkemesinde yapılan 15 Aralık 1987 tarihli duruşmada başvurucu, mahkemenin davasına bakmaya görevli olmadığını iddia etmiş ve esasa ilişkin savunma yapmamıştır.
19. 1 Mart 1988 tarihli duruşmada Bay Zana’nın avukatı, müvekkilinin itham edildiği suçun askeri bir suç olmadığı ve bir askeri cezaevinin askeri mahal sayılamayacağı gerekçesiyle Askeri Mahkemeden görevsizlik kararı vermesini talep etmiştir. Mahkeme bu başvuruyu aynı gün reddetmiştir.
20. 28 Temmuz 1988’de başvurucu Diyarbakır Askeri Cezaevinden Eskişehir (sivil) Cezaevine nakledilmiştir.
21. Diyarbakır Askeri Mahkemesinin istinabe ettiği Eskişehir Hava Kuvvetleri Mahkemesi, başvurucuyu savunmasını yapmak üzere çağırtmıştır. Açlık grevinde olan başvurucu 2 Kasım 1988 tarihindeki duruşmaya katılmamıştır. 7 Aralık 1988 tarihinde yapılan duruşmaya katılmış ancak mahkemenin kendisini yargılama yetkisinin olmadığını düşündüğünden mahkemeye yanıt vermemiştir.
22. 18 Nisan 1988 tarihli kararıyla Diyarbakır Askeri Mahkemesi, davaya bakmaya görevli olmadığını kabul etmiş ve dosyayı Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesine göndermiştir.
23. 2 Ağustos 1989’da Bay Zana, Aydın E Tipi Cezaevine nakledilmiştir.
24.Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinin istinabe ettiği Aydın Ceza Mahkemesinde yapılan 20 Haziran 1990 tarihindeki duruşmada başvurucu Türkçe konuşmayı reddetmiş ve Kürtçe olarak savunmasını anadilinde yapmak istediğini söylemiştir. Ceza Mahkemesi, kendini savunmayı reddetmekte ısrar etmesi durumunda bu hakkından vazgeçmiş sayılacağını başvurucuya ihtar etmiştir. Bay Zana Kürtçe konuşmaya devam ettiğinden mahkeme, başvurucunun savunma yapmadığını duruşma tutanağına geçirmiştir.

D. Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinin Kararı

25. Daha sonra yargılama, başvurucunun avukatı tarafından temsil edildiği Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinde devam etmiştir.
26. 26 Mart 1991 tarihli kararıyla Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi, başvurucuyu “yasanın cürüm saydığı bir fiili savunduğu” ve “umumun emniyetini tehlikeye düşürdüğü” için on iki ay hapis cezasına mahkum etmiştir. 12 Nisan 1991 tarihli yasaya göre başvurucu cezanın beşte birini (iki ay on iki gün) hapiste çekecek ve beşte dördü için şartlı tahliye edilecektir.
27. Devlet Güvenlik Mahkemesi PKK’nın Ceza Yasasının 168. maddesi anlamında bir “silahlı örgüt” olduğunu, Türkiye topraklarının bir bölümünün ayrılmasını amaçladığını ve cinayet, adam kaçırma ve silahlı soygun gibi şiddet eylemleri gerçekleştirdiğini kabul etmiştir.

Mahkeme ayrıca Bay Zana’nın, yargılama sırasında kesin olarak ortaya çıkarılan, gazetecilere yaptığı açıklamanın Ceza Yasasının 312. maddesinde düzenlenen suçu oluşturduğunu kabul etmiştir.

28. Başvurucu, kararı 3 Nisan 1991’de temyiz etmiştir. Başvurucunun vekiline 18 Temmuz 1991’de tebliğ edilen 19 Haziran 1991 tarihli kararında Yargıtay, Devlet Güvenlik Mahkemesinin kararını onamıştır.
29. Bu arada, kendisine daha önce verilmiş olan cezaları çeken Bay Zana 16 Nisan 1991’de tahliye edilmiştir.
30. 26 Şubat 1992’de Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı başvurucudan, beşte birini hapiste geçireceği ve geri kalanı için şartlı tahliye edileceği hapis cezasını çekmek üzere Diyarbakır Cezaevine teslim olmasını istemiştir.

II. İlgili İç Hukuk

A. Maddi Hukuk

31. Olayların geçtiği tarihte Ceza Yasasının ilgili hükümleri şöyledir:

Madde 168:
“Her kim, 125., … maddelerde yazılı cürümleri işlemek için silahlı cemiyet ve çete teşkil eder yahut böyle bir cemiyet ve çetede amirliği ve kumandayı ve hususi bir vazifeyi haiz olursa on beş seneden aşağı olmamak üzere ağır hapis cezasına mahkum olur.

Cemiyet ve çetenin sair efradı on yıldan on beş yıla kadar ağır hapisle cezalandırılır.”

Madde 312:
“Kanunun cürüm saydığı bir fiili açıkça öven veya iyi göründüğünü söyleyen veya halkı kanuna itaatsizliğe tahrik eden kimse altı aydan iki yıla kadar hapis ve altı bin liradan otuz bin liraya kadar ağır para cezasına mahkum olur.

Halkı, sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik eden kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis ve dokuz bin liradan otuz altı bin liraya kadar ağır para cezasile cezalandırılır. Bu tahrik umumun emniyeti için tehlikeli olabilecek bir şekilde yapıldığı takdirde faile verilecek ceza üçte birden yarıya kadar arttırılır. …”

B. Usul Hukuku

32. Olayın geçtiği tarihte Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 226. maddesinin 4. fıkrası şöyledir:
“Duruşmadan vareste tutulmasını talep etmese bile, davanın görüldüğü yer mahkemesinin yargı çevresi dışında başka bir suçtan tutuklu veya cezası infaz edilmekte olan sanığın sorgusu bulunduğu yerdeki mahkeme aracılığıyla yaptırılabilir.”

III. Sözleşmenin 46. Maddesi Uyarınca Türkiye’nin 22 Ocak 1990 Tarihli Bildirimi
33. 22 Ocak 1990’da Türkiye Dışişleri Bakanı aşağıdaki bildirimi, Sözleşmenin 46. maddesi uyarınca, Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine vermiştir:

“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti adına ve İnsan Haklarının ve Temel Hürriyetlerin Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesinin 46. maddesi uyarınca aşağıdaki beyanı yapıyorum:

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, işbu beyanla İnsan Haklarının ve Temel Hürriyetlerin Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesinin 46. maddesi uyarınca Avrupa İnsan Hakları Divanı’nın yargı yetkisini, söz konusu yetkinin Sözleşmenin 1. maddesinin anlamına uygun şekilde kullanımına ilişkin olarak Sözleşmenin Türkiye Cumhuriyetinin ülkesinin milli sınırları içinde ortaya çıkan olaylarda yorumlanmasına ve uygulanmasına dair tüm konularda ve bu konuların, daha önce Türkiye’nin kendisine tevcih ettiği yetkiye dayanarak Komisyon tarafından incelenmiş olması koşuluyla, ipso facto ve özel bir anlaşma gerekmeksizin zorunlu olarak kabul eder.

Bu Beyan Sözleşmeden doğan yükümlülüklerin karşılıklılığını da kapsayacak şekilde karşılıklılık koşuluyla yapılmış olup tevdi edildiği tarihten itibaren (3) yıl geçerlidir ve işbu Beyanın tevdi tarihini takiben ortaya çıkan olaylara ve böyle olaylara ilişkin mahkeme kararlarına şamildir.”

Bu bildirim, 22 Ocak 1993’te üç yıllık bir süre için tekrarlanmış ve 22 Ocak 1996’da, biraz farklı terimlerle, iki yıllık bir süre için yeniden verilmiştir.

KOMİSYON ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER

34. Bay Zana Komisyona 30 Eylül 1991’de başvurmuştur. Bay Zana, Sözleşmenin 6/1. ve 3., 9 ve 10. maddelerine dayanarak; ceza yargılamasının uzunluğundan, kendisini mahkum eden mahkeme önüne çıkarılmadığı ve anadilinde (Kürtçe) savunma yapamadığı için adil yargılanma hakkının ihlâl edildiğinden ve düşünce ve ifade özgürlüğüne müdahale edildiğinden şikâyetçi olmuştur.
35. Komisyon 21 Ekim 1993’te başvurunun (no. 18954/91) ceza yargılamasının uzunluğu, başvurucunun duruşmalarda bulunmaması ve düşünce ve ifade özgürlüğüne müdahale edildiği şikâyetleri yönünden kabul edilebilir olduğunu, bunlar dışındakiler yönünden kabul edilemez olduğunu açıklamıştır. Komisyon’un 10 Nisan 1996 tarihli raporunda (madde 31) aşağıdaki görüşler yer almaktadır:

(a) Sözleşmenin 10. maddesi ihlâl edilmemiştir (on dörde karşı, başkanın çoğunluğu belirleyici oyuyla on dört oyla);
(b) başvurucunun yargılamada bulunmaması nedeniyle Sözleşmenin 6. maddesinin 1 ve 3 (c) fıkraları ihlâl edilmiştir (oybirliğiyle);

(c) dava makul bir sürede sonuçlandırılmadığı için Sözleşmenin 6/1. maddesi ihlâl edilmiştir (beşe karşı yirmi üç oyla).
DİVAN’A SON SUNUŞLAR

36. Hükümet, dilekçesinde Divan’dan şunları talep etmiştir:

“(a) Sözleşmenin 10. maddesine göre yapılan şikâyete ilişkin olarak zaman bakımından (ratione temporis) yetkisiz olduğunun beyan edilmesi;
(b) Sözleşmenin 6. maddesine göre yapılan şikâyete ilişkin olarak iç hukuk yollarının tamamen tüketilmemiş olduğunun beyan edilmesi;
alternatif olarak,

Sözleşmenin 10. maddesine göre yapılan şikâyete ilişkin olarak iç hukuk yollarının tamamen tüketilmemiş olduğunun beyan edilmesi;

Sözleşmenin 6. maddesine göre yapılan şikâyete ilişkin olarak Sözleşmenin ihlâl edilmediğinin beyan edilmesi;
ve başka bir alternatif olarak,
Sözleşmenin 10. maddesinin ihlâl edilmediğinin beyan edilmesi.”

37. Duruşmada, başvurucunun temsilcisi Divan’dan Hükümetin ilk itirazlarının hepsinin reddedilmesini ve 10. madde ile 6. maddenin 1 ve 3 (c) fıkralarının ihlâl edildiğine karar verilmesini talep etmiştir.

KARAR

I. SÖZLEŞMENİN 10. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI
38. Bay Zana, gazetecilere yaptığı açıklama nedeniyle Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından mahkum edilmesinin ifade özgürlüğünü ihlâl ettiğini ileri sürmüştür. Bay Zana, Sözleşmenin 10. maddesine dayanmıştır. Bu hükme göre,

“1. Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlara bakılmaksızın, bir görüşe sahip olma, haber ve düşünceleri elde etme ve bunları ulaştırma özgürlüğünü de içerir. Bu madde Devletin radyo yayıncılığını, televizyon ve sinema işletmeciliğini izne bağlamasına engel değildir.

2. Bu özgürlükler ödev ve sorumlulukla birlikte kullanılabildiğinden, ulusal güvenlik, ülke bütünlüğü ve kamu güvenliği, suçun ya da düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması, başkalarının şeref ve haklarının korunması, gizli bilgilerin açığa vurulmasının önlenmesi, yargılama organının otorite ve tarafsızlığının korunması amacıyla, demokratik bir toplumda zorunlu olan ve hukukun öngördüğü formalitelere, şartlara, yasaklara ve yaptırımlara tabi tutulabilir.”

39. Bay Zana ayrıca Sözleşmenin 9. maddesiyle garanti altına alınan düşünce özgürlüğüne (hakkına) müdahale edildiğinden şikâyetçi olmuştur. Komisyon gibi Divan da bu şikâyetin 10. maddeye göre yapılan şikâyetle bağlantılı olduğunu kabul eder.

A. Hükümetin İlk İtirazları

40. Hükümet iki ilk itiraz ileri sürmüştür; bunların birincisi zaman bakımından yetkisizliğe, ikincisi de iç hukuk yollarının tüketilmemiş olduğuna dayanmaktadır.
1. Zaman Bakımından Yetkisizlik İtirazı

41. Hükümet, ilk dilekçelerinde ifade edildiği gibi, Divan’ın başvurucunun Sözleşmenin 10. maddesine göre yaptığı şikâyeti incelemeye zaman bakımından yetkisiz olduğunu çünkü esas olarak olayı başvurucunun Ağustos 1987’de gazetecilere yaptığı açıklamanın (bkz. yukarıda paragraf 12) oluşturduğunu, bunun da olayın Türkiye’nin Divan’ın zorunlu yargı yetkisini tanımasından önce meydana geldiğini gösterdiğini ileri sürmüştür. Hükümete göre Türkiye, 22 Ocak 1990’da Divan’ın zorunlu yargı yetkisini bu tarihten “sonra ortaya çıkan olaylara ve böyle olaylara ilişkin mahkeme kararlarına şamil” olarak tanırken, Sözleşmenin 46. maddesinde öngörülen bildirimi yaptığı tarihten önce meydana gelen olayların ve bu tarihten sonra verilse bile bu olaylarla ilgili mahkeme kararlarının Divan’ın denetimi dışında tutulmasını amaçlamıştır.

42. Divan, Türkiye’nin yalnızca bildirimde bulunduğu (bkz. yukarıda paragraf 33) 22 Ocak 1990’dan sonraki olaylar bakımından Divan’ın yargı yetkisini kabul ettiğine işaret eder. Bununla birlikte bu davada Divan, Komisyon Temsilcisi gibi, esas olayı oluşturanın Bay Zana’nın gazetecilere yaptığı açıklama değil, başvurucuyu Türk yasalarına göre (bkz. yukarıda paragraf 26) “yasanın cürüm saydığı fiili övdüğü” gerekçesiyle on iki ay hapis cezasına mahkum eden ve Yargıtay tarafından 26 Haziran 1991’de onanan (bkz. yukarıda paragraf 28), Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinin 26 Mart 1991 tarihli kararı olduğunu kabul eder. Sözleşmenin 10. maddesi anlamında “müdahale”yi oluşturan ve Divan’ın bu maddeye göre haklı olup olmadığına karar vermesi gereken, Türkiye’nin Divan’ın zorunlu yargı yetkisini tanımasından sonra ortaya çıkan bu mahkumiyet ve hapis cezasıdır. Dolayısıyla bu ilk itiraz reddedilmelidir.

Hükümetin, davayı Divan önüne getiriş biçimi ışığında (bkz. yukarıda paragraf 1), bu şikâyeti zaman bakımından uygun olmaması nedeniyle (Divan’ın yargı yetkisi) dışında bırakmak için 22 Ocak 1990 tarihli bildirimine dayanmaktan vaz geçmiş sayılıp sayılmayacağı sorunu Divan önünde dile getirilmemiştir ve Divan, bu koşullarda, bu sorunu karara bağlamayı gerekli görmemektedir.

2. İç Hukuk Yollarının Tüketilmediği İddiası

43. Alternatif olarak Hükümet, iç hukuk yollarının tüketilmediğini ileri sürmüştür. Hükümetin ifadesine göre Bay Zana, Sözleşmenin 10. maddesine ilişkin şikâyetini, esas olarak Türk mahkemeleri önünde ileri sürmemiştir.
44. Divan, Komisyon Temsilcisi gibi, bu itirazın başvurunun kabul edilebilir olup olmadığı değerlendirilirken ileri sürülmediğini ve bu nedenle Hükümetin bu itiraza dayanmaktan vazgeçmiş sayıldığını belirtir.

B. Şikâyetin Esası

45. Divan’ın daha önce belirtmiş olduğu gibi (bkz. yukarıda paragraf 42), başvurucunun gazetecilere yaptığı açıklamalar nedeniyle Türk mahkemeleri tarafından yargılanması ve hapis cezası almasının ifade özgürlüğüne bir “müdahale” oluşturduğu tartışmasızdır. Gerçekten, bu hususa itiraz edilmemiştir.

46. Bu müdahale; “hukuk tarafından öngörülmemişse”, 10. maddenin 2. fıkrasında anılan meşru amaçların birine ya da birkaçına yönelik değilse ve bu amaç ya da amaçları gerçekleştirmek için “demokratik bir toplumda zorunlu” değilse 10. maddeye aykırı olacaktır.
1. “Hukuk Tarafından Öngörülme” Koşulu

47. Divan, başvurucunun mahkumiyetinin ve cezasının Türk Ceza Yasasının 168 ve 312. maddelerine (bkz. yukarıda paragraf 31) dayandığını belirterek itiraz edilen müdahalenin “hukuk tarafından öngörüldüğünü” kabul eder. Bu husus da aynı biçimde tartışmasızdır.

2. İzlenen Amacın Meşruluğu

48. Hükümet müdahalenin, ulusal güvenliğin ve kamu güvenliğinin sağlanmasını, ülke bütünlüğünün korunmasını ve suçun önlenmesini gerçekleştirmeye yönelik olması nedeniyle meşru amaçlara dayandığını ileri sürmüştür. PKK yasadışı bir terör örgütü olduğu için bu davada ulusal mahkemeler tarafından Türk Ceza Yasasının 312. maddesinin uygulanması, bu tür örgütleri desteklemek olarak değerlendirilen davranışların cezalandırılması amacına yöneliktir.

49. Komisyona göre, siyasal kişiliği olan birinin -başvurucu eski Diyarbakır belediye başkanıdır- böyle bir ifadesinin, ulusal makamları ülke içindeki terörist faaliyetlerin artmasından korkmaya yöneltmesi akla yatkındır. Bu nedenle (ulusal) makamlar, ulusal güvenliğe ve kamu güvenliğine yönelik bir tehdit olduğunu ve ülkenin toprak bütünlüğünü korumak ve suçu önlemek için önlemler alınması gerektiğini düşünmekte haklıdırlar.

50. Divan, gazetecilerle yaptığı röportajda başvurucunun “PKK ulusal kurtuluş hareketini” desteklediğini açıkça gösterdiğini (bkz. yukarıda paragraf 12) ve Komisyonun da belirttiği gibi, başvurucunun ifadesinin PKK militanları tarafından sivillerin öldürülmesiyle aynı zamana denk düştüğünü belirtir.

Bu durumda Divan, Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde ciddi çatışmaların sürdüğü bir dönemde -bölgede iyi tanınan siyasal bir kişilikten gelen- böyle bir ifadenin ulusal makamların ulusal güvenliğin ve kamu güvenliğinin sürdürülmesine yönelik olarak önlem almasını haklı kılan bir etkiye sahip olduğunu kabul eder. Bu nedenlerle şikâyet konusu edilen müdahale 10. maddenin 2. fıkrasında yer alan meşru amaçları sağlamaya yöneliktir.

1. Müdahalenin Zorunluluğu

(a). Genel İlkeler

51. Divan, 10. maddeye ilişkin kararlarında ortaya koyduğu temel ilkeleri tekrar eder:

(i)  İfade özgürlüğü, demokratik bir toplumun vazgeçilmez esasını ve toplumun gelişimi ve her bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşulunu oluşturmaktadır. Bu, 2. fıkraya uygun olarak, yalnızca onaylanan, zararsız olduğu kabul edilen ya da nasıl olursa olsun farketmeyen “bilgi” ya da “düşünceler” için değil; hoşa gitmeyen, sarsıcı ya da rahatsız edici olanlar için de geçerlidir. Bunlar, “demokratik toplum”un onlarsız olamayacağı çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gereğidir. 10. maddede açıklandığı gibi bu özgürlük, her halde dar yorumlanması ve herhangi bir sınırlama gereksiniminin ikna edici bir biçimde ortaya koyulması gereken istisnalara tabidir (şu kararlara bakınız: Handyside / Birleşik Krallık, 7 Aralık 1976, Seri A no. 24, s. 23, § 49; Lingens / Avusturya, 8 Temmuz 1986, Seri A no. 103, s. 26, §41; ve Jersild / Danimarka, 23 Eylül 1994, Seri A no. 298, s. 26, § 37).

(ii)  10 maddenin 2. fıkrası  anlamında “zorunlu” sıfatı, “zorlayıcı bir toplumsal gereksinim”in varlığını ifade etmektedir. Sözleşmeci Devletler böyle bir gereksinimin var olup olmadığını değerlendirmede belli bir takdir yetkisine sahiptirler. Ancak bu, mevzuatı ve bağımsız bir mahkeme tarafından verilse bile mevzuatı uygulayan mahkeme kararlarını da kapsayacak biçimde Avrupa denetim mekanizmasıyla uyumlu bir biçimde olabilir. Bu nedenle Divan, bir “sınırlamanın” 10. maddeyle korunan ifade özgürlüğüyle bağdaşıp bağdaşmadığı konusunda nihai kararı verme yetkisine sahiptir (bkz. yukarıda anılan Lingens kararı, s. 25, § 30).
(iii) Divan, denetleyici yargı yetkisini kullanırken itiraz edilen müdahaleye, başvurucunun sorumlu tutulduğu sözlerinin özü ve bunları hangi bağlamda söylediğini de kapsayacak biçimde, davanın bütünün ışığında bakmalıdır. Divan özellikle dava konusu müdahalenin “izlenen meşru amaçlarla orantılı” olup olmadığını ve ulusal makamların bu müdahaleyi haklılaştırmak için ileri sürdükleri nedenlerin “uygun ve yeterli” olup olmadığını saptamalıdır (bkz. yukarıda  anılan Lingens kararı, s. 25-26, § 40; ve 22 Şubat 1989 tarihli Barfod / Danimarka kararı, Seri A no. 149, s. 12, § 28). Bunu yaparken Divan, ulusal makamların 10. maddede somutlaştırılan ilkelere uygun standartları uyguladıklarına ve bundan başka, ilgili olayların kabul edilebilir bir nitelendirmesine dayandıklarına ikna olmalıdır (bkz. yukarıda anılan Jersild kararı, s. 26, § 31).

(b) Yukarıdaki İlkelerin Eldeki Davaya Uygulanması
52. Bay Zana mahkumiyetinin ve cezasının tamamen haksız olduğunu ileri sürmüştür. 1960’lardan beri Kürt davasının aktif bir savunucusu olarak her zaman için şiddete karşı olduğunu söylemiştir. Bay Zana Hükümetin, PKK’nın silahlı mücadelesini desteklediğini ileri sürmekle sözlerini yanlış yorumlamış olduğunu savunmuştur. Aslında gazetecilere ulusal kurtuluş hareketini desteklediğini ancak şiddete karşı olduğunu söylemiş ve kadın ve çocukların katledilmesini kınamıştır. Her halde, PKK üyesi değildir ve şiddete başvurmayan eylemi savunan “Özgürlük Yolu” örgütüne üye olmaktan hapis cezası almıştır.
53. Öte yandan Hükümet, başvurucunun mahkumiyetinin ve cezasının 10. maddenin 2. fıkrasına göre tamamen haklı olduğunu ileri sürmüştür. Hükümet, PKK’nın Güneydoğuda kanlı saldırılarını sürdürdüğü bir sırada başvurucunun söylediklerinin ciddiyetini vurgulamıştır. Sunuşlarında, toprak bütünlüğünü tehdit eden bir terör ortamıyla karşı karşıya kalan bir Devletin, böyle bir durumun yalnızca bireylere yönelik olmasına göre daha geniş bir takdir yetkisine sahip olması gerektiğini belirtmişlerdir.
54. Komisyon, Hükümetin görüşlerinin büyük çoğunluğunu benimsemiş ve 10. maddenin ihlâl edilmediği düşüncesini beyan etmiştir.
55. Divan, yukarıda 51. paragrafta ortaya koyulan ilkelerin terörizme karşı mücadelede ulusal güvenlik ve kamu güvenliğinin sürdürülmesi için alınan önlemler açısından da geçerli olduğunu düşünmektedir. Bu bağlamda Divan, her olayın özel koşullarını ve Devletin takdir yetkisini özenle göz önünde tutarak, bireylerin ifade özgürlüğüne ilişkin temel haklarıyla demokratik bir toplumun meşru hakkı olan kendini terörist örgütlerin eylemlerine karşı korumak arasında adil bir dengenin kurulup kurulmadığını  araştırmalıdır.
56. Sonuç olarak Divan eldeki davada, Bay Zana’nın mahkumiyetinin ve cezasının “zorlayıcı bir toplumsal gereksinim”e yanıt verip vermediğini ve bunların “izlenen meşru amaçlarla orantılı” olup olmadığını değerlendirmelidir. Bu amaçla Divan, başvurucunun sözlerinin içeriğini o dönemde Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde hüküm süren durumun ışığında çözümlemenin önemli olduğu görüşündedir.
57. Divan başvurucunun açıklamasını, kendisinin de esas olarak reddetmediği, 30 Ağustos 1987’de günlük ulusal gazete Cumhuriyet’te yayınlandığı biçimiyle (bkz. yukarıda paragraf 12) temel alacaktır. Açıklama iki cümleden oluşmaktadır. Birinci cümlede başvurucu, “katliamlardan yana” olmadığını söylerken “PKK ulusal kurtuluş hareketi”ni desteklediğini belirtmektedir. İkinci cümlede şunu söylemektedir: “herkes hata yapar, PKK, kadın ve çocukları yanlışlıkla öldürüyor.”

58. Bu sözcükler çeşitli biçimlerde yorumlanabilir ancak, her halde, bunlar çelişkili ve anlamı belirsizdir. Bunlar çelişkilidir çünkü aynı zamanda hem amaçlarına ulaşmak için şiddet kullanan bir terörist örgüt olan PKK’yı desteklemek hem de kendisinin katliamlara karşı olduğunu açıklamak zor görünmektedir. Bunların anlamı belirsizdir çünkü Bay Zana kadın ve çocukların katledilmesini uygun bulmazken aynı zamanda bunu herkesin yapabileceği bir “hata” olarak tanımlamaktadır.
59. Bununla birlikte, bu açıklamaya tek başına bakılmamalıdır. (Bu açıklamanın) başvurucunun da farkında olması gereken, olayın somut koşulları içinde özel bir anlamı vardır. Divanın daha önce belirttiği gibi (bkz. yukarıda paragraf 50) bu röportaj, o tarihte gerginliğin dorukta olduğu Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde PKK’nın sivillere yönelik kanlı saldırılarıyla aynı zamana denk düşmüştür.
60. Bu koşullar altında büyük bir ulusal günlük gazetede yayınlanan röportajda, Güneydoğunun en önemli kenti olan Diyarbakır’ın eski belediye başkanının -”ulusal kurtuluş hareketi” olarak tanımladığı- PKK’ya verdiği desteğin, bu bölgedeki patlamaya hazır havayı daha da ağırlaştıracağı düşünülebilir.
61. Bu nedenle Divan, başvurucuya verilen cezanın “zorlayıcı bir toplumsal gereksinime” yanıt verdiğinin kabul edilmesinin uygun olduğunu ve ulusal makamların ileri sürdüğü nedenlerin “uygun ve yeterli” olduğunu düşünmektedir; her halde, başvurucu cezasının yalnızca beşte birini hapiste geçirmiştir (bkz. yukarıda paragraf 26).
62. Bütün bu etkenleri ve böyle bir davada ulusal makamların sahip olduğu takdir yetkisinin sınırlarını göz önünde tutarak Divan, incelenen müdahalenin izlenen meşru amaçlarla orantılı olduğunu düşünmektedir.
Sonuç olarak, Sözleşmenin 10. maddesi ihlâl edilmemiştir.

II. SÖZLEŞMENİN 6. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI
63. Bay Zana Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesindeki duruşmaya katılamaması nedeniyle adil yargılama ilkesinin çiğnendiğinden ve ayrıca hakkındaki ceza yargılamasının uzunluğundan şikâyetçi olmuştur. Sözleşmenin 6. maddesinin 1. ve 3. fıkralarına dayanmaktadır. Buna göre:

“1. Herkes, … hakkındaki bir suçlamanın karara bağlanmasında, … [bir] yargı yeri tarafından … adil … yargılanma hakkına sahiptir.

3. Cezai bir fiille (suçla) itham edilen herkes, en azından şu haklara sahiptir:

(c) kendini bizzat savunma …”

A. Hükümetin İlk İtirazı

64. Hükümet, esas olarak sundukları gibi, iç hukuk yollarının tüketilmediğini ileri sürmüştür. Hükümetin ifadesine göre, başvurucu 6. maddenin 1. ve 3. fıkralarına ilişkin şikâyetini esas olarak Türk mahkemelerinin önünde ileri sürmemiştir.

65. Divan, Komisyon Temsilcisi gibi, bu itirazın başvurunun kabul edilebilir olup olmadığı değerlendirilirken ileri sürülmediğini ve bu nedenle bu itirazdan vazgeçilmiş sayıldığını belirtir.
B. Şikâyetlerin Esası

1. Sözleşmenin 6. maddesinin 1. ve 3 (c). fıkraları (Adil Yargılanma)

66. Bay Zana Devlet Güvenlik Mahkemesindeki duruşmada bulunmamasının kendini etkin bir biçimde savunmasını engellediğini ileri sürmüştür. Duruşmalara katılabilseydi, gazetecilere yaptığı açıklamadan kastının ne olduğunu yargıçlara açıklayabilecekti.
67. Hükümet, başvurucunun Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 226/4 maddesi uyarınca (bkz. yukarıda paragraf 32) istinabe yöntemi uygulanarak birçok kez mahkeme önüne çıkarıldığını ileri sürmüştür.

Bu duruşmalarda görevsizlik itirazında bulunmak ve Türkçe konuşmayı reddetmekten başka birşey yapmayarak Bay Zana, esasa ilişkin kendini savunma hakkından kasıtlı olarak vazgeçmiştir. Bundan başka, avukatlarının Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesindeki duruşmalara katılmaları 6. maddenin 3 (c). fıkrasının gereklerini yerine getirmek bakımından yeterlidir.

68. Divan, bir bütün olarak ele alındığında Sözleşmenin 6. maddesinin amaç ve hedefinin, cezai bir fiille itham edilen herkesin duruşmalara katılma hakkına sahip olduğunu gösterdiğini tekrar eder. Ayrıca, 3. fıkranın (c) ve (d) bentleri “cezai bir fiille itham edilen herkese”  “kendini bizzat savunma” ve “tanıkları sorguya çekme ya da sorguya çektirme” haklarını tanımaktardır ve ilgili kişi mevcut olmadan bu hakların nasıl kullanılabileceğini anlamak güçtür (bkz. 12 Şubat 1985 tarihli Colozza / İtalya kararı, Seri A no. 89, s. 14, § 27 ve 2 Mart 1987 tarihli Monnel ve Morris / Birleşik Krallık kararı, Seri A no. 115, s. 22, § 58).

69. Eldeki davada Divan, Bay Zana’nın kendisini on iki aylık hapis cezasına mahkum eden (bkz. yukarıda paragraf 26) Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesindeki duruşmaya katılması için çağrılmadığını belirtir.

Bay Zana’nın savunması, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 226/4 maddesi uyarınca Devlet Güvenlik Mahkemesinin istinabe ettiği Aydın Ceza Mahkemesi tarafından alınmıştır (bkz. yukarıda paragraf 24 ve 32).

70. Hükümetin iddiasının aksine, başvurucunun Aydın Ceza Mahkemesinde usuli itirazlarda bulunması ve mahkemeye Kürtçe yanıt vermek istemesi hiçbir biçimde, açıkça savunma hakkından ve Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi önüne çıkmaktan vazgeçtiğini göstermez. Sözleşmeyle garanti altına alınan bir hakkın kullanılmasından vazgeçilmesi, bunun açıkça söylenmesiyle mümkün olabilir (bkz. Yukarıda anılan Colozza kararı, s. 14, § 28).
71. On iki ay hapis cezasına mahkum edilen Bay Zana’nın karşı karşıya kaldığı risk göz önünde tutulduğunda Devlet Güvenlik Mahkemesi, eğer yargılama adil olacaksa, başvurucunun bizzat vereceği ifadeyi değerlendirmeden karar veremez (bkz. Mutatis mutandis, 19 Şubat 1996 tarihli Botten / Norveç kararı, Reports of Judgments and Decisions, 1996-I, s. 145, § 53). Başvurucu duruşmada hazır bulunsaydı, özellikle, bu açıklamayı yaparken kastının ne olduğunu ve röportajın hangi koşullarda yapıldığını söylemek, gazetecileri tanık olarak çağırtmak ya da röportaj kaydını istemek olanaklarına sahip olacaktı.
72. Ne Aydın Ceza Mahkemesinde yapılan “dolaylı” duruşma ne de Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinde yapılan duruşmaya başvurucunun avukatlarının katılması, zanlının (duruşmada) hazır bulunmasının yerine geçebilir.
73. Bu nedenle Komisyon gibi Divan da, Sözleşmenin benimsediği anlamıyla adil yargılanma hakkının demokratik bir toplumda tuttuğu önemli yer göz önüne alındığında, savunma hakkına yapılan böyle bir müdahalenin haklı sayılamayacağını kabul eder.
Sonuç olarak 6. maddenin 1. ve 3 (c). fıkraları ihlâl edilmiştir.

2. Sözleşmenin 6. maddesinin 1. fıkrası ( Yargılamanın Uzunluğu)
74. Yargılama işlemleri başvurucu hakkındaki hazırlık soruşturmasına başlanmasıyla 30 Ağustos 1987’de başlamış (bkz. yukarıda paragraf 13) ve Yargıtay’ın kararının tebliğ edildiği 18 Temmuz 1991’de (bkz. yukarıda paragraf 28) sona ermiştir. Bu durumda hemen hemen üç yıl on bir ay sürmüştür.
Bununla birlikte Divan, ceza yargılamasının uzunluğuna ilişkin şikâyeti değerlendirirken, Türkiye’nin Divan’ın zorunlu yargı yetkisini tanıdığı bildirimin veriliş tarihi olan  22 Ocak 1990 tarihini (bkz. yukarıda paragraf 33) başlangıç için esas alacaktır. Divan, kuşkusuz, az önce anılan bildirimin verildiği tarihte yargılamanın ne aşamada olduğunu da dikkate almalıdır (en yeni emsal olarak bkz. 25 Mart 1996 tarihli Mitap ve Müftüoğlu kararı, Reports 1996-II, s. 410, § 28). Bu tarihte yargılama iki yıl beş aydır sürmekteydi.

a. Yargılamanın Uzunluğunun Makullüğü
75. Yargılamanın uzunluğunun makullüğü davanın özel koşulları ışığında, Divan’ın içtihadıyla koyduğu ölçütler göz önünde tutulduğunda, özellikle de davanın karmaşıklığı ve başvurucunun ve ilgili makamların davayı takip etme biçimlerine göre değerlendirilmelidir. Ayrıca davada başvurucunun karşı karşıya kaldığı riskin de dikkate alınması gerekir (bkz. 27 Haziran 1997 tarihli Philis / Yunanistan (no. 2) kararı,  Reports 1997- … , s. …, § 35).

76. Bay Zana’nın sunuşuna göre, dava karmaşık değildir ve ceza yargılamasının aşırı uzunluğunun tek nedeni yargısal makamların tavrıdır: Davası ceza mahkemesinden Devlet Güvenlik Mahkemesine, daha sonra Askeri Mahkemeye ve en sonunda tekrar Devlet Güvenlik Mahkemesine gönderilmiş; İstanbul’dan Diyarbakır’a, daha sonra Eskişehir ve Aydın’a ve son olarak tekrar Diyarbakır’a gitmiştir.

77. Hükümet, başvurucunun bu açıklamayı Diyarbakır askeri cezaevinde yapması ve bunun İstanbul’da yayınlanan günlük bir gazetede yer alması nedeniyle ulusal mahkemelerin yer bakımından ve madde bakımından yetki sorununu çözme gereğinin altını çizmektedir. Bundan başka firardaki bir şeriğin bulunması için yapılan teşebbüsler ile Bay Zana ve avukatlarının tavrı da dava konusu yargılamanın uzamasına neden olmuştur. Son olarak, Diyarbakır Askeri Mahkemesinin yetkisizlik kararı vermesinden iki yıl iki ay sonra Yargıtay’dan karar çıkmıştır.

78. Divan, Komisyon gibi, şikâyet edilen yargılamanın ortaya çıkacak yetki sorunlarına karşın özel bir karmaşıklığının olmadığını, dava konusu olayların açık olduğunu kabul eder.

79. Başvurucunun tavrına ilişkin olarak Divan, 6. maddenin, cezai bir fiille itham edilen bir kişinin yargısal makamlarla aktif olarak işbirliği yapmasını gerektirmediğini tekrar eder (diğer emsaller arasında bkz. 8 Haziran 1995 tarihli Yağcı ve Sargın / Türkiye kararı, Seri A no. 319-A, s. 21, § 66). Komisyon gibi Divan da başvurucunun tavrının, yargılamayı ne kadar yavaşlatırsa yavaşlatsın, tek başına böyle uzun bir süreyi açıklamaya yetmeyeceğini kabul eder.
80. Divan ayrıca, Türkiye’nin Divan’ın zorunlu yargı yetkisini tanıdığı bildirimin veriliş tarihi olan  22 Ocak 1990 (bkz. yukarıda paragraf 33) ile Yargıtay kararının tebliğ edildiği 18 Temmuz 1991 (bkz. yukarıda paragraf 28) arasında bir yıl altı ayın geçmiş olduğuna dikkat çeker.
81. Komisyon ayrıca, başvurucunun yetkisizlik itirazında bulunduğu Diyarbakır Askeri Mahkemesinin 15 Aralık 1987 tarihli duruşması (bkz. yukarıda paragraf 18) ile Askeri Mahkemenin 18 Nisan 1989 tarihli yetkisizlik kararı (bkz. yukarıda paragraf 22) arasında hareketsiz geçen sürenin yargısal makamlara atfedilebilir olduğunu belirtmiştir.

82. Bu son olarak anılan süre kesinlikle Divan’ın zaman bakımından yargı yetkisinin dışında kalsa da, yine de “makul süre” koşuluna uyulup uyulmadığının değerlendirilmesinde dikkate alınabilir.

83. Bu bağlamda Divan, Sözleşmenin 6/1. maddesinin, yargılanan kişinin hakkındaki ithamla ilgili nihai kararın makul bir sürede verilmesi hakkını garanti altına aldığını tekrar eder. Sözleşmeci Devletler hukuk sistemlerini, mahkemelerinin bu gerekliliğe uymalarını sağlayacak biçimde düzenlemelidirler (diğer birçok emsal arasında bkz. 8 Haziran 1995 tarihli Mansur / Türkiye kararı, Seri A no. 319-B, s. 53, § 68).

84. Son olarak, gazetecilere bu açıklamayı yaptığı sırada halen hapiste olan ve Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından yine hapis cezasına çarptırılan (bkz. yukarıda paragraf 26) başvurucu için bu davada karşı karşıya olduğu risk önemlidir.

85. Davanın bütün özel koşullarının ışığında Divan, şikâyet edilen yargılamanın uzunluğunu makul görmemektedir.
Sonuç olarak, Sözleşmenin 6. maddesinin 1. fıkrası bu açıdan ihlâl edilmiştir.

III. SÖZLEŞMENİN 50. MADDESİNİN UYGULANMASI
86. Sözleşmenin 50. maddesine göre,

“Divan, Yüksek Sözleşmeci Tarafların yargısal bir makamı ya da diğer herhangi bir resmi makamı tarafından alınan bir karar ya da önlemin tamamen ya da kısmen bu Sözleşmeyle üstlendiği yükümlülüklere aykırı olduğu sonucuna varırsa, ve eğer bu Sözleşmeci Tarafın iç hukuku, bu karar ya da önlemin sonuçlarını ancak kısmen gidermeye olanak tanıyorsa, ve gerekliyse, zarar gören tarafın hakkaniyete uygun olarak tatmin edilmesine hükmedebilir.”

A. Zarar
87. Bay Zana maddi zararı için 250.000 Fransız Frangı (FF), manevi zararı için 1.000.000 Fransız Frangı (FF) talep etmiştir. Başvurucu, iddiasına göre hukuka aykırı hapsi sırasında, sonraki etkilerinden halen muzdarip olduğu kötü muamelenin altını çizmiştir; üstelik ceza yargılamasının aşırı uzunluğu onun 3713 sayılı terörle mücadele yasası uyarınca müterafik hapis cezaları almasını da önlemiştir.

88. Hükümet ilk itirazlarına ve esas hakkındaki görüşlerine atıf yaparak, esas sunuşlarında olduğu gibi, Divan’dan bu talebin reddedilmesini istemiştir. Alternatif olarak, ihlâlin varlığına ilişkin herhangi bir bulgunun yeterli adil giderim oluşturacağını, başka bir alternatif olarak da Sözleşmenin ihlâli ile iddia edilen zarar arasında nedensellik bağının olmadığını ileri sürmüşlerdir.

89. Komisyon Temsilcisi, 6. maddenin ihlâl edildiği sonucuna varılırsa, yarısı başvurucunun yargılanmasında hazır olmaması yarısı da yargılamanın aşırı uzunluğu nedeniyle olmak üzere toplam 40.000 FF tazminata hükmedilmesi gerektiği görüşündedir.
90. Maddi zarar konusunda Divan, 6. maddenin ihlâliyle iddia edilen zarar arasında nedensellik bağının bulunmadığı görüşündedir. Öte yandan Divan, yukarıda paragraf 73 ve 85’teki ihlâle ilişkin bulgular nedeniyle, başvurucunun bunların kendi başına bir giderim oluşturamayacağı manevi zarara uğradığını kabul eder. Hakkaniyete uygun bir değerlendirmeyle başvurucuya, ödeme tarihindeki kura göre Türk lirasına çevrilmek üzere 40.000 FF tazminat verilmesine hükmeder.

B. Masraf ve Ücretler
91. Başvurucu, Sözleşme organları önünde ve Türkiye’de savunması için yaptığı masraf ve verdiği ücretler için kendisinin tahminine göre toplam 142.000 FF’nın geri ödenmesini de talep etmiştir.

92. Hükümet talep edilen miktarın aşırı ve haksız olduğunu ileri sürmüştür.

93. Komisyon Temsilcisi, avukatların ücretleri ve makul kabul edilebilecek sınırlar içinde masraflar için 30.000 FF’nın ödenmesini önermiştir.

94. İçtihadına ve elindeki bilgilere dayanarak Divan, hakkaniyet gereği Bay Zana’ya ödeme tarihindeki kura göre Türk lirasına çevrilmek üzere 30.000 FF ödenmesine, Avrupa Konseyinden adli yardım olarak alınan 20.980 FF’nın bu miktardan düşülmesine karar vermiştir.

C. Temerrüt faizi
95. Divan, bu kararın verildiği tarihte Fransa’da uygulanan yıllık % 3.87 yasal faiz oranının kabul edilmesini uygun görmüştür.

BU NEDENLERLE DİVAN,

1. İkiye karşı on sekiz oyla, Sözleşmenin 10. maddesine dayanan şikâyetin zaman bakımından yetkisi dışında olduğu itirazının reddine,
2. Oybirliğiyle, Sözleşmenin 10. maddesine dayanan şikâyete ilişkin olarak iç hukuk yollarının tüketilmemiş olduğu itirazının reddine,
3. Sekize karşı on iki oyla, Sözleşmenin 10. maddesinin ihlâl edilmediğine,
4. Oybirliğiyle, Sözleşmenin 6. maddesine dayanan şikâyete ilişkin olarak iç hukuk yollarının tüketilmemiş olduğu itirazının reddine,
5. Üçe karşı on yedi oyla, başvurucunun yargılamada bulunmaması nedeniyle Sözleşmenin 6. maddesinin 1 ve 3 (c) fıkralarının ihlâl edildiğine,
6. Bire karşı on dokuz oyla, ceza yargılamasının uzunluğu nedeniyle Sözleşmenin 6. maddesinin 1. fıkrasının ihlâl edildiğine,
7. İkiye karşı on sekiz oyla, davalı Devletin başvurucuya üç ay içinde, ödeme tarihindeki kura göre Türk lirasına çevrilmek üzere manevi tazminat olarak 40.000 (kırk bin) Fransız frangı ödemesine,
8. Bire karşı on dokuz oyla, davalı Devletin başvurucuya avukatların ücretleri ve masraflar için, üç ay içinde, ödeme tarihindeki kura göre Türk lirasına çevrilmek ve adli yardım olarak alınan 20.980 (yirmi bin dokuz yüz seksen) Fransız fırangı bu miktardan düşülmek üzere 30.000 (otuz bin) Fransız frangının ödemesine;
9. Bire karşı on dokuz oyla, yukarıda belirtilen üç aylık sürenin bitiminden ödeme gününe kadar geçecek süre için yıllık % 3.87 basit faizin uygulanacağına;
10. Oybirliğiyle, geriye kalan taleplerin hakkaniyet gereği reddine karar vermiştir.
YARGIÇ THÓR VILHJÁLMSSON’UN KARŞIOYU

Ağustos 1987’de, İstanbul’da yayınlanan Cumhuriyet gazetesi, başvurucunun Türkiye’nin Güneydoğu bölgesindeki Diyarbakır’da hapisken kendisini ziyaret eden gazetecilere söylediği aşağıdaki sözleri yayınlamıştır:
“… PKK’nin ulusal kurtuluş hareketini destekliyorum. Katliamlardan yana değiliz,  yanlış şeyler her yerde olur. Kadın ve çocukları yanlışlıkla öldürüyorlar. …”

Bu sözlerin açık anlamı, başvurucunun Türkiye’nin Kürtlerin yaşadığı bölgesinin durumu hakkında PKK ile aynı görüşlere sahip olduğu fakat bu örgütün kullandığı yöntemleri benimsemediğidir. Kamuya açıklanan bu ifadenin Türk hukukunu ihlâl ettiğine inanmak gerekir. Bununla birlikte, nasıl olup da İstanbul’daki bir gazetede yayınlanan ve yalnızca cezai faaliyetleri desteklemekle kalan bu sözlerin, ulusal güvenliği ya da kamu güvenliğini ya da ülke bütünlüğünü tehlikeye düşürdüğünün kabul edildiğini anlayamıyorum.
Buna göre, sınırlamaların ve verilen cezanın meşru bir amaca yönelik ve demokratik bir toplumda zorunlu olmadığı görüşündeyim.
Bu nedenlerle, bana göre, Sözleşmenin 10. maddesi ihlâl edilmiştir.

YARGIÇ GÖLCÜKLÜ’NÜN KARŞIOYU
(geçici çeviri)

Divan’ın yargı yetkisinin zaman bakımından sınırlanmasının geçerliliğine ilişkin Bay Matscher’in karşıoyuna katıldığım için davayı 6. maddenin 1 ve 3 (c) fıkralarına göre değerlendirmem gereksizdir. Ancak yine de bazı gerçekleri vurgulamak istiyorum.

Davanın gelişimine bakıldığında, başvurucunun Diyarbakır Askeri Mahkemesindeki 15 Aralık 1987 tarihli duruşmada savunma yapmayı reddettiği görülmektedir.

1 Mart 1988 tarihli duruşmada başvurucu kendini savunmamıştır.
2 Kasım 1988 tarihli duruşmaya başvurucu, açlık grevinde olduğu için katılmamıştır.
7 Aralık 1988 tarihli duruşmaya başvurucu  katılmış ancak mahkemeye yanıt vermemiştir.

Aydın Ceza Mahkemesindeki 20 Haziran 1990 tarihli duruşmada başvurucu Türkçe konuşmayı reddetmiş ve Mahkemeye ana dili olan Kürtçe karşılık vermiştir (bkz. kararın 18 ve izleyen paragrafları).

Bu koşullarda, başvurucunun kendisini bizzat savunma olanağından vazgeçtiği ileri sürülemez mi?

YARGIÇ GÖLCÜKLÜ’NÜN DE KATILDIĞI, YARGIÇ MATSCHER’İN KISMİ KARŞIOYU
(geçici çeviri)

Bana göre, ilgili bölümünde

“Bu Beyan … işbu Beyanın tevdi tarihini takiben ortaya çıkan olaylara ve böyle olaylara ilişkin mahkeme kararlarına şamildir.”
denilen Türkiye’nin Sözleşmenin 46. maddesi uyarınca yaptığı 22 Ocak 1990 tarihli bildirimin sözleri açıktır ve yorumlanmasında anlaşmazlık çıkacak gibi değildir. Genel kabul gören bütün yorum kurallarına göre, bu metnin anlamı yalnızca davalı Devletin Hükümetinin verdiği anlam olabilir.

Zaman bakımından böyle bir sınırlamanın olağan bir şey olmadığını kabul ediyorum. Geniş ve genel niteliği göz önünde tutulduğunda, bu sınırlamanın geçerli olup olmadığı sorgulanabilir, fakat kendi başına metnin açık olduğu da inkâr edilemez.

Bu davada, bu metnin kapsamına giren olay başvurucunun, kendisi hakkındaki yargılamanın başladığı 30 Ağustos 1987’den birkaç gün önce,  Ağustos 1987’de yaptığı açıklamadır. Bu nedenle, bence, “asıl olayı” Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinin 26 Mart 1991 tarihli kararının oluşturduğunu söylemek (bkz. kararın 42. paragrafı) zoraki ve dolayısıyla kabul edilemezdir.

Bundan dolayı, 10. madde ve 6. maddenin 1 ve 3 (c) fıkraları (adil yargılama) uyarınca yapılan şikâyetler zaman bakımından Divan’ın yargı yetkisinin dışında kalmaktadır.
YARGIÇ LOPES ROCHA’NIN KISMİ KARŞIOYU
(geçici çeviri)

Divan çoğunluğunun, Sözleşmenin 6. maddesinin 1 ve 3 (c) fıkralarının ihlâl edildiği bulgusu dışında vardığı tüm sonuçlara katılıyorum. Esasen tutarlı davranmak adına.

Divan, çok haklı olarak, Sözleşmenin 10. maddesinin ihlâl edilmediğini kabul etmiştir. Divan bu sonuca varırken, özellikle günlük gazete Cumhuriyet muhabirlerine bu açıklamayı yaparken Bay Zana’nın kastının ne olduğu; bu açıklamanın başvurucunun da farkında olması gereken, olayın somut koşulları içinde özel bir anlamı olduğu; röportajın, o tarihte gerginliğin dorukta olduğu Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde PKK’nın sivillere yönelik kanlı saldırılarıyla aynı zamana denk düştüğü gibi bir dizi gerekçeye dayanmıştır.

Divan, özellikle başvurucunun cezasının yalnızca beşte birini hapiste geçirmesi nedeniyle, başvurucuya verilen cezanın “zorlayıcı bir toplumsal gereksinime” yanıt verdiğinin kabul edilmesinin uygun olduğunu ve ulusal makamların ileri sürdüğü nedenlerin “uygun ve yeterli” olduğu  sonucuna varmıştır.

Son olarak, Divan, bütün bu etkenleri ve böyle bir davada ulusal makamların sahip olduğu takdir yetkisinin sınırlarını gözönünde tutarak, incelenen müdahalenin izlenen meşru amaçlarla orantılı olduğunu kabul etmiştir.

Bütün bunlardan sonra Divan’ın, Bay Zana’nın bu açıklamayı yaparken kastının ne olduğunu ve röportajın hangi koşullarda yapıldığını söylemek ve gazetecileri tanık olarak çağırtmak hakkına sahip olacağı Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesindeki duruşmada hazır bulunmaması nedeniyle Sözleşmenin 6. maddesinin 3 (c) fıkrasının ihlâl edildiğine neden karar verdiğini anlamakta güçlük çekiyorum.

Bu nedenlerle mantıksal olarak Divan’ın, Sözleşmenin 10. maddesinin olası ihlâlini inceleyebilmek bakımından, başvurucunun “kastının” ve gazetecilerin “ifadesinin” (öğrenilmesinin) adil bir karar verebilmek için elzem olduğu görüşünü benimsemesi gerekirdi.
Bununla birlikte Divan, olayın özel koşullarında açıklamanın içeriğinin tek başına müdahaleyi 10. maddenin 2. fıkrası uyarınca haklı kıldığına karar vermiştir.

Bundan başka başvurucunun, yargısal bir makam olan Aydın Ceza Mahkemesindeki duruşmasında, gazetecilere yaptığı bu açıklamanın altında yatan gerçek iradesinin ne olduğunu açıklamasının ve bu gazetecileri savunma tanığı olarak göstermesinin imkansız olduğunu gösteren birşey yoktur.

Ayrıca, çeşitli mahkemeler önünde süren yargılamanın bütününe bakıldığında, başvurucunun kendisini bizzat savunmasının engellendiği konusunda ikna olmadım.

Güvenlik Mahkemesinin Ceza Muhakemeleri Usulü Yasasının 226/4. maddesi uyarınca başvurucunun istinabe yoluyla Aydın Ceza Mahkemesi tarafından “sorgulanmasını” istemesi, bana, Sözleşmenin 6. maddesi anlamında adil yargılanma hakkının olmadığı sonucuna varmak için belirleyici bir sav olarak görünmemektedir.

Türk yargı sisteminde başvurucunun önünde kendisini bizzat savunabileceği ve savunma tanıklarını gösterebileceği ve ayrıca bunların Devlet Güvenlik Mahkemesine çağrılmasını talep edebileceği bir mahkeme olması nedeniyle, başvurucunun cezai bir fiille itham edilen herkesin sahip olduğu hukuken kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir yargı yeri tarafından yargılanma hakkından yoksun bırakıldığını düşünmüyorum.
Bu nedenlerle, Sözleşmenin 6. maddesinin 1 ve 3 (c) fıkralarının ihlâl edildiği bulgusunu destekleyecek bir gerekçenin bulunmadığı görüşündeyim.

YARGIÇLAR PALM, LOIZOU, MIFSUD BONNICI, JAMBREK, KURIS VE LEVITS’IN KATILDIĞI, YARGIÇ VAN DIJK’IN KISMİ KARŞIOYU

Çoğunluğun, Divan’ın zaman bakımından yargı yetkisine ve Hükümetin iç hukuk yollarının tüketilmediği itirazından vazgeçmiş sayılmasına ilişkin gerekçelerine ve vardığı sonuçlara tamamen katılıyorum. Çoğunlukla, bu davada başvurucunun yargılanmasına katılamaması ve ceza yargılamasının uzunluğu nedeniyle Sözleşmenin 6. maddesinin ihlâl edildiği konusunda da görüş birliği içindeyim. Bununla birlikte, çoğunluğun Sözleşmenin 10. maddesinin ihlâl edilmediği sonucuna varmasına katılmayı mümkün görmüyorum.
Kararda çoğunluk, Divan’ın ifade özgürlüğüne demokratik bir toplumda zorunlu olan müdahalelerin saptanmasına yönelik olarak şimdiye kadar uygulamış olduğu üç temel ilkeyi özetlemektedir (bkz. kararın 51. paragrafı). Ancak bana göre, çoğunluğun eldeki davada yaptığı gibi, bu ilkeleri uygulayarak müdahalenin zorunlu ve özellikle ulusal güvenlik ve kamu güvenliğinin sürdürülmesi amacıyla orantılı olduğu sonucuna varmak için somut dayanaklar bulunmamaktadır.
Ulusal güvenlik ve kamu güvenliğinin sürdürülmesinin başvurucunun açıklamasına ilişkin olarak önlemler alınması için meşru bir amaç oluşturduğu -olayın geçtiği tarihte Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde hüküm süren özel durumu göz önünde tutarak benim yaptığım gibi- kabul edilse bile, başvurucunun bu açıklamayı yapması nedeniyle mahkum olması ve on iki ay hapis cezası alması, açıklamanın içeriği dikkate alındığında, bana göre bu amaçlarla orantılı kabul edilemez. Hükümet de bu açıklamanın ulusal güvenlik ve kamu güvenliği için bir tehdit oluşturduğu görüşündeyse, böyle bir tehlikeyi önlemek ve sınırlamak için daha etkili ve fakat daha uygun önlemler alabilirdi. Davanın özel koşullarında iki aylık hapis cezasını bile orantısız bulduğum için başvurucunun cezanın yalnızca beşte birini cezaevinde çekecek olması, benim farklı bir görüşü benimsemem için yeterli değildir.
Bu görüşümü, geniş olarak kararda da bulunacak, aşağıdaki değerlendirmelere dayandırıyorum:

(i) İfade özgürlüğü demokratik bir toplumun temel varoluş biçimini oluşturmaktadır (bkz. yukarıda paragraf 51). Hükümet, başvurucunun bu açıklamayı yaptığı tarihte Türkiye’nin Güneydoğu bölgesindeki duruma dayanmakla birlikte, bu açıklamanın demokratik bir toplumda yapılmadığını ve bu nedenle de daha az bir korumayı hak ettiğini iddia etmemiştir.
(ii) 10. madde hoşa gitmeyen, sarsıcı ya da rahatsız edici bilgi ve düşünceler için de geçerlidir (bkz. kararın 51. paragrafı). Buradaki asıl mesele, başvurucunun bu açıklamasında, Hükümetin amaç ve yöntemlerini kabul etmediği ve onunla mücadele ettiği, siyasal bir örgütü desteklediğini belirtmesidir ve bu onun yargılanması ve cezalandırılması için yeterli bir gerekçe oluşturmaz.
(iii) Müdahalenin zorunlu olup olmadığını değerlendirirken Divan, başvurucunun söylediği kabul edilen sözlerin içeriğini ve bunları hangi bağlamda söylemiş olduğunu göz önünde tutmalıdır (bkz. kararın 51. paragrafı). Bu açıklamasında başvurucu PKK’yı desteklediğini belirtmiş ancak aynı zamanda PKK’nın kullandığı şiddet (yöntemleriyle) ilgisi bulunmadığını bildirmiştir. Başvurucuya göre, Hükümet kendisini yanlış yorumlamıştır ve gerçekte başvurucu gazetecilere şiddete karşı olduğunu söylemiştir. İddiasına göre başvurucu, 1960’lardan beri Kürt davasının aktif bir savunucusu olarak her zaman için şiddete karşı olduğunu söylemiş ve şiddete başvurmayan eylemi savunan “Özgürlük Yolu” örgütüne üye olmaktan hapis cezası aldığını belirtmiştir (bkz. kararın 52. paragrafı). Başvurucunun açıklamasının içeriği ve bunun yorumlanmasında kullanılması gereken kişisel geçmişine ilişkin bu iddiasına, ne Hükümet tarafından itibar edilmiş ne de kararda çoğunluk tarafından bu iddia dikkate alınmıştır.
(iv) Başvurucunun Cumhuriyet’te yayınlanan ifadesinin çelişkili ve anlamının belirsiz olduğu konusundaki çoğunluk görüşüne katılıyorum. Bununla birlikte Divan, başvurucu hakkındaki ithamları en sonunda inceleyen ve onu mahkum ederek hapis cezasına çarptıran Türk mahkemesinin, başvurucuya ne söylemiş olduğunu ya da ne söylemek istediğini ve bu açıklamanın (ona göre) yorumlanması gereken başvurucunun geçmişinin nasıl olduğunu açıklama fırsatı tanımadığını -ki bu çoğunluk görüşüne katılmayışımın temel dayanağıdır- dikkate almalıydı. Gerçekten de Divan, 6. maddenin 1 ve 3 (c) fıkralarının ihlâl edildiği iddiasını değerlendirirken, şu saptamada bulunmuştur: “Başvurucu duruşmada hazır bulunsaydı, özellikle, bu açıklamayı yaparken kastının ne olduğunu ve röportajın hangi koşullarda yapıldığını söylemek, gazetecileri tanık olarak çağırtmak ya da röportaj kaydını istemek olanaklarına sahip olacaktı.” (Bkz. kararın 71. paragrafı). Divan 6. maddeye göre inceleme yaptığında başvurucuya bu olanağın tanınmadığını kabul etmişken, müdahalenin orantılı olup olmadığını karara bağlamak için açıklamanın içeriği ve bağlamını değerlendirmesinde neden bu durumu göz önünde tutma gereği duymamıştır?
(v) Son olarak, “Güneydoğunun en önemli kenti olan Diyarbakır’ın eski belediye başkanı” (bkz. kararın 60. paragrafı) tarafından yapılan açıklamanın “bu bölgedeki patlamaya hazır hava” (ibid.) üzerindeki olası etkisini saptarken Divan’ın, röportajın eski ve üstelik olay tarihinde hapiste bulunan bir belediye başkanı ile yapılmış olduğu gerçeğine ne kadar önem verdiğini açıkça göstermesi gerekirdi.

Bu değerlendirmeler beni, başvurucunun ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin orantılı olmadığı ve 10. maddeyi ihlâl ettiği sonucuna götürmektedir. Bu nedenle kararın bu bölümüne ilişkin olarak çoğunluk görüşüne katılmayı mümkün görmüyorum.

İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
Satık ve Diğerleri/Türkiye Davası*

(31866 / 96 )
10 Ekim 2000
İşbu karar nihai değildir. Sözleşme’nin 43§1 maddesi uyarınca, dava taraflarından herhangi biri, bir Daire’nin verdiği karar, verildiği tarihten itibaren üç ay içinde, Büyük Daire’ye tekrar incelenmek üzere götürebilmektedir. Karar, Sözleşme’nin 44§2 maddesindeki hükümler uyarınca kesinlik kazanmaktadır.

İşbu karar metni, Mahkeme’nin seçilmiş karar ve hükümleri resmi raporlarında nihai şekilde yayınlanmasından önce Sekreterya revizyonuna tabidir.
Satık vd. – Türkiye Davası’nda,

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (1. Kısım), 17 Ekim 2000 tarihinde,

Sn. E.Palm, Başkan,
Sn. W. Thomassen,
Sn. Gaukur Jõrundsson,
Sn. J. Casadewall,
Sn. T. Pantîru,
Sn. R. Maruste, hakimler,
Sn. F. Gölcüklü, ad hoc hakim,
ile Sekreter Yardımcısı Sn. M. O’Boyle’un katılımı ile Avrupa İnsan hakları Mahkemesi Heyeti olarak toplanmış, 31 Ağustos 1999 ve 19 Eylül 2000 tarihlerindeki gizli görüşmesi sonucunda, son anılan tarihte aşağıdaki karara varmıştır :

USULİ İŞLEMLER

1. Dava, on Türk vatandaşı, Kadir Satık, Murat Satık, Ali Haydar Özdemir, Songül Diribaş, Fesih Yılmaz, Saime Sefer, Yaşar Yağcı, Terzan Adıbelli, Mehmet Ermiş ve Abdülkadir Eraslan (“başvuranlar”) tarafından 26 temmuz 1995’te İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’nin (“Sözleşme”), eski 25. Maddesi kapsamında, Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde Avrupa İnsan Hakları komisyonu’na sunulmuş olan başvuruya (no. 31866/96) dayanmaktadır.
2. Başvuranlar, halen İzmir ( Türkiye )’de çalışmakta olan Tuncer Fırat tarafından temsil edilmekte olup, Türk Hükümeti (“Hükümet”) Mahkeme’deki işlemler için bir Temsilci belirlememiştir.
3. Başvuranlar, mahkemeye çıkarılmadan önce ifade vermeyi reddettikleri için, hapishane görevlileri ve jandarmalar tarafından ciddi şekilde dövüldüklerini iddia etmekte olup, Sözleşme’nin 2. ve 3. maddelerine atıfta bulunmaktadırlar.
4. Başvuru, Mahkeme’ye, 11 Nolu Protokol’ün Sözleşme’ye ek olarak yürürlüğe girmesinden sonra, 1 Kasım 1998’de sunulmuştur (11 Nolu Protokol, Madde 5§2).
5. Başvuru, Mahkeme’nin Birinci Kısım’ına verilmiştir (Mahkeme İçtüzüğü, Madde 52§1). Bu Kısım’da, davaya bakacak olan Daire (Sözleşme, Madde 27§1), Mahkeme İçtüzüğü’nün 26§1 maddesi uyarınca oluşturulmuştur. Türkiye adına seçilen Rıza Türmen davadan çekilmiş (İçtüzük, Madde 28), müteakiben Hükümet Feyyaz Gölcüklü’yü ad hoc hakim olarak atamıştır (Sözleşme Madde 27§2, İçtüzük Madde 29§1).
6. Daire, 31 Ağustos 1999 tarihli kararla, başvuruyu kabuledilebilir bulmuştur.
7. Başvuranlar yalnızca esaslara ilişkin görüş bildirmişlerdir (İçtüzük Madde 59§1). Hükümet, 7 Ağustos 2000 tarihli bir mektupla, davanın esasına yönelik ek bilgi sunmuştur. Daire, taraflara danışılmasından sonra, esaslar hakkında toplantı yapılmasının gerekli olmadığına karar vermiştir (İçtüzük Madde 59§2 in fine  ).

OLAYLARA DAİR

I. DAVA KOŞULLARI

8. Taraflarca sunulan olaylar aşağıdaki gibi özetlenebilir.

1. Başvuranlara göre olaylar

9. İçinde on başvuranla beraber on iki diğer mahkumun da bulunduğu kişiler, 20 Temmuz 1995’te, hücrelerinden alınarak, İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanmak üzere, Buca Cezaevi’nde bir yere götürülmüşlerdir.
10. Başvuranlar ve diğer mahkumlar, götürülmek üzere beklerken, hapishane yetkilileri mahkumların, ayakkabıları dahil olmak üzere, arama yapmaya çalışmışlardır. Mahkumlar, bunun keyfi bir hareket olduğunu ve arama talebinde ısrar edilirse mahkemeye çıkarılmayı reddedeceklerini belirterek arama yapılmasına itiraz etmişlerdir.
11. Başvuranların direnişi çerçevesinde, hapishane yönetimi, dışarıda bekleyen jandarmalardan, mahkumlara mahkemeye dek refakat etmeleri için yardım talebinde bulunmuştur.
12. Yaklaşık 50 jandarma, 30 gardiyan ve hapishane yetkilisi, sonuç olarak, başvuranlara ve diğer mahkumlara cop ve ağaç kalaslarla saldırmışlardır.
13. Sonuç olarak, başvuranlardan Terzan Adıbelli’nin kaburga kemiklerinden biri kırılmış, başvuranlardan Yaşar Avcı’nın ciğeri hasar görmüştür. Diğer mahkumlar vücutlarına darbeler almışlardır.

2. Hükümet’e göre olaylar

14. Hükümet, olayların başvuranlar tarafından anlatılan hali hakkında şüphelere sahiptir. Cumhuriyet Savcısı tarafından yürütülen soruşturma çerçevesinde (bkz.19. ve et seq   paragraflar), yirmiden fazla mahkum mahkemeden önce arama yapılmasını reddetmişlerdir. Mahkumlar birbirlerine kenetlenerek hapishane çıkışına yönelmişler, merdivenden aşağı yine kenetlenmiş olarak inerken üst üste düşmüşler, duvara ve trabzana çarpmışlardır. Çıkan arbedede, dört gardiyan da yaralanmıştır.
15. Aynı gün, başvuranlar, bir süre bekledikten sonra, cezaevi araçlarıyla İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne nakledilmişlerdir.

3. Başvuranların yetkili makamlara yaptıkları şikayetler

16. İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki duruşmada, başvuranların avukatları anılan saldırıdan sorumlu kişiler hakkında şikayette bulunmuşlardır. Avukatlar, başvuranların, mahkemeye götürülmeden önce dövüldüklerini, dolayısıyla mahkemenin olay ve yaralanmalar hakkında gerekli incelemeleri yapması gerektiğini belirtmişlerdir.
17. Mahkeme, başvuranların durumunu gözönünde bulundurarak, bu koşullar altında duruşma yapılamayacağı gerekçesiyle, duruşmayı ileri bir tarihe ertelemiştir. Ayrıca, başvuranların, iddia edildiği gibi saldırıya uğrayıp uğramadıklarının tespiti amacıyla doktor kontrolünden geçirilmesine de karar verilmiştir. Mahkeme, ayrıca, doktor raporlarının mahkeme tutanaklarıyla beraber İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesine gönderilerek bir soruşturma başlatılmasına da karar vermiştir. Aynı yönde bir mektup ta Cumhuriyet Savcısı’na gönderilmiştir.
18. Ayrıca, 20 Tenmmuz 1995 günü, başvuranlardan birisinin, Abdülkadir Eraslan, babası, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’na olay hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. Aynı gün, Cumhuriyet Başsavcısı, Buca Cezaevi Cumhuriyet Savcısı’ından Abdülkadir Eraslan’ın ifadesinin alınmasını ve eğer işkence yapıldığı yönünde mahkumun bir şikayeti varsa, doktor kontrolünden geçirilmesini, ifadenin ve verilmesi muhtemel raporun kendisine gönderilmesini istemiştir.

4. İzmir Cumhuriyet Başsavcısı’nın soruşturması

19. İzmir Cumhuriyet Başsavcısı, 20 Temmuz 1995 günü, olayın mağdurlarının ifadelerini almak üzere hapishaneye gitmiştir. Aynı gün, hapishane doktoru tüm mahkumları muayene etmiştir. Ciddi şekilde yaralanmış olanlar hastaneye nakledilmiştir. Başvuranlardan iki tanesi (Mehmet Ermiş ve Terzan Adıbelli) de hastaneye nakledildiğinden, ifadeleri ancak 14 Ağustos 1995 günü alınabilmiştir.

(a) Başvuranların, İzmir Cumhuriyet Başsavcısı’na verdikleri ifadeler

20. 20 Temmuz 1995 günü, aralarında başvuranlardan sekizinin de (Kadir Satık, Murat Satık, Ali Haydar Özdemir, Songül Diribaş, Saime Sefer, Yaşar Yağcı, Fesih Yılmaz ve Abdülkadir Eraslan) bulunduğu mahkumların ifadeleri alınmıştır. Diğer iki başvuranın (Mehmet Ermiş ve Terzan Adıbelli) ifadeleri, bu kişilerin hastaneden taburcu olmalarını takiben, 14 Ağustos 1995’te alınmıştır (bkz. yukarıda 19. ve aşağıda 23. paragraflar).
21. Başvuranlar iddialarında ısrarlı olup, hücrelerinden alındıklarını, hapishane kapısı önünde toplandıklarını, hapishane yöneticileri ve gardiyanlar tarafından ayakkabılarının çıkarılmasının istendiğini söylemişlerdir. Başvuranlar, böyle bir durumda, bu tür bir emrin ilk kez verildiğini, kendilerinin bu emire uymadığını, aksine böyle bir aramanın metal dedektörüyle yapılabileceğini belirtmişler, buna rağmen hapishane yöneticilerinin, dışarıda bulunan jandarmalar ve gardiyanlarla birlikte kendilerini dövdüğünü ifade etmişlerdir.
22. Cumhuriyet Başsavcısı’na verdikleri ifadede, başvuranlardan bir kısmı, olaya karışan gardiyanların ismini verirken, bazıları rütbesini vermiş, diğer bir kısmı ise saldırıdan sorumlu olanları teşhis edebileceklerini ayrıca belirtmişlerdir.
23. 25 Temmuz  1995 günü, Abdülkadir Eraslan’ın verdiği ikinci ifadeye göre, olay günü kendisinin ve diğer mahkumların, tabi tutuldukları insanlık dışı muameleyi protesto ettiklerini, bir grup gardiyan ve jandarmanın protestoculara cop ve tahta sopalarla vurduğunu, bu durumun kendileri çıkış kapısına ulaşana dek sürdüğünü belirtmiştir.
24. 14 Ağustos 1995’te, aralarında Mehmet Ermiş ve Terzan Adıbelli’nin de bulunduğu diğer 4 mahkum Cumhuriyet Başsavcısına ifade vermişlerdir. Bu ifadeler diğer başvuranların verdiği ifadelerle aynı yönde idi.

(b) Hapishane görevlilerinin Cumhuriyet Başsavcısına verdiği ifadeler
25. Üç hapishane görevlisi, 20 Temmuz 1995’te İzmir Cumhuriyet Başsavcısı’na verdikleri benzer ifadelerde, mahkumların, yetkililerce, defalarca arama yapılmasına uymaları yönünde uyarıldıklarını; mahkumların buna itiraz ederek mahkemeye çıkmayı reddettiklerini, daha sonra jandarmaların silah zoruyla mahkumları aşağıya indirmeye çalıştığını, mahkumların ise zincir oluşturarak merdivenlerde kargaşaya ve arbedeye yol açtıklarını; bunun sonucunda bazı mahkumların atlayarak kurtulduğunu, ancak diğerlerinin ise düştüğünü; mahkumların bu düşme sırasında duvara, basamaklara ve demir trabzana çarparak yaralandıklarını; bu arada birçok gardiyanın da yaralandığını belirtmişlerdir.

(b) Başvuranlar hakkındaki sağlık raporları

26. Buca Cezaevi’ne, 20 Temmuz 1995 günü, öğleden sonra saat 6.00’da gelen Cumhuriyet Başsavcısı’nın gözetiminde, aralarında 10 başvurandan sekizinin de (Kadir Satık, Murat Satık, Ali Haydar Özdemir, Songül Diribaş, Fesih Yılmaz, Saime Sefer, Yaşar Yağcı, ve Abdülkadir Eraslan) bulunduğu 18 mahkum, adli tabip tarafından akşam 8.30’da tıbbi muayeneden geçirilmişlerdir. Raporlara göre, bu kişiler başlarından ve/veya vücutlarının diğer bölümlerinden darbeler almışlardır. Yaralanmalar  tüm detaylarıyla verilirken, sebepler hakkında herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Başvuranlardan Terzan Adıbelli ve Mehmet Ermiş ise muayene için hastaneye gönderilmişlerdir.
27. 21 Temmuz 1995’te Buca Cezaevi Müdürlüğü,  başvuranlardan dört tanesini daha tıbbi muayene için hastaneye sevk etmiştir. İzmir Diş Hekimliği Fakültesi Hastanesi’ne, Kadir Satık, Murat Satık ve Ali Haydar Özdemir İzmir Devlet Hastane’sine gönderilmiştir. Terzan Adıbelli için düzenlenen ancak tarihi okunamayan hastane taburcu belgesine göre, adı geçen için darp teşhisi konmuştur.
28. 9 Ekim 1995 günü İzmir Devlet Hastanesi’nden bir adli tabip Buca Cezaevi’ne giderek Terzan Adıbelli, Murat Satık ve Yaşar Avcı’yı muayene etmiş, buna göre Terzan Adıbelli ve Yaşar Avcı 20 – 25 Temmuz 1995 tarihleri arasında, Murat Satık ise 20 – 28 Temmuz 1995 tarihleri arasında hastaneye yatırılmış olup, nihai tıbbi rapor daha sonra hazırlanacaktır.
29. Bu arada, Adli tıp Kurumu’ndan bir doktor, Mehmet Ermiş’i muayene etmiş ve Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdiği ayrıntılı raporda, başvuran için sislik ve ekimoz teşhisi koymuştur. Rapora göre, söz konusu yaralanmalar hayati tehlike içermemekte olup, hastalar 20 gün içinde iyileşebileceklerdir.
30. 17 Kasım 1995’te Adli Tıp Kurumu’ndan bir fizyoterapist, 9 Ekim 1995 günü yeniden muayene edilen Terzan Adıbelli ve Yaşar Avcı için  darp teşhisinde bulunmuş, Terzan Adıbelli 15 gün, Yaşar Avcı ise 10 gün boyunca herhangi bir cezaevi işini görememişlerdir. Rapora göre adı geçenler iyileşecektir.

5. Soruşturmalar

31. Cumhuriyet başsavcısı, 9 Nisan 1996 günü, Buca Cezaevi Müdürü ve hapishane görevlileri hakkında, mahkumların kötü muamele görmesi ile ilgili olarak, herhangi bir soruşturma açılmamasına karar vermiştir. İki mahkumun avukatları bu karara itiraz etmiş, ancak itirazları 25 Haziran 1996’da Karşıyaka Ağır Ceza Mahkemesi başkanı tarafından reddedilmiştir.
32. Buca Cezaevi’ndeki jandarmalar hakkında soruşturma açılmış, ancak İzmir Cumhuriyet Başsavcısı,olayın jandarmaların idari görevlerinden kaynaklanması sebebiyle, takipsizlik kararı vermiştir. Dava dosyası, buna bağlı olarak, 11 Nisan 1996’da İzmir İl İdare Kurulu’na gönderilmiştir. Hükümet, Mahkeme’ye, dosyanın, Buca Cezaevi’nden sorumlu İlçe Jandarma Komutanlığı’na gönderildikten sonra yanlış bir yere gönderilmiştir. 7 Nisan 2000 tarihinde, İçişleri Bakanlığı, bu durumu aydınlatmak için bir müfettiş görevlendirmiştir. Kayıp dava dosyası ile ilgili olarak, üç jandarma subayı hakkında, 4483 sayılı Devlet Memurlarının Yargılanması Hakkında Kanun hükümleri uyarınca, soruşturma açılmasına izin verilmiştir (bkz. aşağıda, 37. paragraf). 1 Mayıs 2000 tarihinde, İzmir İl İdare Kurulu, başvuranların Buca Cezaevi’nden İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne 20 Temmuz 1995 günü nakillerinden sorumlu olan jandarma subayları hakkında, soruşturma açılmamasına karar vermiştir.
33. 20 Temmuz 1997 günü, İzmir Cumhuriyet Başsavcısı, kendisinden olayla ilgili bilgi istenmesine istinaden, Adalet Bakanlığı’na gönderdiği cevabi yazıda, olayın arama yapılmasını mahkumların reddetmesinden kaynaklandığını, mahkumların mahkeme gönderilmeyi reddederek, ana kapıya çıkan merdivenlerde birbirlerine kenetlendiklerini, bazılarının düşerek kendilerini yaraladığını, bazı hapishane görevlilerinin de yaralandığını belirtmiştir.

II. İLGİLİ İÇ HUKUK

A. Soruşturma

34. Bir Cumhuriyet Savcısı, bir saldırı olduğu yönünde bir şüphe doğuran herhangi bir olaydan, herhangi bir şekilde haberdar edilirse olayın sorumlularını ortaya çıkarmak için gerekli araştırmayı yapmakla yükümlüdür (Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu – “CMUK” Madde 163). Bir şüpheli hakkında soruşturma açılmasını sağlayacak delilin yetersiz olması nedeniyle, Cumhuriyet Savcısı soruşturmayı kapatabilir.Bununla birlikte, soruşturmanın yapılmaması, ancak ve ancak, delilin yetersiz olmadığının açıkça ortaya çıkması durumunda söz konusudur.
35. Adli bir şikayet yapılması bağlamında, bir şikayetçi Cumhuriyet Savcısı’nın, soruşturma yapılmaması yönündeki kararına itiraz edebilir. Bu başvuru, ilgili karardan başvuranın haberdar edilmesinden sonra, on beş gün içerisinde, yapılmalıdır (CMUK, Madde 165).
36. Eğer şüpheli şahıs bir devlet memuru ise ve suç görev esnasında işlenmişse, davanın ön soruşturması, Cumhuriyet Savcısı’nın yaptığı yargılamayı soruşturma aşamasında kısıtlayan 1914 tarihli Memurin Muhakemat Kanunu’nun uygulanmasıyla sürdürülür. Böyle durumlarda, ön soruşturmayı yapmak ve gerekiyorsa yargılamanın yapılması kararını vermek yetkisi yerel idari kurula (zanlının durumuna göre, il ya da ilçe bazında) aittir. Yargılama yönünde bir karar verilmesi durumunda, davayı Cumhuriyet Savcısı inceleyecektir. Aksi halde dava ilgili mahkemeye gönderilecektir.
37. 2 Aralık 1999’da kabul edilen ve 1914 tarihli yasa hükümlerini yeniden düzenleyen, 4483 Sayılı yeni yasa, devlet memurlarının görevlerini yaparken işledikleri suçlarla ilgili olarak yargılanmalarından sorumlu mercileri ve bu süreçte takip edilecek usulleri belirlemektedir. 4483 sayılı bu yasanın 3. maddesine göre, kamu görevlilerinin çalıştığı yerdeki en üst düzeydeki merci, soruşturma izni yetkisine sahiptir. Soruşturma kararı verilmesi veya soruşturma izni yetkisinin reddedilmesi savcının kararından sonraki 30 gün içerisinde karara bağlanmalıdır. Dosyanın ilgili merciye naklinden önce, savcı, ancak, özelliği gereği, kaybolabilecek, değitirilebilecek veya yok edilebilecek delilleri toplayabilir. İlgili merci bir soruşturma başlatabilir veya bir vekil avukat aracılığıyla kendi adına araştırma yaptırabilir. 9. maddeye göre ise, yerel idari mahkemeler ve Danuıştay ilgili mercinin verdiği karara yapılan itirazları da  görüşür. Böyle bir başvurunun, ilgili mercinin kararından sonra 10 gün içerisinde yapılması zorunludur.

B. İdari Sorumluluk

38. Türk anayasasının 125 / 1. ve 7. maddeleri şu şekildedir :

“İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır…

İdare kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.”

39. Bu hüküme, herhangi bir olağanüstü hal veya savaş döneminde dahi bir sınırlama getirilemez. İkinci paragraf, kesin ve objektif karaktere sahip olan, toplumsal sorumluluk kavramına dayalı ve “sosyal risk” teorisine atıfta bulunan, idare nezdinde işlenmiş bir kusur için herhangi bir ispat gerektirmemektedir. Dolayısıyla, idare, Devlet’in kamu düzeni ve güvenliğini sağlamak veya vatandaşların can ve mal güvenliğini korumak görevlerini aksattığında, kişilerin failimeçhul veya terörist eylemler dolayısıyla uğradığı zararı tazmin etmek durumundadır.

C. Objektif Sorumluluk

40. Borçlar Kanunu’nun 41. maddesine göre, yasadışı veya haksız bir fiilden dolayı mağdur olan kimse zararının maddi ve manevi tazmini için dava açabilir. .Hukuk mahkemeleri, bulgular veya davalının suçu hakkında ceza mahkemesince verilen karara uymak zorunda değildir (Madde 53).

HUKUKA DAİR

I. Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlali iddiası

41. Başvuranlar, Sözleşme’nin 3. maddesinin, aşağıda öngörülen biçimde, yasakladığı bir muameleye tabi tutulduklarını iddia etmektedirler:

” Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı yahut haysiyet kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulamaz.”

A. Hükümet’in ilk itirazı

42. Hükümet, soruşturmanın kabuledilebilirlik aşamasında ortaya koyduğu ifadede, yetkili mercilerin başvuranların iddialarını araştırmak üzere alınan tedbirlere dikkat çekmiştir. Bu bağlamda, ilk önce İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 20 Temmuz 1995 tarihli kararı ile ikinci olarak başvuranlar, aileleri ve avukatlarının savcıya suç duyurusunda bulurımaları ile ilgili savcılık tarafından başlatılan iki soruşturmaya atıfta bulunulmaktadır.

43. Hükümet, savcının 9 Nisan 1996’da takipsizlik kararı verdiğini belirtmiştir. Bu karara yapılan itiraz, 25 Haziran 1996’da, Karşıyaka Ağır Ceza Mahkemesi başkanınca reddedilmiştir. Buca Cezaevi’nde meydana gelen olaylara karışan jandarma erleriyle ilgili olarak, Hükümet, dosyanın İzmir İl İdare Kurulu’na hukuksal nedenlerle gönderildiğini Mahkeme’ye 7 Ağustos 2000 tarihli bir mektupla bildirmiştir. Bununla beraber, dava dosyası Buca Cezaevi Jandarma Komutanlığı’na gönderildikten sonra ortadan kaybolmuş, dolayısıyla idari soruşturma yapılamamıştır. 7 Nisan 2000 tarihinde, İçişleri Bakanlığı olayı açıklığa kavuşturmak için bir müfettiş görevlendirmiştir. Müfettiş soruşturmasını takiben, 1 Mayıs 2000 tarihinde, İzmir İl İdare Kurulu, başvuranların 10 Temmuz 1995 tarihinde mahkemeye nakilleri ile görevli jandarma erlerine karşı dava açılmaması yönünde bir karara varmıştır. Ayrıca, yukarıda belirtilen dava dosyasının kaybolmasıyla ilgili olarak, üç jandarma subayı hakkında, devlet memurlarının yargılarımasını düzenleyen 4483 sayılı yasa hükümlerine uygun olarak, kovuşturma açılmasına da karar verilmiştir. Hükümet’e göre, subaylar hakkında açılacak kovuşturma için gerekli yetkilendirme verilmiş olup, kayıp dava dosyası ile ilgili dosya Bölge İdare Mahkeme’sine ” gerekli tebligatlar yapılır yapılmaz ” verilecektir.
44. Hükümet, yetkili mercilerin, başvuranların şikayetlcrinin incelennıesine özel bir önem gösterdiğini vurgulamıştır. Bu bağlamda, Adalet Bakanı’nın, İzmir Cumhuriyet Savcısı’ndan, davanın durumu hakkında kendisini bilgilendirmesini talep ettiği belirtilmiştir.
45. Başvuranlar, cevaben, yaptıkları suç duyurusu hakkında Cumhuriyet savcısının bir soruşturma yürüttüğünü kabul etmişlerdir. Bununla beraber, hapishane görevlileri hakkındaki soruşturmanın devam ettirilmemesine karar verilmiş, iki mahkum arkadaşları da bu karara itiraz hakkından faydalanamamışlardır. Karşıyaka Ağır Ceza Mahkemesi’nin 25 Haziran 1996 tarihli kararının, kendilerine ancak 23 Haziran 1997’de, Cumhuriyet savcısının ofisine gittiklerinde, tebliğ edildiğini ifade etmişlerdir.
46. Başvuranlar, Jandaırna erleri ve polis memurları hakkındaki soruşturmayla ilgili olarak, soruşturmanın sonucu hakkında bilgilendirilmediklerini belirtmişlerdir.
47. Mahkeme, 31 Ağustos 1999 tarihinde benimsenen kabuledilebilirlik kararında, Hükümet’in atıfta bulunduğu soruşturma olayının, başvuranların şikayetleri hakkında alııımış etkili bir tedbir olarak tanımlanabilmesinin, ancak Sözleşme’nin 3. maddesi çerçevesinde, şikayetlerin esaslarının dikkatle incelenmesi temelinde ceavplandırılabileceğini belirtmiştir. Bu sebeple, Hükümet’in ilk itirazının başvuranların 3. madde çerçevesindeki şikayetlerinin esaslarına dahil edilmesine karar verilmiştir. Mahkeme, bu yaklaşımı onaylamaktadır.

B. Şikayetlerin Esasları

48. Başvuranlar, ifadelerinde, Buca Cezaevi’nde jandarma erleri ve gardiyanlar tarafından keyfı olarak dövüldüklerini, ancak şans eseri içlerinden kimsenin ölmediğini belirtmişlerdir. Fiziksel yaralanmanın boyutları da tıbbi raporlarda açık olarak görürımektedir.
49. Başvuranlar, cezaevi yönetiminin, kendilerinin mahkemeye katılımını zor kullanarak sağlamasının hiçbir şekilde yasal olmadığını belirtmişlerdir. Bu meyanda, güç kulanımının mahkeme kararıyla ve gerekli görülen hallerde mümkün olabileceği belirtilmiştir. Bir mahkumun mahkemeye katılmayı reddetmesi durumunda bile, mahkeme, mahkumu huzuruna zor kullanarak getirme konusunda, takdir yetkisine sahiptir. Başvuranlar, bu bağlamda iç hukuka dair örneklere atıfta bulunmuştur. Başvuranlar, 13 Haziran 1995 tarihinde İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne çıkartıldıklarını belirtmişlerdir. Mahkeme, bir sonraki oturumun 20 Temmuz 1995 tarihinde toplanmasını kararlaştırmış, ancak kendilerinin bu oturuma zorla getirilmeleri yönünde bir karar veımemiştir.
50. Hükümet, mahkumlar hakkında soruşturma yapılmasının hapishane hayatının normal bir parçası olduğunu ve güvenlik endişesiyle gerçekleştirildiğini belirtmiştir. Başvuranların iddialarının aksine, başvuranların ayakkabılarının aranması keyfı ve aşağılayıcı bir muamale olarak kabul edilemez. Hükümet nezdinde, başvuranlar, ki hepsi terörizm suçu dolayısıyla yargılanrrıaktadır, bir olay çıkmasını sağlamak amacıyla planlı bir şekilde aramayı reddetmişlerdir. Başvuranlar, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nunl 14. maddesine göre mahkemeye katılmak zorundadırlar ve hapishane yönetiminin mahkemeye katılımları yönündeki talebini, aldatıcı bahanelerle boykot etme hakları yoktur.
51. Hükümet, olayla ilgili soruşturmanın sonuçlarına, başvuranların idddialarının geçerliliğini sorgulamak amacıyla atıfta bulunmaktadır. Başvuranlar, arama yapılmasına ve mahkemeye götürülmeye, karşı direnişi, özellikle mahkumların toplanma zamanına denk getirmişlerdir. Hapishane yönetiminin bu direnişe tepki göstereceğini bilmekteydiler. Bununla birlikte, mahkumlar birbirlerine tutundukları için merdivenlerden düşmeye başladığında, ne jandarma erleri ne de gardiyanlar bir müdahalede bulunamamışlardır.
52. Bundan başka, Hükümet, başvuranların iddialarında birçok çelişkiler bulunduğuna işaret etmektedir. İlk başvuran Bay Satık, diğer dört başvuranla birlikte, Cumhuriyet savcısına, hastanede oldukları için ifade veremedikleri yönünde, şikayette bulunmuştur. Bu talebe karşılık, cumhuriyet savcısı, hapishane yönetimine Bay Satık’ı odasına getirmeleri yönünde bir talimat vermiştir. Ancak, bay Satık bunu reddetmiştir. Ayrıca, bay Satık ve diğer birçok başvuran, ciddi şekilde yaralandıkları ve ölmek üzere oldukları iddialarına rağmen, üç olayda daha fazla tıbbi müdahale için hastaneye gitmeyi reddetmişlerdir.
53. Mahkeme, 3. maddenin demokratik toplumun en önemli değerlerini içinde bulundurduğunu hatırlatmaktadır. Terör ve organize suçlarla mücadele gibi en zor şartlar altında bile, Sözleşme, işkence ile insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele ve cezayı, kurbanın davranışı ne olursa olsun, kesin hükümlerle yasaklamaktadır. Sözleşme’nin ve 1 ve 4 sayılı protokollerin asli hükümlerinin aksine, 3. madde istisnai unsurlar içermemekte olup, milletin hayatını tehdit edici acil bir durumda bile 15. maddenin 2. paragrafına göre izin verilebilir bir aykırılık teşkil edemez (bkz. Selmouni – Fransa [ GC ], no. 25803 / 94, § 95, ECHR 1999 – V; 28 Ekim 1998 tarihli Assenov ve diğerleri – Bulgaristan kararı, Reports of Judgements and Decisions 1998 – VIII, s. 3288, § 93; 15 Kasım 1996 tarihli Chahal – B,irleşik Krallık kararı, Reports 1996 – V, s. 1855, § 79 ).
54. Mahkeme, ayrıca, polis tarafından sağlıklı olarak gözaltına alınan fakat serbest bırakıldığında yaralı bir halde bulunan bir kişinin bulunduğunu hatırlatarak, Devlet’in bu yaralanmanın nasıl olduğuna dair makul bir açıklamakla yükümlü olduğunu, bunu yapamamanın 3. maddeye göre açıkça bir sorun yaratacağını ifade etmiştir ( bkz. mezkur Selmouni kararı, § 87 ).
Mahkeme nezdinde, aynı ilke, özgürlükten mahruın edilmeleri ve hapishane yönetiminin kontrol ve sorumluluğuna tabi olmaları sebebiyle, hapishanedeki mahkumlar için de geçerlidir. Özgürlüğünden mahrum edilmiş bir kişi ile ilgili olarak, tutumunun sonucu olarak kesinlikle gerekli olmamasına rağmen fıziksel güç kullanımı uygulanması insan onurunu zedeler ve ilkesel olarak, 3. maddede ifadesini bulan hakkın ihlalidir ( bkz. 9 Haziran 1998 tarihli Tekin – Türkiye kararı, Reports 1998 – IV, syf. 1517 – 1518, §§ 52 ve 53 ).
55. Ek olarak, Mahkeme, kötü muamele iddialarının sağlam bir delille desteklenmesi gerektiğini ifade etmiştir ( bkz., mutatis mutandis  2, 22 Eylül 1993 tarihli Klaas ¬Almanya kararı, Series A no. 269, s. 17, § 30 ). Bu delilin değerlendirilmesi amacıyla, Mahkeme, ispatın standardını “makul şüphelerin ötesinde” kabul etmiş, fakat böyle bir ispatın ardından, yeterince güçlü, açık ve uyumlu bir müdahale veya benzer çürütülmemiş varsayımın varlığı gelmelidir ( bkz. 18 Ocak 1978 tarihli İrlanda – Birleşik Krallık kararı, Series A no. 25, s. 65, § 161 in fıne  ).
56. Şimdiki olayda, başvuranlar, Devlet yetkilileri tarafından ciddi derecede ve haksız dayak muamelesiyle karşılaştıklarını iddia etmiştir. Hükümet’in ifadesine göre ise, başvuranlar, kendi tahrik edici protestoları sonucu meydana gelen düşmeden dolayı yaralandıklarını kabul etmişlerdir.
57. Mahkeme, başvuranlarda meydana gelen ve doktor raporuyla da sabit olan yaralanmalar hakkında Hükümet’in açıklamalarını yetersiz bulmuştur. Haklarında düzenlenen tıbbi raporlara göre başvuranlar ve diğer mahkumlar ” başlarından ve / veya vücutlarının diğer bölümlerinden yaralanmışlardır ( bkz. yukarıda 26. paragraf ). Başvuranlardan biri daha sonra ” dayak sonucu oluşan genel vücut travması ” halinde bulunmuştur (bakınız yukarıda 27. paragraf). Mahkeme, ayrıca, başvuranların, savcıya verdikleri ifadede, jandarma erleri ve gardiyanlar tarafından saldırıya uğradıklarını açıkça ifade etmiş olmalarını da dikkate almak gerektiğini belirtmiştir. ( bkz. yukarıda 21 ila 24. paragraflar ). Hükümet, başvuranların protesto eylemi sırasında kasıtlı olarak dayak yedikleri iddialarını çürütecek herhangi bir delil sunnıamıştır. Hükümet, özellikle, Buca Cezaevi’nde bir isyan veya iç güvenliğe karşı planlı bir saldırıyı bastırmak amaçlı bir müdahalenin gerekli olduğu yönünde bir öngörüde bulunmamıştır.
58. Mahkeme, hapishane ortamındaki şiddet oluşma olasılığını veya mahkum kalkışmalarının kanlı olaylara yol açabilmesi tehdinin, hapishane yönetimini güvenlik güçlerinin yardımına başvurmasını göz ardı edemez. Bununla birlikte, Mahkeme, hapishane yönetiminin, yetki sınırları içindeki bir olayla ilgili olarak, böyle bir dış yardıma başvurduğunda, bağımsız bir eylem gözlem şeklinin, kullanılan gücün, orantılılığı da dahil, uygunluğunu garanti edebilmek amacıyla, olması gerektiğini belirtmektedir.
59. Şimdiki olayda, Cumhuriyet savcısı olay örgüsünü, başvuranlar, diğer mahkumlar ve üç hapishane yetkilisiyle yaptığı görüşmelere dayalı olarak, yeniden kurmak zorundadır (bkz. yukarıda 25. paragraf). Göri.inen odur ki, savcının, anılan hapishane yetkililerinden aldığı ifadeler, kendisini, aynı gün yapılan resmi açıklamanın, geçerliliği konusunda ikna etmiştir. Bu durum, savcının, Buca Cezaevi’nde meydana gelen olaylar hakkında Adalet Bakanlığı’nca başlatılan soruşturma kapsamında, 29 Temmuz 1997 tarihinde gönderdiği cevabi yazıda ayrıca belirtilmiştir ( bkz. yukarıda 33. paragraf ). Mahkeme’ye göre, bu ifade, jandarma subaylarının olayla ilgilerinin araştırılması esnasında, bir Cumhuriyet savcısının görev ve yetkileriyle, tamamen uyumsuzdur.
60. Mahkeme, ayrıca, İzmir İl İdare Kurulu’nun, olaylar sırasında Buca Cezaevi’nde bulunan jandarma erlerinin davranışları hakkında adli kovuşturma başlatılmaması yönündeki 1 Mayıs 2000 tarihli kararını da dikkate almaktadır. Bu karar, dava dosyası Kurul’a iletildikten 4 yılı aşkın bir süre sonra alınmıştır. Bu zaman zarfında, dava dosyası, Buca Cezaevi’nde görevli jandarma subaylarına gönderildikten sonra kaybolmuştur. Yetkili mercilerin, önemli dava evraklarının güvenliğini sağlama konusundaki başarısızlığı, soruştuma sürecinde ciddi bir eksiklik olarak algılanmalıdır. Elbette, dava dosyasının yokluğu İzmir İl idare Kurulu tarafından 1 Mayıs 2000 tarihinde alınan nihai kararın esasına yönelik şüphe uyandırmaktadır.
Ayrıca göz önüne alınmalıdır ki, 28 Mart 2000 tarihli Kılıç – Türkiye kararında ( no. 22492 / 93 ECHR 2000’de yayımlanmak üzere, § 72 ), Mahkeme, idari kurulların Vali’nin emri altında bulunan memurlar olduğunu, Vali’nin kendisinin de bu olaydaki güvenlik güçlerinin hareketlerinden sorumlu olduğunu tespit etmiştir. Ayrıca, sürdürülen soruşturmalar genellikle olayla ilgili birimlere hiyerarşik olarak bağlı jandarmalar tarafından gerçekleşmektedir. Mahkeme’ye göre, İzmir İl İdare Kurulu’nun, Buca Cezaevi’nde başvuranların yaralanmasından sorumlu jandarma erleri hakkındaki soruşturma ile görevlendirilmesi, bu zaman zarfında ne olduğu hakkında bağımsız bir karar verebilmenin ne kadar mümkün olduğu sorgulanmalıdır.
61. Yetkili merciler nezdinde makul bir açıklama yapılamaması nedeniyle, Mahkeme, başvuranların, iddia edildiği üzere, Devlet görevlilerince dövüldükleri ve yaralandıkları hükmüne varmıştır. Başvuranların maruz kaldıkları muamele, Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlali anlamına gelmektedir.
62. Olayla ilgili soruşturmadaki ciddi eksiklikler dikkate alındığında, Mahkeme, Hükümet’in ilk itirazını doğru olarak kabul etmemektedir. Soruşturmanın yetersizliği, kendi içinde, bir kişinin devlet görevlilerince kötü muameleye maruz kalmasıyla ilgili makul bir iddia hakkında açılacak olan ve sorumluların tesbit ve cezalandırılmasını mümkün kılacak bir soruşturmayı gerekli kılan Sözleşme’nin 3. Maddesi uyarınca, taraf Devlet mercilerinin göreviyle uyumsuzluk içindedir ( bkz. mezkur Assenov kararı, s. 3290, § 102 ).

ii.Sözleşme’nin 2. maddesinin ihlali iddiası

63. Başvuranlar, kendilerini öldürmek niyetinde olan Devlet görevlilerince saldırıya uğradıklarını öne sürmüşler ve Sözleşme’nin 2. maddesine göndermede bulunmuşlardır :

” 1. Her ferdin yaşama hakkı kanunun himayesi altındadır. Kanunun ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın infazı dışında, hiç kimse kasten öldürülemez.
2. Öldürme, aşağıda belirtilen zorunluluk halleri dışında, bu maddenin ihlali yoluyla yapılmış kabul edilmez.
Bir kimsenin yasadışı şiddete karşı korunması için;
Usulüne uygun olarak yakalamak için veya usulüne uygun olarak tutuklu bulunan bir kişinin kaçmasını önlemek için;
Ayaklanma veya isyanın, yasaya uygun olarak bastırılması için. ”

64. Hükümet, başvuranların iddiaları hakkında herhangi bir beyanı bulunmamaktadır.
65. Mahkeme, Sözleşme’nin 3. maddesine dayanan başvuranların şikayetleri hakkındaki bulguları dikkate aldığında, 2. maddeyle ilgili şikayeti incelemenin gerekli olmadığına kanaat getirmiştir.

III. SÖZLEŞME’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI

66. Sözleşme’nin 41. maddesi şu meyandadır :
” Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zararı gören tarafın tatminine hükmeder. ”

Zararlar

67. Başvuranlar arasında bulunan Yaşar Yağcı, Kadir Satık, Mehmet Ermiş, Ali Haydar Özdemir ve Abdülkadir Eraslan ortaya çıkan manevi zararın tazmini amacıyla 30,000 İngiliz poundu talep etmiştir. Yine başvuranlar arasında bulunan Songül Diribaş, Saime Sefer ve Fesih Yılmaz 20,000 İngiliz poundu talep etmiştir. Diğer başvuran Murat Satık 50,000 İngiliz poundu talep ederken, Terzan Adıbelli 35,000 İngiliz poundu talebinde bulunrrıuştur.
68. Hükümet, başvuranların iddialarının abartılı ve kanıtlanmamış olmaları gerekçesiyle Mahkeme tarafından reddedilmesi talebinde bulunmuştur.
69. Mahkeme, eşitlik ilkesi gözönünde bulunduıularak, her başvurana 5,000 İngiliz poundu ödenmesini kararlaştırmıştır.

B. Masraflar ve Giderler

70. Başvuranlar, Sözleşme kovuşturmaları süresince ortaya çıkan masraflar ve giderlere mahsuben 20,000 İngiliz poundu talep etmiştir. Ayrıca, 250,000,000 TL ödemek zorunda kaldıklarını beyanla, buna mahsuben aldıkları faturayı da teslim etmişlerdir.
71. Hükümet, başvuranların bu yöndeki iddialarını ispat edemediklerinden iddiaların reddini talep etmiştir.
72. Mahkeme, eşitlik ilkesi göz önünde bulundurularak, başvuranlara genel toplamda 5,000 İngiliz poundu ödenmesini kararlaştırmıştır.

C.Yasal Faiz

73. Mahkeme’de mevcut bilgiler ışığında, bu kararın kabul edildiği tarihteki Birleşik Krallık’ta geçerli olan kanuni faiz oranı yıllık % 7,5’tur.

BU NEDENLERDEN DOLAYI, MAHKEME, OYBİRLİĞİYLE

1) Hükümet’in, iç hukuk yollarının tüketilmediği yönündeki ilk itirazının Reddine;
2) Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlal edildiğinin Kabulüne;
3) Sözleşme’nin 2. Maddesinin, başvuranların şikayetleri kapsamında ayrıca ele alınmasının Kabulüne;
4) Aşağıdaki hükümlerin Kabulüne;
a) Taraf Devlet’in her bir başvurana, manevi tazminata mahsuben, toplam 5,000 ( beş bin ) poundun, anlaşmanın sağlandığı tarihteki kur üzerinden Türk Lirası olarak karşılığını ödemesinin;
b) Taraf Devlet’in başvuranlara, masraflar ve giderlere mahsuben, eklenmesi muhtemel her türlü katma değer vergisiyle birlikte, toplam 5,000 ( beş bin ) poundun, anlaşmanın sağlandığı tarihteki kur üzerinden Türk Lirası olarak karşılığını ödemesinin;
c) Yukarıda anılan miktarların, kararın Sözleşme’nin 44. maddesi 2. paragrafına göre nihai hal aldığı tarihten itibaren, üç ay içinde ödenmesinin;
d) Anlaşmaya dek, yıllık % 7,5 olan faiz oranının, mezkur üç ayın hitamından itibaren ödenebilmesinin.
5) Başvuranların geri kalan iddialarının adil tatmininin Reddine KARAR VERMİŞTİR.
İngilizce olarak alınan bu karar, yazılı olarak ve Mahkeme İçtüzüğü’nün 77 §§ 2 ve 3. hükümleri uyarınca 10 Ekim 2000 tarihinde tefhim edilmiştir.
Michael O’Boyle       Elisabeth Palm
Sekreter        Başkan

İnsan Hakları Mahkemesi Kararı

Menteş/ Türkiye Davası*

(58/1996/677/867)
28 Kasım 1997

Bu davada Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 51. ve Divan İçtüzüğü A’nın ilgili hükümleri uyarınca toplana Divan şu üyelerden oluşmuştur: R. Ryssdal (Başkan), R. Bernhardt, F. Gölcüklü, F. Matscher, B. Walsh, C. Russo, A. Spielman, J. De Meyer, N. Valticos, I. Foighel, R. Pekkanen, A. N. Loizou, J. M. Morenilla, A. B. Baka, G. Mifsud Bonnici, D. Gotchev, P. Jambrek, P. Kuris, U. Lohmus, E. Levits, V. Butkevych. Divan’a H. Petzold mukayyit olarak, P. J. Mahoney yardımcı mukayyit olarak katılmışlardır.

DAVANIN ESASI

I. Davanın özel koşulları

A. Başlangıç

11.Başvuranlar, Bayan Azize Menteş, Bayan Mahile Turhalli ve Bayan Sulhiye Turhalli ve Sariye Uvat, Kürt asıllı Türk vatandaşları olup Türkiye’nin Güneydoğusunda Bingöl ili Genç nahiyesinde resmi Türk ismiyle Saggöze köyünden yada eski Kürt veya Osmanlı ismiyle Riz köyündendirler. Şu anda kendileri Diyarbakır’da yaşamaktadırlar.

12. Yaklaşık olarak 1985’ten beri, güvenlik güçleri ve PKK üyel¬eri (Kürdistan İşçi Partisi) üyeleri arasında Türkiye’nin Güney¬doğu Bölgesinde önemli çatışmalar şiddetle sürmektedir. Bu çatışma şimdiye kadar hükümetin verilerine göre 4,036 sivil halkın ve 3,884 güvenlik görevlisinin yaşamlarına mal ol¬muştur. Davanın Divanda görüşülmesi sırasında, Türkiye’nin güneydoğu-bölgesindeki onbir ilden onu 1987’den beri olağanüstü halle yönetilmiştir.

13.  13. Saggöze PKK terör örgütünün aktif olduğu dağlık bölgede bulunmaktadır. 1993 ve 1994’te bölgede gelişen olaylar sonucu, nahiyede bulunan birçok köy boşaltılmış ve yıkılmıştır. 1994 yazında, Saggöze ve çevresindeki mezralar boşaltılmış, köylüler Diyarbakır’a gitmek üzere ayrılmış, Genç ve diğer köyler ve evler harap olmuştur.

14. Saggöze köyü köylüler tarafından yada 1993 Ekim ayını takiben PKK’nın bölgedeki baskısı nedeniyle boşaltılmıştır. Bazı köylüler çevre mezralarda Ekim 1993’ten sonra da kalmaya devam etmiş fakat PKK’nın bölgede bulunması nedeniyle 1994 Yazı itibariyle bölgeden ayrılmıştır. Köylülerin ayrılmaya başla¬masından kısa bir süre sonra, PKK boş evlere yerleşmiştir. Bir tanesi Ekim veya Kasım 1993’te, bir diğeri de Nisan\Mayıs 1994’te olmak üzere güvenlik güçleriyle çatışmalar başlamıştır. Helikopterlerin bombalaması ihtimalini içeren bir dizi çatışma sonucunda köydeki evlerin yanması ve yıkılması ihtimali mevcuttur. Bununla beraber, evlerin PKK tarafından mı yoksa güvenlik güçleri tarafından mı kasten yada kazara ateşe verildiği saptanamamıştır.

15. Davadaki olaylar tartışmalıdır.

B. Başvuranlara göre olayların gelişimi

16. Başvuranlara göre, evleri Haziran 1993’teki operasyon sırasında güvenlik güçleri tarafından yıkılmıştır. Onların olay¬ları anlatış tarzı aşağıdaki gibi özetlenebilir.

17. Başvuranların hepsi Saggöze köyünün mezralarında yaşıy¬orlardı. Azize Menteş, Mahile Turhalli ve Sulhiye Turhalli Sag¬göze köyünün aşağı yörelerinde ve Savriye Uvat Piroz’da, köyün ayrı bir mezrasında yaşıyordu.

18. 23 Haziran 1993’te PKK tarafından Uçadamlar jandarma karakoluna bir saldırı düzenlendi. Aynı gün akşamı, güvenlik güçleri Diyarbakır ve Lice arasında düzenli olarak servis yapan Naif Akgül’e ait bir minibüsü jandarma karakoluna yaklaştığı sırada durdurmuş ve minibüsü ateşe vermişlerdir. Sonradan, güvenlik güçleri, karakola saldırı düzenlemiş olan PKK’yı yakın takibe almışlardır. 24 Haziran 1993’te güvenlik güçleri Pecar (Güldiken) köyüne gelmiş ve bazı evleri yakmıştır.

19. 24 Haziran 1993 akşamı, güvenlik güçleri helikopterle Sag¬göze köyünü çevreleyen alana varmıştır. 25 Haziran 1993 sabahı, jandarmalar köye girmiş ve yukarı yöredeki halkı oku¬lun önünde toplamıştır. Aşağı bölgedeki jandarmalar bir arama yapmış ve sonra Saggöze köyünün aşağı yöresindeki evleri ya¬karak ilerlemişlerdir. Köylüler jandarmalara evlerini yakmama¬ları için yalvarmış ama sessiz kalmaları söylenmiş aksi halde ateşe atılabileceklerini belirtmiştir. Neden evleri yakıyorsunuz diye sorulduğunda, jandarmalar köylülere bunun PKK’ya yardım etmenin bir cezası olduğunu söylemişlerdir.

20. Azize Menteş’in yaşadığı ev mobilyasıyla, ateşlik odunuyla, ahır ve hayvanların kış yemliklerinin bulunduğu barakayla bir¬likte tamamen yanmıştır. Mahile Turhalli’nin evi yanmış ve eğer çocuğunun bazı elbiselerini kurtarmaya çalışırsa jandarmalar onu yanan eve doğru atmakla tehdit etmişlerdir. Sulhiye Turhalli ve çocukları dışarı atılmış ve vurulmuş, başına silah tutularak küfür edildikten sonra, evi yakılmıştır. Aşağı böl¬gedeki 10 ile 13 ev tamamen yıkılmıştır. Askerler başvuruculara teröristlere yardım ettikleri için evlerinin yakıldığını söylemişler¬dir.

21. Saggöze köyündeki jandarmaların isteği PKK’nın jandarma karakoluna yaptığı saldırının öcünü almak için tüm köyü yaktıkları ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, komuta subayının öğle üzeri bölgeye varışıyla birlikte, bir albay evlerin yakılmasını durdurmuş ve köyün yukarısını kurtarmıştır. Başvurucunun, Savriye Uvat’ın Piroz mezrasındaki evi güvenlik güçlerinin başka bir olayında yakılmıştır. Başvuranlar Saggöze’den ayrılması için zorlanmıştır.

22. Daha sonra, 1993 Sonbaharında köyün kalan nüfusu böl¬geyi terk etmiş ve 1994 Martında köyün kalıntıları yıkılmıştır, bu tarihle birlikte, tüm alan yakılıp, yıkılmış ve nüfusu boşaltılmıştır.

23. Başvuranların evlerinin yakılması güvenlik güçlerinin PKK ile mücadele politikasının bir parçası olan mevcut ev yakma uy¬gulamasıyla tutarlılık göstermekte, özellikle yetkililer bu evlerin bulunduğu köyleri PKK’ya destek veren yerler olarak görmekte¬dir.

C. Hükümet göre olayların gelişimi

24. 1983’ten beri, PKK başvuranların köyünü bir barınak ve er¬zak merkezi olarak kullanmaya çalışmıştır. Köylüler teröristlerin bölgeye sızmaları nedeniyle köyü terk etmek zorunda kal¬mışlardır. Teröristler evleri zaman zaman kullanmış ve güvenlik güçleri onlara karşı koyduğunda evleri yakarak kaçmışlardır.

25. 25 Haziran 1993’te güvenlik güçlerinin bölgede hiçbir op¬erasyonu olmamıştır. Aslında, başvuranlar 6-7 yıl boyunca köyde değildiler. Altı belirli kişinin yakın akrabaları PKK’nın dağlar şubesinin elemanı olduğundan kuşkulanılmıştır. Diğer¬leri yanında ileri sürülen PKK terörist organizasyonuna suç or¬tağı olmak suçundan tutuklanmış yakınları da vardı. Başvuran ailelerin diğer üyeleri kırsal kesimde PKK için çalışmışlardı. Başvuranların PKK için çalışmış ve suç ortaklığı yapmış yakın¬ları tarafından baskıya maruz kaldığı açığa çıkmıştır.

D. Komisyonun olay hakkındaki bulguları

26. Komisyon tarafların yardımıyla, bir araştırma yapmıştı, ve 10-12 Temmuz 1995’te Ankara’da Komisyonun üç Delegesi ta¬rafından alınan onbir tanığın yazılı ifadeleri ve sözlü kanıtlarını içeren bir yazılı kanıtı kabul etmiştir. Bu araştırma başvuran¬ların iddiaları konusunda dört köylünün incelemesini ve iki yerel savcıyı (bkz. 27-30 paragraflar aşağıda) başka bir köylüyü ilk üç başvurucuyu, ve iddia edilen olaylardan sonra görevinden alınmış olan Bingöl ili jandarma komutanını içeriyordu. Sözlü kanıta bağlı olarak, Komisyon tercümanlar vasıtasıyla sözlü olarak alınan kanıtın belirlenmesindeki güçlüğün farkına varmıştır (bazı durumlarda ifade Kürtçe’den ve Türkçe’den İngilizce’ye çevriliyordu). Bu yüzden Komisyon Delegelerinin önünde verilen tanıklıkların önemine ve manasına büyük dikkat göstermiştir. Her iki yazılı ve sözlü kanıt konusunda, Komisyon başvuranların kültürel üslubundan ve tanıkların tarihi ve diğer detayların (özellikle sayısal verilerin) kesinlik kazanmamalarının kaçınılmaz olduğunu dikkate almış ve bunun ifadenin inanıla¬bilirliğine kendinden etkileyebileceğini düşünmemiştir. Komi¬syonun belirlediği kanıt ve onun sonuçları aşağıdaki gibi özetle¬nebilir.

1. Ulusal düzeydeki arastirmalar

27. Saggöze’deki olayların iki araştırması birincisi Ata Köycü ve ikincisi de Kadir Karaca adlı Genç nahiyesinin iki savcısı ta¬rafından yapılmış ve sırasıyla 25 Nisan ve 30 Mayıs 1994’te dava açmama kararına varmıştır.

28. İlk araştırma Adalet Bakanlığından gelen bir mektuba cevap olarak yapılmış, başvuranların şikayetleri Komisyondan Türk Hükümetine 15 Nisan 1994’te (mektubun tarihi) iletilmiş olduğunda, görünüşe göre bu bilgi işleme konmuştur. Araştırma yeniden yapıldığında Komisyonun Delegeleri referans adına bu dosyanın bir kopyasının olmaması engeliyle karşılaşan savcıdan çok az yardım almıştır. 25 Haziran 1993’te hiçbir olayın olmadığı sonucuyla savcının dava etmeme kararı şi¬kayetlerin ilk bildiriminin alınmasından iki hafta daha az sür¬müş olmalıdır. Başvuranların isimlerinin savcıya bu aşamada verilmediği görünmüştür. Bu karar dört köylüden, farklı mezralardan Saggöze’den ayrı, belirli iddiaları: Haziran 1993’te helikopterlerin bombalaması (başvuranların esas başvurusunda gerçekten ileri sürülmemiştir) ve yaşlı kişileri bağlayıp veya on¬lara vurulmasını çürütmek adına başlıca yöneltilmiş gibi görğnüyordu. Bütün bunlar güvenlik güçlerinin köylülerin Sag¬göze’den ayrılmasına sebep olan terörist çatışmalarıyla yorum¬lanmıştır: sadece biri PKK’nın evleri yakmasına yormuştur. Kadir Karaca’ya göre, tanıklar rasgele seçilmiştir ama Sag¬göze’nin muhtarı Ekrem Yarar açıklama yapmaya ve diğer “güvenilir tanıkları” köyden getirmesi için davet edilmiştir.

29. İkinci araştırmada Adalet Bakanlığının bir başka mek¬tubuna cevap olarak yapılmıştır. Kadir Karaca kendini iş arka¬daşının araştırmasında görevlendirmiştir. Önceki dört açık¬lamaya dayanarak ilgili dört köylüyü çağırmıştır. Onun dava açmama kararı PKK’nın evleri yaktığı iddia edilen olayın Haziran 1993’te olmadığını ve başvuranların PKK’nın üyelerinin yakın akrabaları olduğu sonuçlarını çıkarmıştır.

30. Jandarmalar herhangi bir operasyon olduğuna dair sorgu¬lanarak yada Saggöze’nin yukarı ve aşağı yörelerinden köylüler sorguya çekilerek olayların tesisine dair hiçbir adım atılamamıştır. Bundan başka, ikinci araştırma süresince başvuranların isimleri bilinmesine rağmen, adreslerinin bulun¬ması yada davanın gerçek koşullarına göre kendilerini ifade al¬maya çağırmak için temasa geçmek konusunda hiçbir girişim yapılamadığı görülmüştür. Gerçekten, başvuranların adresleri Diyarbakır’daki polisle temasta olan Ankara’daki otoritelerce bi¬liniyordu.

2. 25 Haziran 1993’ün iddia edilen olaylari

31. Komisyon Haziran 1993’ten 1994’ün Yaz mevsimine kadar Saggöze köyü ve onun Çevresindeki mezralardaki olaylar hak¬kında ulusal seviyede hiçbir şekilde detaylı araştırma olmadığını gözlemiştir. Bundan dolayı, Komisyon varılan sonuçlarını Delegelerinin önünde sözlü olarak verilen yada muameleler sırasında yazılı olarak teslim edilen kanıta bağlanmıştır: Bun¬dan başka Hükümet, Komisyon Sekreterliğinin ve Delegelerinin tekrar eden taleplerine rağmen, gerekli belgeleri, özellikle de Saggöze köyünde iddia edilen olay hakkında araştırma yapan iki savcının araştırma dosyalarının içeriklerini de sağlayamamıştır. Temmuz 1995’te kanıt toplanırken, Hükümet Komisyon’nun 25 Haziran 1993’te resmi emirle davet ettiği bölge jandarma ko¬mutanının kimliğini tespit edememiş ve Komisyonun emrini karşılayamamıştır, onun yerine atanan komutan Bay Tuna görünmüştür. Bunun için hiçbir ön açıklama yapılmamıştır. Bu olayda, Komisyon bir davadaki kanıtı belirlemenin o davada yer alan tarafları hesaba katma prensibini göz önünde tutmuştur (bknz İrlanda-İngiltere davası 18 Ocak 1978, Seri A. no.25 s.65 par 161 Özet).

32. Komisyon, PKK’daki akrabalarının yaptığı baskı nedeniyle başvuranların şikayetlerinin uydurma olduğu Hükümet önerisine inanmamıştır. Komisyon bu davada ulusal otoriteler¬den ve Hükümetin iddialarından alınan yanıtın başvuranların dertlerinin özüyle ilgilenmekten daha çok, başvuranların ailel¬erinin PKK ile olan bağlarını vurgulamaya yöneldiği hakkında bir görünüm vermiş olmasını acınacak bulmuştur.

33. Olayları saptamada, Komisyon kanıttaki tutarsızlık ve çelişmeleri göz önünde tutmuştur. Dört köylünün savcıya ver¬diği kanıta göre, Komisyon Türk askerlerinin işlemiş olabileceği herhangi bir yakma veya işkence iddiasının genel yadsımalarını içeren karar kopyasının kesin olduğunu gözlemiştir. Komisyon, başvuranların raporlarıyla çelişen ifadeler vermek için ce¬saretlendirilmiş olanlarla diğer köylüler arasında belirli bir muhalefet olduğu iddialarına da destek vermiş, ayrıca köy muhtarının savcı tarafından bazı “güvenilir tanıklar” getirmesi için öğretilmiş olduğuna dikkat çekmiştir. Savcının tanıkları seçme yolundan dolayı, Komisyon savcıların diğer kanıtlarının desteklemediği gibi onların yazılı ifadelerine güvenmeyi de sağlam bulmamıştır. Komisyon, bundan başka, ilk üç başvu¬rucunun, Bayan Azize Menteş, Bayan Mahile Turhalli ve Bayan Sulhiye Turhalli’nin İnsan Hakları Derneğine verdiği ifadeyle Delegelere verilen sözlü ifadeler arasında temel farklar olduğunu tespit etmiştir. Ancak, Komisyon köyden Bayan Aysel Gündoğan tarafından gerekli noktaları desteklenen, üç başvurucunun sözlü kanıtını genellikle tutarlı ve inanılabilir bulmuştur. Tem¬muz 1993’te Diyarbakır’daki İnsan Hakları Derneğine şikayet için gitmiş oldukları gerçeği, kendilerinin esas şikayetinin inanılabilir olduğuna karar vermenin yeterince hissedilmesi için güçlü bir belirleyicidir. Diğer yandan, Komisyon yazılı ifadelere güvenmemeyi göz önünde tutmuş çünkü Derneğin ifadeleri al¬mada ve başka kaynaklardan edinilen bilginin kirlenmemesi için herkesin şikayetini almada gösterilen dikkat derecesinde de ciddi kuşkuları olmuştur.

34. Komisyon, Sulhiye ve Mahile Turhalli’nin 1993 Yazında hala, Saggöze köyünün aşağı yörelerindeki evlerinde yaşadığını ve 25 Haziran 1993’te de orada mevcut olduğunu göz önünde tutarak ikna olmuştur. Ancak, bu bölgede çok kez görülen yaşam şekline göre, bu iki başvurucu Kışın köyü bırakıp Diyar¬bakır’a gitmiş, Yazında bahçe ve ekinin bakımı için köye geri dönmüştür. Azize Menteş’e gelince, bir eve sahip olmaması ihtimaline rağmen, köye Yaz aylarında geri döndüğünde Kayın Pederinin evinde kalmıştır. Komisyon kanıt gereğince, 25 Hazi¬ran 1993’te onun aşağı yörede de yaşadığını tespit etmiştir. Saggöze’deki olaylara gelince, Komisyon Azize Menteş’in, Mahile Turhalli ve Sulhiye Turhalli’nin sözlü kanıtını kendi esas öğe¬sinde kabul etmiştir. Onların sözlü kanıtının dört köylünün verdiği kanıta göre daha tutarlı, daha inanılabilir ve daha inandırıcı olduğu düşünülürse, aşağıdakiler tespit edilir.
24 Haziran 1993 akşamı, büyük bir jandarma kuvveti Saggöze köyü yöresine varmıştır. 25 Haziran 1993’te jandarmalar her iki, yukarı ve aşağı yörelere girmiş ve aramalara başlamıştır. Bazı yönüyle, (dışarıda çalışan genç kişiler dışında yukarı yöre¬deki köylüler, muhtemelen bölgedeki PKK hakkında sorgulan¬mak için okulun önündeki alanda toplanmıştır. Aşağı yörede başvuranlarında içinde bulunduğu kadınların askerler tarafın¬dan evlerinden çıkması istenmiş ve evlerinde bulunan çocuk¬larının giysilerinin ve ayakkabılarında bulunduğu mal ve mülkle ateşe verilmiştir. Yakma aşağı yöreyle sınırlandırılmıştır. Öğle üzerine doğru, muhtemelen kıdemli bir subay, bir albay getiren helikopter köyün yukarı yöresine varmış, ve onun varışı, başvuranlar ve diğer köylülerin bazıları tarafından yakmayı durdurma emrine ortak koşulmuştur. Jandarmalar o gün terk etmişler, kısa bir süre sonra, üç başvurucu çocuklarıyla birlikte veya diğer aile üyeleriyle birlikte akrabalarla Diyarbakır-Lice yolundan Diyarbakır’a gitmek için alınan yere kadar on saat boyunca yürümek zorunda kalmışlardır.

35. Güvenlik güçlerinin dördüncü başvurucunun, Sariye Uvat’ın evinin Piroz mezrasındakilerle birlikte yaktığı iddiası içeren operasyona göre, bu başvurucunun buna bağlı şikayetini hiçbir gerçek saptayamamıştır. Kendisinin kötü-sağlık durumu nedeniyle, Komisyon delegesinin duruşmasında diğer başvuranların tersine, yer alamamıştır.

II. İlgili İç Hukuk

A. İdari Sorumluluk

36. Türkiye Anayasasının 125. Maddesi şöyledir:

“İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. İdare kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.”

37. Yukarıdaki koşul savaş hali olsa bile herhangi bir sınırlamaya tabi değildir. Son koşulun gereği “sosyal risk” teo¬risine ait olan ve ortak sorumluluk kavramına dayanan, so¬rumluluğu tam ve nesnel yapıda olan yönetim hakkındaki her¬hangi bir yanlışlığın varlığının kanıtını gerektirmez. Böylece, devlet sosyal düzen ve güveni sağlama görevini veya kişisel ha¬yat ve malları koruma görevini başaramadığı söylendiğinde, tanınmayan veya teröristlerin neden olduğu eylemlerden zarar gören insanların zararına karşılayabilir.

38. Olağanüstü halde 25 Ekim 1983’te çıkarılan 2935 sayılı kanunun 1. Maddesi gereğince idari yükümlülük prensibi aşağıdakini şart koşar:

“…bu yasa tarafından üzerinde durulan güç kul¬lanımına bağlı tazminin hükümleri idari mahkemeler önünde yönetime karşı kullanılabilir.”

B. Cezai sorumluluk

39. Türk Ceza Yasası aşağıdaki durumları cezai suç sayar:

-bir kişiyi yasal olmayan bir şekilde özgürlüğünden alıkoymak (Madde 179, genellikle devlet görevlileri konusunda, Madde 181)
-bir kişiyi bir şey yapmaya yada yapmamaya güç kul¬lanarak zorlamak veya tehdit etmek (Madde 188)
-tehditler savurmak (Madde 191)
-bir kişinin evini yasadışı bir yolla aramak (Maddeler 193 ve 194)
-kundaklamak (Maddeler 369, 370, 371, 372) ve onu in¬san hayatını tehlikeye sokacak kadar şiddetlendirmek (Madde 382)
-dikkatsizlik, ihmal veya deneyimsizlik yoluyla kasıtsız olarak zarar vermek (Madde 526 müteakip Maddeler)

40. Bütün bu suçlar için Ceza Yasası yargılama usulünün 151. ve 153. Maddelerine uygun olarak savcı ile veya yerel idari ma¬kamlar aracılığıyla şikayetlerde bulunulabilir. Savcı ve polis kendilerine rapor edilen cezaları inceleme görevine haizdir. Savcı Ceza Yasası Usulünün 148. Maddesine uygun olarak bir dava açılıp açılamayacağına karar verir. Cezai muamelelerin uy¬gulanmaması için savcıya karşı bir dava için bir üst mahkemeye başvurabilir.

41. Olayları işleyen sanıklar askeri personelse Askeri Yasanın 86. ve 87. Maddelerindeki yöntemlere uymayarak, kendilerine büyük zarara yol açmaktan, insan hayatını tehlikeye atmaktan veya mülke zarar vermekten, dava açılabilir. Bu koşullarda, muameleler ilgili kişiler (askeri olmayan kişiler) tarafından Ceza Usulü Kanununun yetkili otoritesi önünde veya sanık kişilerin görev bakımından üstlerinin önünde (Askeri Mahkemelerin yar¬gılama usullerinde ve Anayasada 353 sayılı Kanunun 93. ve 95. bölümleri) başlatılabilir.

42. Suçu işlediği iddia edilen kişi Devlet yetkilisi ise, dava açma izni yerel idari kurullardan (İl meclisi yönetim ku¬rulu)alınmalıdır. Yerel kurul kararı devlet kuruluna temyiz için götürülebilir: dava açmayı reddetme bu tür otomatik bir temyize tabidir.

C. Tazmin koşulları

43. Maddi veya manevi zarara yol açan, devlet görevlilerinin işlediği herhangi yasadışı bir eylem, bir suç yada haksız bir muamele olabilir, normal sulh mahkemeleri önünde tazmin için bir dava gerekçesi olabilir.

44. Yönetim karşıtı muameleler, muameleleri yazılı biçimde ver¬ilen idari mahkemelerin önüne getirilebilir.

45. Teröristlerin yaptığı şiddetin yol açtığı zarar Sosyal Yardım¬laşma ve Dayanışma Fonundan tazmin edilebilir.

D. Olağanüstü hal tedbirlerinin sağlanması

46. Anayasanın 13-15 Maddeleri Anayasal teminatlardaki temel kısıtlamaları tedarik eder.

47. Anayasanın Geçici 15. Maddesi, 12 Eylül 1980 ve 25 Ekim 1993’te kabul edilen ve yürürlükte olan yasa ve kararnamelere dayanarak alınan tedbirler konusunda Anayasaya aykırı hiçbir iddia bulunmadığını şart koşar. Bu, mahkeme kararına karşı bağımsız olan kararnamelerin çıkarıldığı 25 Ekim 1983’teki Olağanüstü halin 2935 sayılı kanunu içerir.

48. Özellikle 285 sayılı Kararnamenin, 424 ve 425 sayılı ve 430 sayılı Kararnameler tarafından düzeltildiği gibi bu tür Karar¬namelerle Olağanüstü hal Bölge Valisine geniş yetkiler veril¬miştir.

49. 285 sayılı Kararname 3713 sayılı Kanunun yani, Anti-terör Kanununun (1981) uygulanmasını, Olağanüstü hale tabi böl¬gelerde güvenlik güçleri üyelerini dava etme kararı savcıdan alınıp yerel idari kurullara devredilmesinin etkisiyle değiştirir. Komisyona göre, bu kurullar devlet görevlilerinden oluşur ve güvenlik güçlerine başkanlık eden Bölge ve İl Valileri tarafından kolayca etkilenebilmeleri ve yasal bilgiden yoksun olmaları ne¬deniyle eleştirilmişlerdir.

50. 16 Aralık 1990’da çıkarılan 430 sayılı Kararnamenin 8. maddesi aşağıdakini şart koşar:

“Olağanüstü hal bölgesindeki Olağanüstü Hal Bölge Valisine veya bir İl Valisine karşı, bu Kararnameyle kendilerine tanınan yetkilerin kullanılmasıyla bağlantılı olan eylemler ve kararlar konusunda hiçbir cezai, finan¬sal veya kanuni sorumluluk talep edilmeyebilir, ve bu amaca yönelik hiçbir uygulama herhangi bir yargı yet¬kisinde kullanılmayabilir. Bu, önyargısız, hak gerek¬tirmeden kendilerine yapılan zarar için devletten zarar ödentisi talep etmeleri kişilerin kendi haklarıdır.”

51. Başvuranların sunuşlarından ötürü, bu Madde Valileri suçsuz kılar ve köylerin geçici veya sürekli olarak boşaltılması için, ikamet etme sınırlamaları koymak için ve insanları diğer bölgelere geçmesini zorlamak için Bölge Valilerinin yetkilerini artırır. Terörle mücadele bağlamında sebep olunan zarar “meşru” olabilir ve bu yüzden duruşmadan bağımsızdır.

KOMİSYON ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER

52. 20 Aralık 1993’te Komisyona başvurularında (sayı, 23186\94), başvuranlar, Sözleşmenin 3., 5., 6., 8., 13., 14., ve 18. Maddelerine dayanarak, Devlet güvenlik güçleri tarafından kendilerinin köylerinden zorla ve aceleyle uzaklaştırılmış ve ev¬lerinin yakılmış olduğuna dair bir şikayette bulunmuşlardır. Dördüncü başvurucu, Sariye Uvat, evden uzaklaştırılmasının ardından erken doğan ikizlerinin ölümüyle bağlantılı olarak 2. Maddeyi hatırlatmıştır. Komisyon başvurucunun kabul edildiği 9 Ocak 1995’te bildirmiştir. 7 Mart 1991’deki raporunda (Madde 31), ilk üç başvurucuya dayanarak, görüşünü şöyle açık¬lamıştır.

(a) 8. Maddenin ihlali (1 oya karşılık 27 oyla) kabul edil¬miştir;

(b) 3. Maddenin ihlali (2 oya karşılık 26 oyla) kabul edil¬miştir;

(c) 5. Maddenin ihlali (oybirliğiyle) kabul edilmiştir;

(d) 6. Maddenin ihlali (2 oya karşılık 26 oyla) kabul edil¬miştir;

(e) 13. Maddenin ihlali (2 oya karşılık 26 oyla) kabul edilmiştir;

(f) 14. Maddenin ihlal edilmediği (oybirliğiyle) kabul edil¬miştir;

(g) 18. Maddenin ihlal edilmediği (oybirliğiyle) kabul edilmiştir.

Dördüncü başvurucuya gelince, Komisyon Sözleşmenin 2., 3., 5., 6., 8., 13., 14., ve 18. Maddelerinin oybirliğiyle ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Komisyonun görüşü ve raporda geçen üç ayrı görüşün tam yazısı bu hükme ek olarak yeniden basılmıştır.

DİVANA SON SUNUŞLAR

53. Hükümetin 22 Ocak 1997’deki duruşmasında, dilekçeler¬inde de yazmış oldukları gibi, iç başvuru yollarının tüketilme¬mesi veya ikinci durumda, başvuranlar iddialarını kanıtlaya¬mamış olduklarından bu davada Sözleşmenin ihlal edilmediğine karar alınması Divana önerilmiştir.

54. Aynı olayda, ilk üç başvurucu Sözleşmenin 3., 6., 8., 13., 14., ve 18. Maddelerin ihlalinin ortaya çıkması için ve Sözleşmenin 50. Maddesiyle zarar ödemesi olarak sadece borçlarının ödenmesi için dilekçelerinde belirtilen durumun Di¬vanda yeniden görüşülmesi için tekrarlamışlardır. Dördüncü başvurucu şikayetleri konusunda hiçbir olayın saptanmadığını sonucunu Komisyon kabul etmiştir.

I. HÜKÜMETİN İLK İTİRAZI

55. Hükümet, Komisyon önünde kabul edilebilir durumda da yapmış olduğu gibi, bir yerel otorite önünde kendilerinin Sözleşmedeki dertlerini ortaya çıkarmak için başvuranların hiçbir teşebbüsü olmaması, Sözleşmenin 26. Maddesi uyarınca iç başvuru yollarının tüketilmiş olmadığının düşünülmemesini vurgulamıştır. Divan bu yüzden başvuranların şikayetlerini ka¬bul etmek için hiçbir meşruiyete sahip değildir. İlk basamakta, cezai müeyyideler ve tazmin hakkı için başvuranların dava açma hakkı gizlidir (bkz. 39-45 paragraflar yukarıda) Gerçekten, başvuranların iddialarının öğrenilmesi hakkında, yerel savcı suç araştırması yapmıştır (bkz. 27-29 paragraflar yukarıda). Bu araştırmalar sırasında, başvuranlara ulaşılamamış ve sorgu¬lanan dört köylü 25 Haziran 1993’te Saggöze köyündeki her evin yakıldığını sırasıyla inkar etmişlerdir. Elde bulunan kanıt¬ların temelinde, dava açılmama kararı alınmıştır. Başvuranlar sonuçta işbirliği yapmış iseler, daha farklı olabilirdi. İkinci olarak, Devletin nesnel sorumluluğunu hatırlatarak idari mahkemelerde başvuranlar için teröristlerin yaptığı şiddetten doğan zararın, tazminini talep etmek mümkün olabilir (bkz. 36-38 paragraflar yukarıda). Koşullardan dolayı güvenlik güçlerinin sorumlu olduğu bir iddia reddedilebilir olduğu açıktır. Ancak, eğer başvuranlar evlerinin PKK üyeleri tarafından yada güvenlik güçleri ile bu üyeler arasındaki çatışmada yakılmış olduğunu iddia ettilerse başvuranların büyük bir başarı ihtimali olabile¬ceğini idari mahkeme kararlarının birkaç tanesi göstermiştir.

56. Başvuranlar ve Komisyon Delegeleri Divana Hükümetin iç başvuru yollarının tüketilmediği konusundaki ön itirazını Akdi¬var ve Diğerleri-Türkiye davasındaki (16 Eylül 1996 kararı, hükümler ve kararların raporları 1996-IV s.1210-13, para 65-76) benzer bir itiraza neden olan sebeplerden dolayı geri çevir¬mesini talep etmiştir.

57. Sözleşmenin 26. Maddesi bu durumdaki olaylara uygu¬landığında, Divan yukarıda bahsedilen Akdivar ve Diğerleri hükmünün (bkz. Aksoy-Türkiye 18 Aralık 1996 kararı, 1996-VI raporları, sayfalar 2275-76, para 51-53) 65’ten 69’a kadar geçen paragraflarında iddia edilen prensipleri göz önünde bulundura¬caktır. Divan yeterli ve etkili olamayan iç başvuru yollarına başvurma zorunluluğu olmadığını tekrarlar. Buna ek olarak “uluslararası hukukun tanınan genel kurallarına” göre başvu¬rucunun birikiminde iç başvuru yolları tüketilmesi zorunlu¬luğundan kendisini serbest bırakan özel koşullar olabilir. Tüketilme iddiasını üzerinde bulunduran Hükümet Divanı ikna etmek için etkili iç başvuru yolunun teoride mümkün, pratikte belli zamanda, yani, kabul edilebilir bir zamanda başvuranların şikayetleri konusunda yeni bir kılıf sağlayacak kapasiteye sahip olduğunu ve başarı için mantıklı öneriler sunan Divanı ikna et¬mek için tüketilmeme iddiasını Hükümet üzerinde bulundurur. Bununla beraber, bu tartışılan konu bir kez ispat edilirse, Hükümet tarafından getirilen iç başvuru yollarının gerçekten tüketilmiş olduğunu veya bazı sebeplerden davanın belirli koşullarında yetersiz ve etkisiz olduğunu veya özel koşulların varlığının başvurucuyu gereksinimden kurtardığını saptamak başvurucuya kalmıştır. Böyle bir sebep, kamu yetkilileri zarar vermesi ve kötü davranması gibi ciddi iddiaların karşısında ta¬mamen pasif kalan ulusal yetkililer tarafından meydana çıkarılabilir, mesela, araştırmaların üzerinde nerede başarıyla durulmamış ve yardım önerilmemiştir. Bu tür koşullarda, tartışılan konunun ispat edilme zorunluluğu bir kez daha yer değiştirir ki şikayet edilen konuların ciddiyeti ve derecesi ko¬nusunda ne yapıldığını göstermek davalı Hükümetin yetkisinde olduğu söylenebilir.
58. Bundan başka, tüketilme kuralının uygulanması İmzacı Ta¬rafların yerleştirmek için onayladıkları insan haklarını koruma bağlamında uygulanan gerçek için ödeme zamanı dolmalıdır. Bundan dolayı, Divan 26. Maddenin biraz esnek bir biçimde ve ısrarlı tekliften uzak şekilde uygulanmasını tanımıştır. Kural ne doğrudan doğruya ne de kesin olarak uygulanacak durumda değildir. Uyulup uyulmadığı gözden geçirildiğinde her bir kişisel davanın belirli koşullarının göz önünde tutulması esastır. Bu diğerleri yanında içinde iç başvuru yollarının işlediği ve birde başvurucunun kişisel koşullarının (bkz. Akdivar ve Diğerleri Hükmü yukarıda s.1211, para 69, ve yukarıda açıklanan Aksoy hükmü s.2276, para 53) yer aldığı genel kanuni ve siyasal bağlamın Divanın gerçekçi olarak göz önünde tutuğu manasına gelir. Başvuranların şikayet ettikleri zaman Türkiye’nin güney¬doğusunda var olan durumun böylece göz önüne alınacağı-ve bu PKK üyeleri ve güvenlik güçleri arasındaki şiddetli çatışma¬larla kendini gösteren bir yapıda var olmaya devam eder. Di¬vanın Akdivar ve Diğerleri adlı hükümde vermiş olduğu gibi:

“Böyle bir durumda adli yönetim sisteminin düzenli işlemesinde engeller olabileceği kabul edilmelidir. Özel¬likle, böyle sıkıntılı bir durumun içten bulunması, ulusal dava muamelelerinin kararına yönelik gözaltı kanıtının korunmasındaki zorluklar iç başvuru yolları hükümler¬inin takibini boş kılar ve böyle başvuru yollarının bağlı olduğu idari soruşturmaların meydana gelmesi önlene¬bilir.” (s.1211-12, paragraf 70)

59. Divan köyü yıkma sorununun derecesine rağmen mülkün güvenlik güçleri tarafından kasten yıkılmış olduğu veya bu id¬dialar konusunda açılmış davalar hakkında bedel olarak ödenen karşılığa dair hiçbir örnek bulunmadığını belirtmiştir. Bundan başka, yetkililerin tarafında güvenlik güçlerinin böyle bir eylemi yaptığını kabul etmede genel bir isteksizlik görülür. Akdivar ve Diğerleri davasının tersine, bu davada başvuranlar Sözleşmeden kaynaklanan sorunları ile herhangi bir ulusal yetkiliye git¬medikleri doğrudur. Her ne kadar, Divan iddiaların farkına vardıktan sonra, yetkili savcının, aşağıda 90. ve 92. paragra¬flarda belirtilen nedenlerden dolayı konuyla ilgili herhangi bir soruşturmanın yürütülmediğine dikkat çekmiştir. (bkz. 27,30 paragraflar yukarıda) Başvuranların evlerinin yıkımını takiben kendilerinin güvensiz ve saldırıya açık durumları da düşünül¬melidir.

60. Delilleri çürütmede Hükümetin ikna edici herhangi bir açıklaması olmadığından, başvuranlar iç başvuru yollarının tüketilmek zorunluluğunun şikayet edildiği olayların zamanında kendilerine verilen özel koşulların varlığı ile kanıtlanmıştır. Bu davanın istisnai koşullarında, Divan başvuranların evlerinin güvenlik güçleri tarafın yıkılmış olduğuna iç başvuru yollarının idari ve medeni mahkemelerin önünde yeterli ve elverişli olduğuna ikna olamamıştır.

61. Yukarıdaki açıklamalar ışığında, Divan, Hükümetin tüketilmeme hakkındaki ön itirazını geri çevirmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu karar davanın istisnai koşullarına göre ayar¬lanmıştır ve aynı karar iç başvuru yollarının Türkiye’nin bu böl¬gesinde etkisiz olduğu veya yürürlükteki iç başvuru yollarına uygun olarak başvurularak 26. Madde gereğince başvuranların zorunluluktan serbest bırakılması genel bir ifade olarak yorumlanacaktır.

II. ŞİKAYETLERİN ESASI

A. Olayların Tesisi

62. Divan önünde, Hükümet Komisyonun olaylar hakkında vardığı bulgulara şiddetle karşı çıkmıştır. Kendi sunuşlarında, Komisyon başvuranların olayları anlatış tarzını kabul etmiş olsa da görünüşe göre ilk üç başvurucunun ve Bayan Gündoğan’ın verdikleri sözlü ifadenin temelinde, tutarsızlıklar ve çelişmeler olmuştur. Hükümet, bu bağlamda, diğerleri yanında aşağıdakini kullanmıştır. Köyde herhangi bir evi olmayan Bayan Azize Menteş, orada oturduğu evinin güvenlik güçleri tarafından yakıldığını söylediğinde esasen bir noktada yalan söylemiştir. Bundan başka, başvuranlar savcı önüne çıkan dört köylüyü tanımadıklarını söyleyerek yalan söylemişlerdir. Onlar, gerçek¬ten komşuydular ve başvuranlar onları çok iyi tanıyorlardı. Olaylardaki raporların uydurma olduğu, kendi mezraları ve dört köylünün bulunduğu mezra arasında tepelerin bulunduğundan bahseden ifadelerinde de, örnek olarak gösterilmiştir. Her ne kadar, Hükümet İnsan Hakları Derneği tarafından alınan başvuranların yazılı ifadeleri ile Komisyon Delegelerinin önünde verilen sözlü ifadenin arasında birkaç tutarsızlığa dikkat çek¬miştir. Askerlerin insanları okulun önünde topladığı ve orada beş saat boyunca durduklarını başvuranların hepsi İnsan Hak¬ları Derneğine söylemiş olsa da, sonradan bu iddialarını Dele¬gasyon önünde geri almışlardır. Başvuranlardan biri Derneğe kocasının her ne kadar o gün köyde olmadığını sonradan Dele¬gasyona söylemişse de okulun önünde toplanan grupta olduğunu açıklamıştır. Bununla beraber askerlerin varmasın¬dan korktuğu için başvuranlar adamların bölgeden kaçtığını önceden açıklanmıştır, bununla birlikte kendileri Delegasyon önünde adamların köyden olmadığını açıklamışlardır. Aynı zamanda, askerlerin evleri-benzinle, “toz” (yani barutla), lav si¬lahıyla ve kibritlerle ateşe verdiği ileri sürülen bütün açıklama¬larının yazılı ve sözlü kanıtlarda geçen yönteminde tutarsızlıklar olmuştur. Askerlerin köyden ayrıldığı gün konusunda da yani aynı gün mü yada ertesi gün mü, onlardan birinin İnsan Hak¬ları Derneğine açıkladığı gibi üç gün sonra mı-gibi çelişen nok¬talar vardır. İnsan Hakları Derneğinin aldığı ifadeler farklı tari¬hler taşısa da, başvuranların Derneğe aynı gün gittiklerini Delegelere kanıtlamışlardır. Hükümet görüşüne göre, yu¬karıdaki tutarsızlıklar başvuranların olayları anlatma tarzına inanılmayacağını ve 25 Haziran 1993’te güvenlik güçlerinin bil¬erek evleri yaktıklarını şüphe götürmez bir şekilde kanıtlaya¬madığını ispat edememiştir.

63. Bu bağlamda, Hükümet, başvuranlar ve tanıkların birinin, Bayan Gündoğan, birbirine yakın akrabalar olduğuna ve davanın sonucunda, ortak bir çıkara sahip olduklarına dikkat çekmiºtir.

64. Hükümet bundan başka, Komisyonun belirtilen günde ev¬lerin yakıldığını sırasıyla yalanlayan dört köylünün ifadelerini dikkate almadığını vurgulamıştır. Köylüler yöredeki mezradan gelen dumanları sanki orada hiçbir tepe yokmuş gibi görebilmiş, bazıları köyü söz konusu gün ziyaret ettiklerini bile söylemişler¬dir. Onların şahitliklerinin bu yüzden büyük etkisi olmuş, bun¬dan başka, tanıkların seçim yönteminin taraflı davranılarak çürütülmesi sonucunda, Komisyon, Hükümete uygun tanıklar vasıtasıyla “güvenilebilir tanıklar” bulması için ilk savcının muhtara olan talebi yanlış yorumlanmıştır (bkz. 28 ve 33. para¬graflar yukarıda). Savcı gerçekle bağlantılı olan tanıkların güve¬nilir olduğunu söylemek istemiştir. Herhangi bir olayda, Komi¬syon bu unsura çok dikkat çekmiştir.

65. Başvuranlar ve Komisyon Delegesi, Komisyon tarafından saptanan olayların kabulü için Divanı davet etmişlerdir. Dele¬gasyon Komisyonun kanıt toplamakta karşılaştığı zorluğu yeniden belirtmiş, Komisyonun olayların tesisinde, gerçekten kanıttaki tutarsızlıkları göz önünde bulundurduklarını vurgu¬lamıştır. Delegasyon Sözleşme sistemi gereğince, olayların tesisi ve doğrulanmasının Komisyonun ilk görevi olduğunu hatır¬latmıştır. Divan Komisyonun olay hakkında vardığı sonuçlara inanmamaya karar vermeliyse, böylece doğan belirli zorluklar olmalıdır. Başvuranların sunuşunda, Hükümet kanıttaki tu¬tarsızlıklara dikkat çekme yönteminde çok seçici olmuş ve Ko¬misyon’un İnsan Hakları Derneği tarafından alınan ifadelere inanmasından bahsedememiştir.

66. Divan içtihat gereğince olayların tesisinin ve doğrulan¬masının Komisyonun öncelikli sorunu olduğunu tekrar etmiştir (Sözleşmenin 28. Maddesi para 1ve 31). Divan Komisyonun olay hakkındaki bulgularına tabi olmayıp onun önünde verilen tüm ifadelerin ışığında kendi değer yargısını vermekte serbest kalırsa, bu alanda yetkilerini kullanacak sadece belli istisnai koşullarda yapar (bkz. diğerleri yanında, Aksoy hükmü, yu¬karıda, sayfa 2272, para 38). Komisyon olaylarını dayandırdığı kanıtın dikkatli incelenmesinin ardından, eğer Divan söz ko¬nusu olayların makul şüpheleri ötesinde ispat edilememiş olduğunu tespit ederse, böyle istisnai koşullar özellikle ortaya çıkabilir (bkz. 25 Eylül 1997 Aydın-Türkiye kararı, hükümler ve kararların raporları 1997.., s…. para 70). Bu bağlamda, bu tür bir ispat yeteri kadar sağlam, açık ve uygun anlam çıkarımın bir arada bulunmasından sonuçlanabileceği anımsatılır (bkz. İrlanda-Birleşik Krallık 18 Ocak 1978 kararı, Seri A no.25, say¬falar:64-65, para161 ve Aydın kararı yukarıda, s…. para 73).

67. Araştırılan söz konusu davada, Komisyon yazılı ifadeleri içeren hangi yazılı kanıtların soruşturmanın temelinde sunul¬ması ve Ankara’da 10-12 Haziran 1997’de yapılan duruşmada üç Delege tarafından alınan onbir tanığın sözlü kanıtlarını içeren olaylarla ilgili bulgulara ulaşmıştır. Tanıklar, konuyu so¬ruşturan savcı, dinlenen dört köylü, bir başka köylü ve ilk üç başvurucudan oluşuyordu (bkz. 26. Paragraf yukarıda). Yu¬karıda bahsedilen muhalif duruşmaları sırasında, tanıklar bütün yönleriyle ve detaylıca sorgulandılar ve sorguya çekildiler ve tanıklıklarındaki tutarsızlık ve zayıflıklarıyla karşılaştırıldılar. Delegasyon, böylece tanıkların reaksiyonları ve davranışlarını gözleyecek ve böylelikle iki tarafın kanıtlarının doğru sözlülüğü ve deneme değerlerini belirleyecek bir durumdaydı.

68. Komisyon tarafından olayların tesisi kanıt niteliği taşıyabile¬cek şartlara, yani makul şüphe ötesindeki ispata dayanır. Ko¬misyon, sonuçlara varırken, kanıttaki tutarsızlık ve çelişmeleri, özellikle sözlü ve yazılı ifadeler arasındaki farkı, ve inandırıcı görünen sebepleri (bkz. 33. paragraf yukarıda) göz önünde bu¬lundurmuş ve bu inandırıcı görünen sebeplere çok dikkat çek¬miştir. Tanıklar dinlendikten sonra, Komisyon, kendi temel öğelerinde, ilk üç başvurucunun sözlü kanıtını kabul etmiştir. Bu kanıt Bayan Gündoğan’ınkiyle de genel görünümde destek¬lenmiş ve Komisyon’un görüşüne göre Hükümetin olayları an¬latış tarzını destekleyen dört köylünün tanıklıklarından daha tutarlı ve daha inandırıcı ve bu yüzden daha inanılabilir ol¬muştur (bkz. 34.paragraf yukarıda). Komisyon kültür ve dil bağlantısını ve aynı zamanda Komisyon tarafından talep edilen belli belgelerin sağlanmasındaki ve Delegasyonun sorgulamak istediği anahtar bir tanığın çağrılmasında ve belirlenmesindeki Hükümetin işbirliğine yanaşmayan tavrını da dikkate almıştır (bkz. paragraflar 26 ve 31 yukarıda).

69. Divan, Komisyon tarafından toplanan kanıtları dikkatlice incelemiş, Komisyonun tesis ettiği olayların (bkz. paragraf 33 yukarıda) dördüncü başvurucunun iddiası hariç, ilk üç başvu¬rucunun iddialarının makul şüpheler ötesinde kanıtlanmış ol¬mamasıyla ikna edilmiştir.

B. Azıze Menteº Mahile Turhalli ve Sulhiye Turhalli’nin ªikayetleri

I. SÖZLEŞMENİN 8. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

70. İlk üç başvurucu, Azize Menteş, Mahile  Turhalli ve Sulhiye Turhalli evlerinin güvenlik güçleri tarafından yıkılması ve köylerinden kovulmalarının Sözleşmenin 8. Maddesinin ihlalini oluşturduğunu öne sürmüşlerdir. Bu madde şöyle der.

“1. Her şahıs hususi ve ailevi hayatına, meskenine ve muhaberatına hürmet edilmesi hakkına maliktir.

2. Bu hakların kullanılmasına resmi bir makamın müda¬halesi demokratik bir cemiyette milli güvenlik, amme emniyeti, memleketin iktisadi refahı, nizamın muha¬fazası, suçların önlenmesi, sağlığın veya ahlakın ve zaruri bulunduğu derecede ve kanunla derpiş edilmesi şartıyla vuku bulabilir.”

71. Hükümet 25 Haziran 1993’te köyde herhangi bir güvenlik operasyonu olduğunu yalanlamıştır. Onlar köydeki zararın o tarihte PKK teröristleri tarafından yapıldığını ileri sürmüşlerdir. Güvenlik güçlerine karşı başvuranların iddialarını saptayacak kanıt olmamıştır. Bu yüzden Sözleşmenin 8. Maddesinin ihlali olmamıştır.

72. Komisyon, ilk üç başvurucu konusunda, bu şartın ihlalinin olduğunu düşünmüştür.

73. Divan 1. başvurucu, Bayan Azize Menteş ve ikinci ve üçüncü başvurucu arasında ayrım yapmaya gerek duymamıştır. Her ihtimale göre evin kayınpederinin evi olmasına ve söz ko¬nusu eve onun sahip olmamasına rağmen, ilk başvurucu yılın belirli zamanlarında köyü ziyaret ettiğinde orada yaşamıştır (bkz. paragraf 34 yukarıda).

Güçlü aile bağları ve oturduğu yerin niteliği düşünüldüğünde, 25 Haziran 1993 tarihinde evde olması Sözleşmenin 8.Maddesinin garanti ettiği koruma kapsamına girer. Bundan başka, Divan Komisyon tarafından tesis edilen olayları (bkz. paragraf 34 yukarıda) gözlemiş ve 8. Maddenin güvence altına aldığı gibi ilk üç başvurucunun özel, ailevi ha¬yatına ve meskenine hürmet edilmesi hakkına özellikle önemli bir müdahale yapıldığını açığa çıkmasını kabul etmiş ve tedbirin yargıdan muaf olduğunu da Sözleşmenin 8. maddesinin ihlali olduğunu tespit etmiştir.

II. SÖZLEŞMENİN 3. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

74. İlk iç başvurucu, evlerinin yıkılması ve köylerinden çıkarıl¬malarına ilişkin koşullara atfen, Sözleşmenin aşağıda bahsedilen 3. Maddesinin ihlalinin de olduğunu beyan etmişler¬dir.

“Hiç kimse işkenceye, gayri insani yahut haysiyet kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulamaz.”

75. Hükümet yukarıdaki iddiayı olayları kanıtlayamadığı gerekçesiyle tartışmalı bulmuştur.

76. Komisyon ilk üç başvurucunun evlerinin yakılmasının, başvuranların sağlık ve güvenliklerinin tamamen düşünülmesi¬yle ve çocuklarının acı ve keder veren koşullarda olması ve on¬ların yardım ve barınaktan muhtaç bir şekilde bırakılması, bir şiddet eylemini ve bilerek yıkımı oluşturduğunu düşünmüştür. Komisyon özellikle, başvuranların kendi kişisel mallarını kur¬tarılmalarına engel olunduğu travmalı duruma ve sonradan geçimlerini sağladıkları bahçe ve tarlalarından ve kendi ev ve köylerinden kendilerini alı konmuş şekilde bulmalarıyla oluşan dehşetli kişisel duruma dikkat çekmiştir. Komisyonun görüşüne göre, ilk üç başvuru Sözleşmenin 3. Maddesinde geçen anlamda gayri insani ve haysiyet kırıcı muameleyi tabi tutulmuştur.

77. Davanın özel koşullarından dolayı ve onun Sözleşmenin 8. Maddesi gereğince öngörülen haklarında ihlalinin bulgusu. (bkz. 34. ve 72. paragraflar yukarıda), Divan bu iddianın yeniden araştırılmamasına kara vermiştir.

3. SÖZLEŞMENİN 5  § 1 MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Komisyon önünde, başvurucular, 25 Haziran 1993’te, Sözleşme’nin 5 § 1 maddesinde güvence altına alınan kişisel öz¬gürlük ve güvenlik hakkının ihlal edilerek, evlerini ve köylerini terk etmeye zorlandıklarını iddia etmişlerdir. Sözleşmenin ilgili maddesi şöyledir:

“Her ferdin hürriyete ve güvenliğe hakkı vardır. Aşağıda belirtilen haller ve kanuni usuller dışında hiç kimse hürriyetin¬den mahrum edilemez…”

79. Komisyon hiçbir başvurucunun tutuklanmadığını, hapse atılmadığını veya özgürlüğünden yoksun bırakılmadığını açık¬lamıştır. Evlerinin olmayışlarından kaynaklanan kişisel güven¬sizlik durumu Sözleşme’nin 5 § 1 maddesinde öngörülen “kişi güvenliği” kapsamına girmemektedir.

80. Hükümet, söz konusu olayın meydana geldiğini inkar etmek dışında herhangi bir yorumda bulunmamıştır.

Divan önünde başvurucular bu şikayeti sürdürmek iste¬mediklerini açıklamışlardır.

81. Bu koşullar karşısında Divan, konuyu kendiliğinden gündemine alma gereği duymamıştır.

4. SÖZLEŞMENİN 6 § 1 VE 13. MADDELERİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

a) Divan önüne gelen iddialar

82. İlk üç başvurucu, ev ve eşyalarının güvenlik güçleri tarafın¬dan tahrip edilmesine karşı çıkmalarını ve tazminat istemelerini mümkün kılacak adli veya diğer herhangi etkin bir yol bu¬lamadıklarından yakınmışlardır. Bu durum Sözleşmenin 6 § 1 maddesinin ihlal edildiği anlamına gelmektedir. İlgili madde şöyledir:

“Her şahıs gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili gerek cezai alanda kendisine karşı ileri sürülen bir iddianın esası hakkında karar verecek olan kanuni özel ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde hakkani¬yete uygun ve aleni surette dinlenmesini istemek hakkına sa¬hiptir.”

Buna ek olarak Sözleşmenin 13. Maddesinin de ihlal edildiği iddiasında bulunmuşlardır:

“İşbu Sözleşmede tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen her şahıs, ihlal fiili resmi vazifelerini ifa eden kimseler tarafın¬dan bu vazifelerin ifası sırasında yapılmış da olsa, milli bir ma¬kama fiilen müracaat hakkına sahiptir.”

83. Hükümet, yukarıdaki iddiaları reddederek, başvurucuların kullanmadıkları idari ve adli başvuru yolları bulunduğunu ( bkz. Paragraf 36-45 ) ifade etmiştir.

84. Başvurucular yaptıkları sunuşlarında esas itibariyle idari çarelerin, kamu yetkililerince, kişilere zarar verecek fiiller için uygulandığını belirtmişlerdir. Fiillerin yasal idari yetki sınırlarını aşması halinde tazminat taleplerinin adli mahkemelerde takip edilmesi gerekirdi.

Başvurucuların yakındığı fiiller, güvenlik güçleri tarafından kasten gerçekleştirilen fiillerdir. Buna karşın Hükümetin göndermede bulunduğu hiçbir mahkeme kararı güvenlik güçlerinin söz konusu kişilerin evlerini kasten tahrip ettiği id¬diasını içermemektedir. Bu nedenle idari mahkemelerin, tazmi¬nat ödeme kararına gerekçe olarak gösterdiği “sosyal risk teo¬risi” konuyla ilgili olmayıp aksine, ev  ve eşyaların yakılmasının ardında yatan şartları da gizlemiştir. Sadece maddi tazminat içeren ve güvenlik güçlerinin sorumluluğunu göz ardı eden bir çare kesinlikle kabul edilemez.

Üstelik, başvurucular, sorumlulara karşı cezai takibatta bulunulamadığı sürece, verilen zararlara karşı ileri sürülen tazminat taleplerinin başarısız kalmaya mahkum olduğunu be¬lirtmişlerdir. Başvurucuların iddiaları doğrultusunda yapılan cezai soruşturma tümüyle yetersiz kalmıştır.

Buna ek olarak başvurucular, Türkiye’nin güney¬doğusundaki hak arama sisteminin kendilerine etkin bir çare bulmaktan uzak olduğunu iddia etmişlerdir. Özellikle aşağıda belirtilen nedenlerden ötürü etkin bir başvuru yolundan yoksun kalmışlardır:

(a) (a)                           Bölgedeki yetkililere tanınan geniş yetki ve bağışıklıklar  (bkz. Paragraflar 48- 51)
1.
(b) (b)                           Yetkililerin başvurucuların şikayetlerine karşı tutumları (bkz. Paragraflar 27- 31)
2.
(c) (c)                           Şikayetleri etkisiz kılan bir köy yıkma politi¬kasının varlığı

85. Komisyon, Olağanüstü Hal Valilerinin ve onların astlarına geniş yetkiler ve bağışıklıklar verildiği Güneydoğu Anadolu Böl¬gesindeki  köy yıkma olaylarından şikayet eden başvurucular gibi kişilerin önünde uygulamada şüphe edilmez zorluklar ve engeller bulunduğunu belirtmiştir. Güvenlik güçleri tarafından yıkılan evlerle ilgili olarak köylülere tazminat ödendiğini veya  bu tür bir eylemden ötürü güvenlik güçleri hakkında başarılı yada herhangi bir kovuşturma yürütüldüğüne dair bir örnek mevcut değildir. Bu bağlamda Komisyon, söz konusu davada gösterilen kanıtlara atıfta  bulunmuştur. Aslında başvurucular, savcılara konuyla ilgili olarak herhangi bir dilekçe vermemişler fakat Ankara’daki Adalet Bakanlığı, Komisyon’un başvuruyu Hükümet’e bildirmesi üzerine, soruşturma başlatmıştır. Bu so¬ruşturma göstermiştir ki, güvenlik güçlerinin köylülerin evlerini yıktığı yolundaki şikayetler, uygulamada, dava açmak için gerekli olan ciddiyet ve detaylılıkta ele alınmamıştır. Aslında köy ve mezralarda meydana gelen olayları ortaya koyan herhangi bir soruşturma yapılmamıştır. (bkz. Paragraf 27-30) İddiaların Güneydoğu Anadolu Bölgesinde özel bir korumadan yararlanan güvenlik güçlerini ilgilendirdiği durumlarda, devletin so¬ruşturma mekanizmasının olaya ilişkin olumlu bulgular sağlayamamasından ötürü, köylülerin kuramsal adli veya idari başvuru yollarından yararlanmalarını beklemek gerçekçi değildir.

Yukarıda belirtilen görüşler ışığında Komisyon, başvu¬rucuların, Madde 6 § 1 ihlal edilerek,”medeni haklar”ının belirlenmesi için mahkemeye etkin başvurularının sağlanmadığı, ayrıca Madde 13 ihlal edilerek Madde 6 § 1’deki “medeni haklar” kavramının kapsamı dışında kalan şikayetleriyle ilgili olarak etkin çarelerden yararlanamadıkları ve bu nedenle bu hükmün uygulana¬bilirlik alanı dışında kaldıkları görüşündedir. Bu, örneğin, köylerinin zorla boşaltılması ve bunu izleyen kişisel zorluklarıyla ilgili bir dava olmuştur. Devletin pasif bir biçimde idari mahkeme müdahalesini beklemek yerine olayları hemen soruşturması, köylüleri yeniden ev sahibi yapması veya bunlara maddi yardımda bulunması, başvurucuların içinde bulunduğu duruma karşı verilecek daha uygun bir cevap olurdu.
b) Divan’ın değerlendirmesi

i) Sözleşme’nin 6 § 1. Maddesi

86. Divan, medeni haklarla ilgili olarak mahkemede yargılanma hakkının Madde 6 § 1’de öngörülen “mahkeme hakkı”nın bir yönünü oluşturduğunu yinelemiştir. (bkz. diğer yetkililer arasında, üstte belirtilen Aksoy davası, s.2285, § 92) Bu hüküm açıkça, ev  ve eşyaların  iddiaya göre Devlet yetkilileri tarafından tahrip edilmesinden dolayı tazminat isteminde bulunulabileceğini öngörmektedir.

87. Başvurucular, nazari medeni haklarının idari mahkemeler ve adli mahkemelerce belirlenebileceğini tartışmamışlardır. Yine de yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü (bkz. paragraf 83 yukarıda) mahkemelere başvurma girişiminde bulunma¬mışlardır. Bu nedenle Divan’ın, Türk mahkemelerinin, başvurucuların gerekli işlemlerin başlatılması yö¬nündeki isteklerine ilişkin hüküm verip veremeyeceğini belirlemesi mümkün değildir. Her halükarda Divan, başvurucuların, ev ve eşyalarının güvenlik güçlerince kasten tahrip edildiğine dair iddiala¬rının gerektiği gibi soruşturulmamasından yakındıklarını gözlemle¬miştir.

88. Yukarıdaki veriler çerçevesinde Divan, başvuruyu, devletlere, Sözleşmenin ihlal edilmesi halinde etkin başvuru yolu sağlama yükümlülüğü getiren, daha genel nitelikteki Madde 13 bağlamında değerlendirmeyi uygun bulmuştur. Bu nedenle Madde 6 §1’in ihlal edilip edilmediğinin belirlenmesini gerekli görmemiştir.

ii) Sözleşmenin 13. Maddesi

89. Divan, Madde 13’ün, iç hukuk düzeninde ne şekilde güvence altına alınmış olursa olsun, Sözleşmedeki hak ve özgürlüklerin özünün uygulanması için ulusal düzeyde başvuru yolu sağlanmasını güvence altına aldığını yinelemiştir. Bu madde, Sözleşmeye taraf devletlere bu hükümle öngörülen yükümlülüklerine uygun davranışlar konusunda takdir yetkisi tanınmış olmakla beraber, “yetkili ulusal otoritelerin” hem söz konusu şikayetin özüyle ilgilenmelerine hem de gerekli yardımı yapmalarına olanak sağlayacak iç başvuru yolunu içeren bir hükmü gerektirmektedir. Bu başvuru yolu hem uygulamada hem de hukuken etkili olmalıdır. Özellikle bu yola başvurulması davalı devletin yetkililerinin eylemleri veya ihmalleriyle, haksız biçimde, engellenmemelidir. (bkz. yukarıda belirtilen Aksoy davası, s. 2286, §95 ve yukarıda adı geçen Aydın kararı s….§ 103)

Bundan başka Sözleşme’nin 8. Maddesi bağlamında yakınılan müdahalenin niteliği ve önemi Madde 13 ile de yakından ilgilidir. Hüküm, ulusal sistemde mevcut olan başvuru yollarına dokunmaksızın, davalı devlete, kişilerin ev  ve eşyalarının devlet görevlilerince kasten tahrip edildiğine dair iddiaları tam ve etkin  bir biçimde soruşturma yükümlülüğü getirmektedir.

Buna bağlı olarak, bir kişinin evinin ve eşyalarının bir devlet görevlisi tarafından kasten tahrip edildiğini ileri sürmesi halinde, gerekli görüldüğü durumlarda, “etkili başvuru yolu” kavramı, tazminat ödenmesine ek olarak, sorumluların belirlenmesi ve cezalandırılmasını ve şikayette bulunan kişinin soruşturma prosedürüne etkin katılımını sağlayacak tam ve etkili bir soruşturmayı gerektirmektedir.

90. Daha önce belirtildiği üzere, bu davadaki başvurucular, Strasbourg kurumlarına başvurmadan önce, şikayetlerini iç hukuk yetkililerine bildirmemişlerdir. Bununla birlikte Komisyon’un başvuruyu davalı devlete bildirmesinin ardından Adalet Bakanlığı Genç nahiyesindeki savcı aracılığıyla cezai soruşturma başlatmıştır. (bkz. paragraf 28, yukarıda) Divan’ın görüşüne göre soruşturmanın yürütülüş tarzı, başvurucuların Madde 13’te öngörülen etkili başvuru yolunun sağlanmadığına dair ilk şikayetleri bağlamında dikkate alınabilir.

91. Bu bakımdan Divan, ilk soruşturmanın, başvurucuların Strasbourg’a yaptıkları  şikayetlerin savcıya bildirilmesinden sonra iki haftadan daha az bir süre içinde, 25 Nisan 1994 tarihinde, sona erdiğini belirtmiştir. Savcı, açıkça, o sırada başvurucuların adlarını bile bilmemekteydi. Dava açmama yolunda verdiği karar, sadece belirli kuşkulara yol açacak şekilde seçilmiş ve başvurucunun yaşadığı yerden yürüyerek bir saat uzaklıktaki farklı bir mezrada yaşamakta olan dört köylünün kısa açıklamalarına dayanmaktadır. İkinci soruşturma aynı dört tanığın başka bir savcı tarafından yeniden dinlenmesinden ibarettir. Bu aşamada savcının başvurucuların isimlerini bilmesine ve Ankara’daki yetkililerin de bunları durumlarının farkında olmalarına karşın, başvurucuları ifade vermeye davet etme yönünde hiçbir tedbir alınmamış, köydeki diğer tanıkları dinleme ve ya güvenlik güçlerinin söz konusu zaman ve yerdeki faaliyetlerini araştırma girişiminde de bulunulmamıştır. (bkz. paragraf 28-30, yukarıda)

92. Mahkeme, başvurucuların iddialarına ilişkin tam ve etkili bir soruşturma yapılmadığına ve bunun da mahkemeler  önünde tazminat arama dahil başvuru yollarının önünü tıkadığı sonucuna varmıştır. Dolayısıyla ilk üç başvurucu bakımından Madde 13’ün ihlali mevcuttur.

5. SÖZLEŞMENİN 14. VE 18. MADDELERİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

93. Başvurucular, Sözleşmenin 14. Maddesi ihlal edilerek ve 3. 6. ve 13. Maddelerle bağlantılı olarak, Kürt kökenli oldukları için ayrımcılığa maruz kaldıklarını iddia etmişlerdir. İlgili 14. Madde şöyledir:

“İşbu Sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerden istifade keyfiyeti, özellikle cins, ırk, renk, dil, din, siyasi veya diğer kanaatler, milli veya sosyal köken, milli bir azınlığa mensupluk, servet, doğum veya herhangi diğer bir durum üzerine müesses hiçbir tefrike tabi olmaksızın sağlanmalıdır”

Ayrıca başvurucuların sistematik ve acımasız bir nüfus değiştirme politikasına dair sundukları kanıtlar ışığında Divan’dan, Sözleşmenin 18. Maddesinin de ihlal edildiğine hükmetmesini talep etmişlerdir. İlgili 18. Madde şöyledir:

“Bu Sözleşmenin hükümleri gereğince, mezkur hak ve hürriyetlere yapılan takyitler ancak öngörüldükleri gaye için tatbik edilebilirler”

94. Hükümet, şikayetlerin gerçek temelini inkar etmek dışında yukarıda sözü edilen iddialara ilişkin herhangi bir açıklamada bulunmamıştır.

95. Komisyon, başvurucuların söz konusu iddialarını temelsiz bulmuş ve Madde 14’ün ve 18’in ihlal edilmediğine karar vermiştir.

96. Divan, Komisyonun ortaya koyduğu gerçeklere dayanarak (bkz. paragraf 27- 30 ve 34, yukarıda), bu hükümlerin ihlal edilmediğine karar vermiştir.

6. SÖZLEŞMEYİ İHLAL EDEN İDARİ UYGULAMA İDDİASI

97. Sözleşmenin 3. 6. 8. ve 13. Maddeleriyle ilgili kişisel ihlallere ek olarak, ilk üç başvurucu, Divan’dan köy yakma, zorunlu boşaltma ve Kürtlerin yerlerinin değiştirilmesi şeklinde bir idari uygulamanın kurbanları olduklarına hükmetmesini talep etmiştir.

98. Divan, Sözleşmenin 3. ve 6. Maddelerine ilişkin verdiği kararı (bkz. paragraf 77-88, yukarıda) göz önünde bulundurarak, değerlendirmesini 8. ve 13. Maddelere ilişkin ağır ihlal iddiasıyla sınırlandırmıştır. Komisyon’un ileri sürdüğü kanıtın (bkz. paragraf 27-30 ve 34, yukarıda), Sözleşmenin bu maddelerini ihlal eden idari bir uygulamanın varlığıyla ilgili bir karara varması için yeterli olmadığı görüşündedir.

C. Sariye Uvat’ın Şikayeti

99. Komisyon önünde, dördüncü başvurucu olan Sariye Uvat, diğer ilk üç başvurucunun ihlal edildiğini iddia ettiği Sözleşme hükümlerine ek olarak Sözleşmenin 2. Maddesinin de ihlal edildiğinden yakınmıştır. Sözleşmenin 2. Maddesi şöyledir:

“1. Her ferdin yaşama hakkı kanunun himayesi altındadır. Kanunun ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın infazı dışında, hiç kimse kasten öldürülemez.

2. Öldürme, aşağıda derpiş edilen zaruret halleri dışında, bu maddenin ihlali suretiyle yapılmış telakki olunmaz.

a) Her ferdin gayrimeşru cebir ve şiddete karşı korunmasını sağlamak için,
b)  Kanun hükümleri dahilinde bir tevkifi yerine getirmek veya kanuna uygun olarak mevkuf bulunan bir şahsın  kaçmasını önlemek için,
c) Ayaklanma veya isyanı, kanuna uygun olarak bastırmak için.”

Bu bağlamda, köyden ayrıldıktan sonra, ikiz oğlan çocuklarının erken doğum nedeniyle öldüğünden yakınmıştır.

100. Komisyon, başvurucunun şikayetleriyle ilgili herhangi bir bulguya rastlanmadığına dair kararını hatırlatmıştır. (bkz. paragraf 35) İnsan Hakları Derneği’ne yaptığı yazılı açıklamasının kanıttan yoksun olması nedeniyle Sözleşmenin herhangi bir maddesinin ihlal edildiğini iddia edebileceği kuramsal bir temelin mevcut olmadığı görüşündedir.

101. Divan, Komisyon önündeki işlemler sırasında, dördüncü başvurucunun, şikayetleriyle ilgili delil yetersizliği bulunduğunu kabul ettiğini belirtmiştir. Bu koşullar altında Divan, başvurucunun dayandığı Sözleşme hükümlerinin ihlal edilmediği sonucuna varmıştır.

III. SÖZLEŞMENİN 50. MADDESİNİN UYGULANMASI

102. Başvurucular, Sözleşmenin 50. Maddesine dayanarak, adil tazminat istemişlerdir. Sözleşmenin ilgili maddesi şöyledir:

“Divan’ın kararı, bir Yüksek Akid tarafından adli makamları veya resmi bir makam tarafından alınmış olan bir kararın veya vaz’edilmiş bulunan bir tedbirin işbu Sözleşmeden doğan mükellefiyetlere tamamen veya kısmen aykırı olduğunu beyan ederse ve eğer mezkur Akid Tarafın dahili mevzuatı bu kararın veya tedbirlerin neticelerini ancak kısmen izaleye müsaitse, Divan kararında, buna mahal varsa, hakkaniyete uygun bir surette mutazarrır tarafı tatmin eder.”

A.  ZARAR

103. Başvurucular, maddi, manevi, ceza gerektiren ve ayrıca ağır nitelikteki zararları için tazminat talep etmişlerdir.

104. Mamafih, Divan, Hükümet ile başvurucular arasında anlaşma sağlanması ihtimalini göz önünde bulundurarak, bu konuda karar vermek için erken olduğu ve bu hakkın saklı tutulması gerektiği görüşündedir.

B. MASRAF VE ÜCRETLER

105. Başvurucular, 31.795 İngiliz sterlini tutarındaki masraf ve harcamaların, Avrupa Konseyi’nden alınan yasal yardım düşülerek, tazmin edilmesini talep etmişlerdir. İddiaları aşağıdaki hususları içermektedir:

a) Bay Boyle’ye hizmeti karşılığında ödenecek yasal ücret için 19,000 İngiliz Sterlini (saati 100 Sterlinden 190 saat)

b) Bayan Reidy’e hizmeti karşılığında ödenecek ücret için 3,750 İngiliz Sterlini (saati 50 Sterlinden 75 saat)

c) Bay Sakar ve Bay Baydemir’e hizmetleri karşılığında verilecek ücret için 2,400 İngiliz Sterlini (saati 25 Sterlinden 96 saat)

d) Kürt İnsan Hakları Projesi’ne yasal yardımları için 4,000 İngiliz Sterlini (saati kırk Sterlinden 100 saat)

e) Yorumlama ve tercüme masrafları için 1,655 İngiliz Sterlini

f) Fotokopi masrafı için 115 İngiliz Sterlini, telefon ve posta masrafları için de 875 İngiliz Sterlini

Yukarıda belirtilen ücretler 22 Ocak 1997 tarihli duruşmayı da içeren bugüne kadar geçen zamanı kapsamaktadır.

106. Hükümet, destekleyici delil yetersizliği nedeniyle yukarıda sözü edilen iddiaların temelden yoksun olduğu ve belirtilen harcamaların gereksiz yere yapılmış ve aşırı oldukları için reddedilmeleri gerektiğini ileri sürmüştür. (a), (b), (e) ve (f)’de belirtilen harcamalarla ilgili olarak, Hükümet, başvurucuların, ücretleri Türk avukatlarınkinden çok yüksek olan ve seyahat, haberleşme, yorumlama ve tercüme gibi ek masraflar doğuran İngiliz avukatlar tutulması ihtiyacının duyulmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Ayrıca Hükümet, (d)’de belirtilen masrafın tazmin edilmesine, söz konusu derneğin başvurucuları temsil etmediği ve prosedüre ilişkin başka herhangi bir oynamadığı gerekçesiyle, itiraz etmiştir.

107. Divan, a, b, c, e ve f’de belirtilen masraf ve harcamaların yerinde, zorunlu ve miktar olarak da tutarlı olduklarından şüphe etmek için herhangi bir sebep görmemektedir. Hakkaniyete uygun bir biçimde, ilk üç başvurucuya, Avrupa Konseyi’nden alınan yasal yardım düşülerek, katma değer vergisiyle birlikte, ileri sürülen miktarların tümünün verilmesine karar vermiştir. Kürt İnsan Hakları Projesi’nin iddia ettiği masraflara gelince, Divan, derneğin muameleler sırasındaki rolünün tazminat verilmesini gerektirdiği konusunda ikna olmamıştır. Bu nedenle iddialarını reddetmiştir.

C. TEMERRÜT FAİZİ

108. Divan’a ulaşan bilgiye göre, bu kararın verildiği tarihte Birleşik Krallık’ ta kanuni uygulanabilir yıllık faiz %8’dir.

BU NEDENLERLE DİVAN ;

1. 1.     6’ya karşı 15 oyla iç hukuk yollarının tüketilmesine ilişkin ön itirazın reddine,

2.  5’e karşı 16 oyla ilk üç başvurucu bakımından Sözleşmenin  8. Maddesinin ihlali bulunduğuna,

3. 1’e karşı 20 oyla ilk üç başvurucu bakımından Sözleşmenin 3.Maddesinin ihlalinin bulunup bulunmadığının incelenmesine gerek duyulmadığına,

4. Oybirliğiyle ilk üç başvurucunun Sözleşme’nin 5 § 1 maddesine ilişkin şikayetlerini incelemeye gerek duyulmadığına,

5. Oybirliğiyle ilk üç başvurucu bakımından Sözleşme’nin 6 § 1 Maddesinin ihlalinin bulunup bulunmadığını incelemeye gerek duyulmadığına,

6. 5’e karşı 16 oyla ilk üç başvurucu bakımından Sözleşmenin 13. Maddesinin ihlali bulunduğuna,

7. Oybirliğiyle ilk üç başvurucu bakımından Sözleşme’nin 14. ve 18. Maddelerinin ihlali bulunmadığına,

8.Oybirliğiyle dördüncü başvurucu bakımından Sözleşmenin 2.,3.,5.,6.,8.,13.,14. ve 18. Maddelerinin ihlalinin bulunmadığına,

9.   5’e karşı 16 oyla,
9 9
a) Davalı devletin, üç ay içerisinde, b, c, e ve f’ de belirtilen harcama ve masraflar karşılığında, bu kararın verildiği tarihteki kurdan pounda çevrilerek 13,295 FRF (onüç bin iki yüz doksan beş Fransız Frankı) düşüldükten sonra, katma değer vergisi dahil 27,795 GPB (yirmi yedi bin yedi yüz doksan beş İngiliz Sterlini)’ni doğrudan doğruya ilk üç başvurucunun İngiliz asıllı temsilcilerine ödemesine,

b) Yukarıda belirtilen üç aylık sürenin sonundan ödeme tarihine kadar yıllık %8 basit faizin ödenebilir hale geleceğine,

10.  Başvurucuların masraf ve harcamalarla ilgili diğer iddialarının reddine,

11.  1’e karşı 20 oyla maddi ve maddi olmayan zararla ilgili olarak Sözleşmenin 50. Maddesi bağlamında yapılan başvurunun karar için hazır olmadığına ve buna bağlı olarak,

a) Söz konusu sorunun saklı tutulmasına,

b) Hükümetin ve başvurucunun, üç ay içerisinde, Divan’a soruna ilişkin yazılı gözlemlerini sunmaya, özellikle herhangi bir anlaşmaya varırlarsa bunu bildirmek için davet edilmesine,

c) Daha ileri bir prosedürü saklı tutmaya ve Daire Başkanı’na, gerekirse aynısını saptama yetkisinin verilmesine

karar vermiştir.

Sözleşme’nin 51 § 2. ve Divan İçtüzüğü A’nın 53 § 2.maddeleri uyarınca, karara, aşağıdaki görüşler eklenmiştir:

a) a)                             Bay Gölcüklü ve Bay Matscher’in ortak kısmi karşıoy yazısı
3.
b) b)                              Bay Gölcüklü’nün kısmi karşıoy yazısı
4.
c) c)                              Bay Russo’nun kısmi karşıoy yazısı
5.
d) d)                             Bay De Meyer’in kısmi karşıoy yazısı
6.
e) e)                             Bay Mifsud Bonnici’nin kısmi karşıoy yazısı
7.
f) f)                               Bay Gotchev’in kısmi karşıoy yazısı
8.
g) g)                              Bay Jambrek’in kısmi karşıoy yazısı
YARGIÇ GÖLCÜKLÜ VE YARGIÇ MATSCHER’İN ORTAK KISMİ KARŞIOY YAZISI (Geçici tercüme)

I. IÇ HUKUK YOLLARININ TÜKETILMESI

Bizim görüşümüze göre, başvurucuların, söz konusu şikayetlerini ulusal makamlar önüne götürmek için gerekli çabayı göstermedikleri böyle bir durumda iç hukuk yollarının tüketil¬mesinden söz edilemez.

Bu bakımdan, Komisyon Delegesinin 22 Haziran 1997 tarihli duruşmada da belirttiği üzere, bu dava ile Divan’ın atıfta bulunduğu (yargılamanın 59.Paragrafı) Akdivar ve Aydın Davaları arasında büyük bir fark olduğunu düşünüyoruz. Bu davalardaki başvurucular, yasal işlemleri ulusal makamlar önünde başlatmışlardır. Ulusal makamların, başvurucuların şikayetlerini değerlendirmemiş olması, Divan’ın iç hukuk yollarının tüketildiği kanısına varmasını sağlamıştır. Fakat birkaç örnekte olduğu gibi, Türk mevzuatının, etkililikleri tartışılabilir de olsa, iç başvuru yolları sağladığına dair sürekli tekrarlanan iddialar karşısında, mevcut dava gibi davalarda iç başvuru yollarının mevcut olmadığını ve bu nedenle  başvuruculara karşı bu yolları uygulama yükümlülüğünün yerine getirilmediğini söylemek doğru olmaz.

Diyarbakır İnsan Hakları Derneği (DİHD), Sözleşme kurumlarına şüpheli başvurular üretmek yerine başvurucuları, şikayetlerini ulusal makamlara bildirme yönünde teşvik ederek, başvurucuların çıkarlarına daha iyi hizmet edecektir. Fakat bunun Derneğin amaçlarıyla çatıştığı yönünde bir izlenim elde edilebilir.

II. ESASLAR

a) a)     Genel Gözlemler

İddia edilen olayların ikna edici bir biçimde  kanıtlanması halinde,
Sözleşmenin ilgili maddelerinin ihlali bulunduğuna şüphe yoktur. Fakat benim görüşüme göre ikna edici böyle bir kanıt mevcut değildir.

İddia edilen olayların ardından dört yıl geçtikten sonra, o dönemde Saggöze köyünde gerçekten neler olduğuna ilişkin tüm gerçeği ortaya çıkarmak imkansız olmasa da son derece güçtür. Ayrıca özellikle Türk makamlarının işbirliğinden uzak olmaları nedeniyle, Ankara’da tanıkların ifadesini alan Komisyon delegelerinin işinin, Komisyon’un da belirttiği üzere, zor olduğunu kabul ediyoruz. Bunun yanısıra tanıklar ile Delegelerin birbirleriyle iletişim kurmalarını kolaylaştırmak için Kürtçeden Türkçeye, Türkçeden İngilizceye çeviri imkanlarına ihtiyaç duyulması zorlukları artırmıştır.

Komisyon belgelerine göz atıldığında Delegelerin olayları, davalı devlet ve tanıkları değil de, başvurucu tanıklarının belirttiği şekilde algıladığı anlaşılmaktadır. Komisyon, Delegelerin elde ettikleri bulguları ikna edici nedenler göstermeden kabul etmiştir.

Kabul edilmelidir ki, Hükümet tanıklarının ortaya koyduğu kanıtlarda tutarsızlıklar olmakla beraber, başvurucu tanıklarının verdikleri ifadelerde de aynı derecede ciddi tutarsızlıklar mevcuttur. Komisyon, bu son tutarsızlığı, önemsizmiş gibi, gözardı etmiş görünmektedir.

Buna karşın, başvurucular ve tanıklarının, bazı üyeleri PKK aktivisti veya terörist olan ailelerden gelmekte veya bu ailelerle ilişkileri bulunmaktadır. Dolayısıyla başvurucuların yalan söylemek için, en önemli istekleri ülkelerinde barış içinde yaşamak olan köylülerden (Hükümetin tanıkları) daha az sebepleri olduğunu düşünmek için hiçbir neden yoktur.

Hükümetin, soruşturmayı üstünkörü bir biçimde yürüttüğü bir gerçektir. Haziran 1993’te meydana geldiği iddia edilen olaylarla ilgili şikayetlerin, Komisyon’a yapılan başvurunun kendilerine bildirildiği Nisan 1994 tarihinden sonra, diğer bir deyişle, güvenilir bilgiler elde edilmesinin daha da güçleştiği bir zamanda, bildirildiğini söylüyorlar. Yine de iddia edilen ihlallerin ciddiyeti göz önünde bulundurulduğunda, ulusal makamların soruşturma sırasında aldığı tedbirlerin Sözleşme kurumlarıyla etkin işbirliği  içinde olduğu söylenemez.

Tarihler, uzaklıklar ve insan sayılarıyla ilgili tutar¬sızlıklar, yanlışlıklar ve abartmaların üzerinde durmuyoruz. Tüm bunlar büyük ölçüde, belli tarihsel geçmişe sahip insanlar arasında ortak olan olumsuz anılar, yanlış anlaşılmalar, yanlış bilgilendirilmeler veya abartma ve aşırı övgülerden kaynaklanmaktadır.

Fakat yapılan açıklamalarda gözardı edilmesi mümkün olmayan başka tutarsızlıklar ve çelişkiler de mevcuttur. Ayrıntılı olarak değerlendirildiğinde tüm bunlar başvurucuların olayların seyrine ilişkin yaptıkları ve Komisyon’un da kabul ettiği açıklamaları tümüyle geçersiz kılabilir. Delegelerin, profesyonel bir “soruşturma yargıcı”nın yapması gereken olağan işlemlerden biri olmasına ve bunu kolayca gerçekleştirme imkanına sahip olmalarına rağmen, bu tutarsızlık ve çelişkileri çözüme ulaş¬tırmak için gerekli çabayı sarf etmemiş olmalarından büyük esef duyduk.

DİHD tarafından ortaya atılan ve başvuruya dayanak olarak gösterilen belgeler, Komisyon’u endişeye düşürecek ve Delegelerin aldığı yeminli ifadelere daha çok ağırlık vermesine neden olacak kadar düşük niteliktedir.

b) Özel gözlemler

Dördüncü başvurucuya göre, Türk güvenlik güçleri evlerini kasten yakmışlardır.

İfadeleri tartışma götürmeyecek bazı tanıklar, söz konusu evin Azize Menteş’e ait olmadığını onayladılar. Aynı durum Mahile Turhallı’ya ilişkin dava için de geçerlidir. Bundan başka diğer söz konusu evlerin Sulhiye Turhalli ve Sariye Uvat’a ait olup olmadıkları da tartışmalıdır.

Sözleşmenin 8. Maddesi uyarınca kurban olduğunu iddia eden kişinin “ev”’in sahibi olması gerekmemektedir. Fakat neden söz konusu davadaki evlerin sahipleri başvurucuların şikayetlerine katılmamış ve Türkiye’ye karşı açılan diğer benzer davalarda da dayanak olarak gösterilen 1 No’lu Protokol’ün 1.Maddesinin ihlali bulunduğunu ileri sürmemişlerdir?

Sariye Uvat da aynı gün (25 Haziran 1993) askerlerin Saggöze’nin Piroz nahiyesindeki, kendi evi dahil, tüm evleri ateşe verdiklerini iddia etmiştir. Açıklamasını diğer başvuruculardan üç hafta sonra DİHD’ne yapmıştır.

Yaşı ve sağlık durumu nedeniyle 10-12 Temmuz 1995 tarihleri arasında, Delegeler tarafından ifadesinin alınmasının mümkün olmadığını ileri sürmüştür. Komisyon, başvurusunun kabul edilebilir olması için yeterli delil bulunmadığı görüşündedir. Yine de bizim görüşümüze göre, diğer başvurucuların benzer çelişkileri içeren şikayetlerinin incelendiği bir sırada, bir şikayetin, içerdiği çelişkiler göz önünde bulundurulmaksızın, kabul edilmesi için yeterli delil bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmesi doğru değildir. Bu durum Komisyon’un diğer tüm şikayetler için daha detaylı bir soruşturma yürütmesi gerektiğini akla getirmiyor mu?

Mahile Turhalli ve Sulhiye Turhalli, DİHD’ne yaptıkları açıklamalarda askerlerin, Mahile Turhalli’nin kocası da dahil, tüm yaşlı erkekleri köyden çıkarıp, bir okul bahçesine götürdüklerini, bu kişilerin burada beş saat boyunca güneş altında yüzü koyun yatırılıp dövüldüklerini ve hakarete uğradıklarını ifade etmişlerdir.

Mahile Turhalli, Delegelere verdiği ifadesinde, kocasının o gün hastanede olduğu için köyde olmadığını söylemiş ve yaşlı insanlara ne olduğunu bilmediğine ve bunların durumları konusunda DİHD’ne herhangi birşey söylemediğine dair Kuran’a el basarak yemin etmiştir.

Sulhiye Turhalli, Delegelere, askerlerin halka işkence yaptığını ileri sürmüştür: “ Askerler bizlere sopalarla vurdular; bizi sürekli dövdüler; beni tekmelediler; yaşlı insanlara vurdular.” Öte yandan bunlara şahsen tanık olmadığını, başka insanlardan duyduğunu söylemiştir.

Bu durum kötü muamele gördüğü iddia edilen kişi¬lerin, neden, Sözleşmenin 3. Maddesi uyarınca herhangi bir şikayette bulunmadığı sorusunu akla getirmektedir. Komisyon ise, tüm bu iddialara ne başvurucunun Madde 3 bağlamında yaptığı şikayetlerine ilişkin değerlendirmesinde ne de olaya ilişkin bulgular kısmında yer vermiştir.

Komisyon, bu büyük farklılıkları ve çelişkileri gidermek için ciddi herhangi bir girişimde bulunmuş gibi görünmemektedir. Bu şartlar altında söz konusu kişilerin tutumlarında böyle bir değişmeye ne derece önem verilmesi gerektiği ve bunlardan ne gibi sonuçlar çıkarılabileceğini dikkate almaksızın, DİHD’ne yapılan temelsiz ve kısmen Delegeler önünde aksi ortaya konmuş açıklamaları tümüyle gözardı etmenin ve sadece tanıkların Delegeler önündeki ifadelerine dayanmanın uygun olup olmadığını merak ediyoruz. Nitekim, elde ettiği bulgular için sağlam bir temel oluşturmak isteyen her soruştur¬ma yargıcı böyle davranırdı. Bizim görüşümüze göre, yukarıda belir¬tilenler ışığında başvurunun tüm temeli büyük ölçüde şüphelidir.

Bazı hususlara ilişkin tutarsızlık ve çelişkileri görmezlikten geldik: Askerlerin köyde kaç saat kaldığı, helikopter sayısı (altı veya yedi veya otuz bir), iddia edilen olay olduğu gün söz konusu köylülerin köyde olup olmadığı, başvurucuların köyü terkettiği tarih, evlerin kibritle veya başka yollarla ya da kundaklama sonucunda ateşe verilip verilmediği, başvurucuların çok az Türkçe, askerlerin de çok az Kürtçe konuşabilmelerine rağmen nasıl olup da başvurucular ile askerlerin birbirleriyle konuştukları veya tartıştıkları (içerikleri Komisyon tarafından ayrıntılı olarak rapor edilmiştir), köyün aşağı kısmında yer alan ve aynı gün yanan diğer on üç evin sahiplerine ne olduğu, başvurucular ile köy muhtarı arasında gerçekten siyasal farklılıklar olup olmadığı, güvenlik güçleriyle teröristler arasında söz konusu olaydan önce de çatışmalar olup olmadığı, tanıkların savcı önünde ifade vermek üzere nasıl çağrıldıkları……

Fakat çözüm bulunması gereken ciddi çelişkiler de mevcuttur. Birkaç örnek vermek gerekirse:

a)  Mahile Turhalli ve Sulhiye Turhalli, aynı köyün diğer kısmında yaşayan tanıklar Selahattin Can ve Ömer Yarasir’I tanımadıklarını söylemişlerdir. Buna karşın Selahattin Can ve Ömer Yarasir, komşu oldukları için, Mahile Turhalli ve Sulhiye Turhalli’y’i tanıdıklarını ifade etmişlerdir.

b) Şaşırtıcı biçimde, Mahile Turhalli, amcası Mehmet Turhalli’yi tanımadığını söylemiştir.

c)  Köy muhtarı Ekrem Yarar, Sulhiye Turhalli’nin söz konusu olaydan bir hafta sonra kendisini görmeye geldiğini ve o gece kendisiyle birlikte kaldığını, olaydan veya evlerin yandığından hiç söz etmediğini ve birbirlerini yılda bir veya iki kez gördüklerini söylemiştir. Ocak/Şubat 1995’te yeniden kendisini görmeye geldiğinde ise ona savcı tarafından incelenen şikayetten söz etmiş fakat kendisi böyle bir şikayette bulunmadığını, belki başkalarının, onun adını kullanarak böyle birşey yapmış olabileceğini söylemiştir.

Gayretli bir “soruşturma hakimi”nin, böylesine önemli bir çelişkiyle karşı karşıya kalması halinde, iki tanığı karşı karşıya getirmesi gerektiğini düşünmesi gerekirdi. Komisyon’un yaptığı gibi, Hükümet’in tanığı olduğu için Ekrem Yarar’ın ifadesinin güvenilmez, buna karşın Sulhiye Turhalli’nin iddiasını kabul edilebilir bulunması ikna edici değildir.

Dava ile ilgisi olmayan tutarsızlıklar gözardı edilmiş olsa da, atıfta bulunduğumuz ciddi tutarsızlıkların ve açık çelişkilerin gözardı edilmesi kabul edilemez.

Bu şartlar altında, Komisyon ve Divan’ın da kabul ettiği üzere, Sözleşmenin ileri sürülen ihlallerinin, “tüm makul şüphelerin ötesinde gerçekten meydana geldiğine” ( bkz. 18 Ocak 1978 tarihli İrlanda- Birleşik Krallık Davası, Seri A, no. 25, sayfa 64-65 §161) ikna olmuş değiliz. Bizim görüşümüze göre, söz konusu davada Hükümetin ihlaline ilişkin yeterli kanıt mevcut değildir.

Bu nedenle 8. Maddenin ihlal edildiğine dair kararın karşısında oy  verme zorunluluğu hissetmiş bulunuyoruz.

III. MADDE 13

Bu davada saptadığımız gibi (yukarıda bölüm 1), iç hukuk yollarının tüketilmemesi ve başvurucuların şikayetlerini ulusal makamlar önüne götürmemeleri durumunda, Madde 13’ün ihlalinin mümkün olmadığı görüşündeyiz.

YARGIÇ GÖLCÜKLÜ’NÜN KISMİ KARŞIOY YAZISI

Yargıç Matscher’in ve benim ortak karşı görüşümüze ek olarak, aşağıdaki yardımcı hususları ifade etmek istiyorum:

1.   Ortak karşı görüşte belirtilenlerin bir sonucu olarak davayı madde
6 ve madde 13 bağlamında değerlendirme gereği görmememe karşın, Türk mevzuatının yeterli ve etkin iç başvuru yolları içermesi nedeniyle, bu maddelerin ihlalinin bulunmadığını belirtmek istiyorum. Bu bakımdan, Türk uygulamasını ve sistemini açıkladığım ve ulusal mahkemelerdeki davalardan örnekler sunduğum Akdivar- Türkiye ve Aydın –Türkiye davalarındaki karşıoy görüşüme atıfta bulunmak istiyorum.

2.  Mevcut davaya ilişkin yargılamanın 58. Paragrafında Divan, Akdivar- Türkiye davasından alıntı yaparak şunu belirtmiştir:  “……böyle sorunlu bir durumda iç hukuk işlemleri için yeterli deneysel kanıt sağlama konusunda doğal olarak karşılaşılan güçlükler, yargısal iç hukuk yollarının izlenmesini boşa çıkarabilir….” Bu ifadenin ışığında, deneysel kanıt bulmanın daha az zor ve özellikle uluslararası bir mahkeme için daha kolay olup olmadığı merak konusu olabilir.

3.  Yargılamanın 59. Paragrafında Divan şunları belirtmiştir: “….köy yıkma sorununun kapsamının genişliğine rağmen, söz konusu mülkün güvenlik güçlerince kasten tahrip edildiğine ilişkin iddialardan ötürü tazminat ödendiğine dair herhangi bir örnek yok gibi görünmektedir….” Bunun doğru olmadığını belirtmek isterim. Divan önündeki işlemler süresince davalı devlet, herhangi bir yıkım durumu  gözetmeksizin, Türk devletinin, silahlı kuvvetlerin tahrip ettiği iddia edilen köylerin yeniden inşası için milyonlarca Türk lirası ödediğini, Divan’ın dikkatine sunmuştur. Bu konuyla ilgili olarak, Akdivar-Türkiye davasındaki karşı görüşüme bir kez daha atıfta bulunmak istiyorum.

4.  Son olarak başvurucuların avukatları, yasal masraf¬ların  ve avukat ücretlerinin, başvuruculara değil de bizzat hu¬kuksal temsilcilerine, İngiliz Sterlini olarak ve İngilte¬re’de ödenmesi talebinde bulunmuşlardır.

Herhangi bir neden göstermeksizin Divan, bu talebi kabul etmiştir.

Masraflar ve harcamalara ve avukat ücretlerine başvurucuların yol açtığı (mantıklı gibi gözükmektedir) ve bunları karşılaması gerekenlerin başvurucular olduğu kanaatindeyim. Hukuksal masrafların karşılanmasına gelince, bu tamamiyle yargı organını ilgilendiren bir sorundur ve temsilcilerin şu veya bu yöndeki talepleri durumu değiştiremez.

Temsilcilerini seçen ve masrafları ödeyen kişilerin başvurucular olduğunu, bu nedenle iddia edilen masraf ve harcama¬ların da başvuruculara ödenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Ödemenin başvuruculara değil de doğrudan doğruya avukatlarına yapılması önerisi, söz konusu davada gerçek başvurucular bulunmadığını gösteren başka bir işaret midir?
YARGIÇ RUSSO’NUN KISMİ KARŞIOY YAZISI

Yargıç Meyer’in kısmi karşıoy yazısında belirttiği nedenlerden ötürü Hükümet’in iç hukuk yollarının tüketilmesine ilişkin ilk itirazının reddedilmesi ve ilk üç başvurucu bakımından Sözleşmenin 13. Maddesinin ihlali bulunduğuna (yargılamanın yürürlükteki hükümlerinin 1. Ve 6. Bölümleri) dair çoğunluk kararına katılmı¬yorum. Diğer bölümler hakkında çoğunlukla birlikte oy kullandım.

YARGIÇ DE MEYER’İN KISMİ KARŞIOY YAZISI
(Geçici Tercüme)

I. IÇ HUKUK YOLLARININ TÜKETILMESI

Divan’ın, yargılamanın 59. ve 90. paragraflarında belirttiği üzere, başvurucular, Sözleşme kapsamındaki şikayetlerini ulusal makamlar önüne getirmemişlerdir. Onlar adına, 20 Aralık 1993’te Komisyon’a başvuruyu yapan Diyarbakır İnsan Hakları Derneği ile bağlantı kurmuşlardır.

Böyle bir usul, dava Strasbourg önündeyken, Adalet Bakanı’nın emriyle Nisan-Mayıs1994’te Savcılar Bay Köycü ve Bay Karaca, 1995’in başlarında ise savcı Bay Sözen tarafından yürütülen yetersiz ve özet niteliğindeki soruşturmalar öne sürülerek mazur gösterilemez. Aynı şekilde yukarıda sözü edilen ve başvuruculardan daha fazla güven içinde ve daha az saldırıya açık olan Derneğin, başından beri söyleyip durduğu “başvurucuların güvenlikten uzak ve saldırıya açık durumları” da 7 böyle bir usulü mazur gösteremez.

Davanın tartışmalı geçmişi iç hukuk yollarının uygulanmasına katkıda bulunmamıştır 8 fakat başvurucuların en azından bu yolları kullanma girişiminde bulunmaları gerekiyordu.

II. ILK ÜÇ BASVURUCUNUN DAVASINDAKI GERÇEK DURUM

Söz konusu dava, Türk Devleti ile Kürt arasında çatışmaya yol açan bu gibi durumlarda, gerçeği, “tüm makul şüphelerin ötesine” yerleştirmenin zorluğunu ortaya koymaktadır.

Bu davada Türk makamları söz konusu olaylardan sadece bir kaç ay sonra soruşturma başlatmışlardır. Bu soruşturmalar açıkça tatmin edici nitelikte olmamıştır. 9 Bunun yanı sıra sınırlı bilgi elde edilmiş, Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’nden elde edilen bilgiler ise güvenilir nitelikte olmamıştır. 10

Komisyon, tam olarak neler olduğunu öğrenmeye çalışmıştır. Olayların, aşağı yukarı hazırladığı raporda tarif edildiği şekilde meydana gelmiş olması muhtemel ve mümkündür. Fakat bu yeterli midir?

Askerlerin Haziran 1993 sonlarında Saggöze’ye baskın yaptıkları kanıtlanmış gibi görünmektedir. Azize Menteş, Mahile Turhalli ve Sulhiye Turhalli’nin bu konudaki ifadeleri, sadece Azize Menteş’in yengesi Aysel Gündoğan tarafından değil 11 aynı zamanda o an olay yerinde olduklarını söyleyen diğer iki tanık, Selahattin Can ve Omer Yarazir tarafından da teyid edilmiştir. 12

Fakat üç başvurucunun, askerlerin, baskın sırasında köyün aşağı tarafında yer alan, kendi evlerinin de içinde bulunduğu birkaç evi yaktığı yolundaki ifadesi sadece Azize Menteş’in yengesi tarafından doğrulanmıştır. 13 Bu ifade Can ve Yarazir’in, köyün veya evlerin köy sakinleri köyden ayrıldıktan birkaç ay sonra meydana gelen çatışmalar sırasında yandığı şeklindeki ifadeleriyle çelişmektedir.14

Bu çok önemli konuda belirlenmiş tek kanıt, sadece birbirlerine değil, aynı zamanda PKK üyesi olmakla suçlanan kişilere kan veya evlilik bağıyla bağlı dört kişinin güvenlik güçlerine yönelik suçlamalarıdır.15 Bağımsız kaynaklarca doğrulanmış bir kanıt mevcut değildir.

Askerlerin evleri yaktığı iddiası zayıf bir iddia olmakla beraber, “makul bir şüphenin” varlığı için yeterlidir.
III. ILGILI  IÇ HUKUK

Bu şüphenin sonucu olarak, ilk üç başvurucu bakımından Sözleşmenin 8. Maddesinde güvence altına alınan hakların Türk Devleti tarafından ihlal edildiğini söylemenin mümkün olmadığına inanıyorum. Ayrıca iç hukuk yollarını tüketmeye yönelik herhangi bir girişimde bulunmaksızın, iddia edilen olaylardan altı hafta sonra Komisyon’a başvuruda bulunan Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’nin tutumu, başvurucuların Sözleşmenin 6. ve 13. Maddelerinde güvence altına alınan haklarının ihlal edildiğini düşünmekten alıkoymaktadır.

Bunu yanısıra Sözleşmenin 50. Maddesi bağlamında tazminat ödenmesi haklı görünmemektedir.

YARGIÇ MIFSUD BONNICI’NİN KISMİ KARŞIOY YAZISI

I.  SÖZLESMENIN 3. MADDESININ IHLAL EDILDIGI  IDDIASI

1.   Akdivar ve Diğerleri-Türkiye (16 Eylül 1996 tarihli dava) davasında başvurucular, evlerinin Türk güvenlik güçlerince tahrip edilmesi nedeniyle, Sözleşmenin 3. Maddesi ihlal edilerek, insanlık dışı ve onur kırıcı muameleye maruz kaldıklarını iddia etmişlerdir.

Divan’ın çoğunluğu, söz konusu ihlalin gerçekten gerçekleşip gerçekleşmediğini incelememe kararı almıştır. Bu prosedüre karşı çıkarak, aleyhte görüşümü şu şekilde ifade etmek isterim:

“Karşı görüşüm, bana göre, başvurucuların, evleri yakıldığı için Sözleşmenin 3. Maddesinin ihlal edildiği yolundaki iddialarıyla ilgili karardan kaynaklanan prosedürel durumla sınırlıdır. Yargılamanın yürürlükteki  4. Bölümünde Divan, Sözleşmenin 3. Maddesinin ihlalinin bulunup bulunmadığını daha fazla incelememe kararı almıştır. Bu karara yol açan sebepler paragraf 91’de şöyle belirtilmiştir:

a) Başvurucuların evleri dahil dokuz evin tahrip edildiğine (bkz. paragraf 18) dair yeterli kanıt bulunamaması

b) Başvurucuların Sözleşmenin 8. Maddesinde ve 1 No’lu Protokol’ün 1. Maddesinde güvence altına alınan haklarının ihlal edildiğine dair bulgular

Bu maddelerin ihlal edildiğine ilişkin bulgular, başvurucuların evlerinin tahrip edildiği gerçeğinden kaynaklandığı için, temel iddiayı ilk önce incelemek ve eğer bu inceleme yeterli olacaksa ikincil nitelikteki iddiaları incelemekten kaçınmak, prosedürel açıdan uygundur. İmzacı Devletlere Sözleşme ve Protokoller çerçevesindeki yükümlülükleri konusunda rehberlik edebilmek için, hiyerarşik bir yaklaşım daha doğrudur.

Bu nedenle 3. Madde bağlamındaki iddianın Divan tarafından daha ileri bir düzeyde incelenmesi gerektiği sonucuna varmış bulunuyorum.”

2.   Söz konusu davada ilk üç başvurucu, evlerinin yıkılması ve
köylerinin boşaltılması sırasındaki şartlara atıfta bulunarak (bkz. yargılamanın 74. Paragrafı), Sözleşmenin 3. Maddesinde garanti altına alınan haklarının ihlal edildiğinden yakınmışlardır.

3. Çoğunluk, bir kez daha, Akdivar Davası’ndakine benzer bir müzakere süreci izlemiştir:

“Davanın özel şartları ve başvurucuların Sözleşme’nin 8. Maddesindeki haklarının ihlal edildiği yönündeki bulgular (yukarıdaki 34. ve 72. Paragraflar), göz önünde bulundurulduğunda, Divan, bu iddiaları daha fazla inceleme gereği duymamaktadır”

4.  Divan, buna karşın, söz konusu davada, “bu iddiaları daha fazla inceleme gereği duymamasına” gerekçe olarak, Komisyon tarafından tespit edilen ve aşağıda belirtilen bulguları gösterdiğini yinelemiştir:

“Köyün aşağı mahallesinde, askerler, aralarında başvurucu¬ların da bulunduğu kadınlardan evlerini terk etmelerini istemişler ve evler, çocukların giyecek ve ayakkabıları dahil içlerindeki tüm eşyalarla birlikte ateşe verilmiştir. (bkz. yargılamanın 34. Paragrafı)

5. Bu bulgular ışığında, çoğunluk tarafından kabul edilen ve söz konusu olayların, başvurucuların insanlık dışı veya aşağılayıcı muamelelere maruz kaldıklarını açıkça ortaya koyup koymadığını incelemeyi reddeden prosedürel yaklaşımı haklı kılacak herhangi bir durumun mevcut olduğunu düşünmüyorum.

II. MASRAF VE ÜCRETLER

6.  Yargılamanın yürürlükteki hükmünün 9. Bölümünde  Divan, davalı devletin belirtilen harcama ve masrafları “doğrudan doğruya başvurucuların İngiliz asıllı temsilcilerine ödenmesini” öngörmektedir.

Benim görüşüme göre bu temsilciler, davanın tarafları değildirler. Bu nedenle bu kişiler ile kendilerine doğrudan doğruya ödeme yapması öngörülen davalı devlet arasında herhangi bir yasal ilişki mevcut değildir. Bu tehlikeli bir örnektir.

YARGIÇ GOTCHEV’İN  KISMİ KARŞIOY YAZISI

Maalesef, Hükümet’in ön itirazının reddedilmesine ilişkin çoğunluk kararına katılmıyorum. Benim görüşüme göre Türk idare mahkemelerindeki ilgili davalar dikkatli bir biçimde analiz edildiğinde, Hükümet’in dolaylı olarak sözünü ettiği iç başvuru yollarının, başvurucuların şikayette bulunduğu konular bakımından tam ve yeterli olduğu açıkça görülebilir. Bu nedenle Akdivar ve Diğerleri-Türkiye Davasında olduğu gibi bu davada da başvurucuların Sözleşme’nin 26. Maddesinde öngörülen, iç hukuk yollarının tüketilmesi şartını yerine getirmediği ve Divan’ın şikayetlerini değerlendirme yetkisinin bulunmadığı kanaatindeyim.

Sözleşmenin koruma sisteminin uygulanmasını amaçlayan, iç başvuru yollarının tüketilmesi şartı iki nedenden ötürü gözardı edilemez:

Birincisi; Sözleşmenin 26. Maddesi Strasbourg kurumlarıyla ulusal mahkemeler arası ilişkilerde hayati bir öğeyi oluşturmaktadır. Her şeyden önce, bu madde İmzacı Devletlerin yetkili makamlarının, Sözleşme güvencelerine riayet etmesini sağlamaya yönelik iken, Strasbourg kurumlarının  rolü, ulusal makamların Sözleşme bağlamındaki sorunlarla ilgilenme imkanına sahip olmasından sonra devreye girmektedir. Ancak bu yaklaşım sayesinde Strasbourg kurumları, ulusal makamları Sözleşme kurallarına ciddi biçimde riayet etmeye teşvik edebilmektedir.

Tüm bu görüşler, Sözleşme toplumunun mevcut genişlemesi ve bunu sonucunda ortaya çıkan, Strasbourg Divan’ı ile Sözleşme’ye yeni katılan İmzacı Devletlerin mahkemeleri  arasında işbirliği ilişkisi kurma ihtiyacının ışığında daha da önem kazanmıştır.

İkinci olarak, Divan’ın, özellikle gelecek yıl 11 No’lu Protokol çerçevesinde kurulacak olan tek Divan’ın, 26 Maddede öngörülen şartların, Güneydoğu Anadolu’daki özel güvenlik durumundan doğan tüm davalardan bağışık tutulması halinde karşı karşıya kalacağı büyük fiili zorlukların da akıldan çıkarılmaması gerekmektedir. Bu bölgedeki insan hakları sorunlarının ağırlığının göz önünde bulundurulması, Divan’ın, ulusal mahkemeleri, Sözleşmenin ihlaline ilişkin iddialar karşısında uygun ıslah çalışmalarının yapılması yönünde teşvik etmesine yardımcı  olacaktır.

YARGIÇ JAMBREK’İN KISMİ KARŞIOY YAZISI

1. Söz konusu davada Hükümet’in iç hukuk yollarının tüketilmediğine dair  ön itirazını reddetmeye hazır değilim. Bu nedenden ötürü ve başvurucuların şikayetlerinin, Komisyon tarafından belirlenen ve Divan tarafından da benimsenen esaslarından sonra, ilk üç başvurucu bakımından Sözleşmenin 8. Maddesinin ihlalinin bulunduğunu düşünmüyorum. Kararın geri kalanıyla ilgili olarak çoğunlukla aynı görüşü paylaşıyorum.

2. Sözleşmedeki insan hakları koruma sistemi Strasbourg Kurumlarıyla ulusal makamlar arasındaki işbölümüne dayan¬maktadır. İmzacı Devletler, yetkileri altında olan herkese Sözleşme’de yer alan hak ve özgürlükleri tanıma  yükümlülüğü altındadır.(Madde 1) Sözleşmede öngörülen koruma mekanizması, insan haklarını koruyan ulusal sistemlere yardımcı niteliktedir. Strasbourg denetimi, sadece, tüm iç hukuk yolları tüketildikten sonra ve davalı devletin Divan’ın yargı yetkisini tanıması halinde, uyuşmazlıklara çözüm getiren bir sistem rolü oynamaktadır. (Madde 26) (bkz. diğer yetkililer arasında, 7 Aralık 1976 tarihli Handyside-Birleşik Krallık Davası, Seri a, no. 24, s.22, § 48; ve 6 Kasım 1980 tarihli Van Oosterwijk- Belçika Davası, Seri A, s. 17, § 34) Tüketme şartı ve Strasbourg denetiminin yardımcı niteliği, sadece İmzacı Devletlerin çıkarlarını değil aynı zamanda yetkisi altında bulunan bireylerin de çıkarlarını korumaktadır.

3.  Hem bu davadaki hem de Akdivar ve Diğerleri-Türkiye Davasındaki çoğunluk gibi ben de, başvurucuların şikayette bulunduğu sırada Güneydoğu Anadolu’da söz konusu olan durumdan ötürü, adaletin yerine getirilmesi konusunda birtakım engeller olduğunu düşünüyorum. Özellikle bu tür iç hukuk yollarının dayandığı, geçerli kanıt bulma ve idari soruşturma yürütmede zorluklar vardır. Yine de benim görüşüme göre, bu tür zorluklar sadece ulusal idari soruşturmaları ve yasal işlemleri değil, aynı zamanda, belki de daha fazla, uluslararası yargıcın davanın esaslarını belirleme ve değerlendirme kabiliyetini de etkileyebilir.

4.  Mevcut davada başvurucuları, iç hukuk yollarının tüketilmesinden muaf tutacak bir takım nedenler vardır. Yine de, bu tür bir muafiyet, Strasbourg kurumlarına ek bir yük, yani, Sözleşmeyle ilgili şikayetler konusunda, önceden tasarlanıp teçhiz edilmemiş, olayların saptandığı ilk makam rolü yüklemiştir. Sözleşme sistemine göre, öncelikli olarak ulusal makamlara yani ulusal mahkemelere düşmektedir. Uluslararası bir mahkeme bu korumacı rolü tek başına üstlenemez fakat ulusal insan hakları koruma sistemlerine de güvenmek zorundadır. Bu nedenle bir iç hukuk sisteminin, her ne kadar bazı özel koşullar altında belirli zorluklar mevcut olsa da, daha etkin ve yeterli olması için teşvik edilmesi gerekmektedir.

5.  Bu görüşler çerçevesinde başvurucuların, en azından, şikayetlerini Strasbourg kurumları önüne götürmeden önce, iç hukuk yollarını kullanma girişiminde bulunmaları gerekiyordu. Fakat bunu yapmadılar.

6. Sözleşmenin 26. Maddesinde öngörülen şartların, çoğunluğun kabul ettiğinden çok daha katı biçimde uygulanması anlamına gelen böyle bir yaklaşım ile Divan, bulgularını bireysel davalarla sınırlamak yerine, adaletin ülke içinde uygulanmasındaki hataları belirleyebilir. Diğer bir deyişle, aç bir adama balığı nasıl tutacağını öğretmek, doğrudan o balığı vermekten çok daha faydalıdır.

7.   Sözleşmenin 8. Maddesinin ihlal edildiği iddialarına gelince, o dönemde Saggöze köyünde gerçekten neler olduğunu tespit etmek zordur. Başvurucuların veya Hükümet’in olsun, tanıkların ifadelerinde tutarsızlıklar bulunması anlayışla karşılanabilir. Yine de, ilk üç başvurucunun  iddiaları doğrultusunda,Komisyon tarafından belirlenen olayların makul şüphenin ötesinde kanıtlandığına dair çoğunluk kararına katılmıyorum. Sonucu belirleyen olayların, Komisyon raporunun 175. Paragrafında yapılan tarifi, gerçekten neler olduğu ile ilişkilendirilebilecek veya ilişkilendirilemeyecek sosyal bir gerçeğin hukuksal temeli gibi görünmektedir.

Öte yandan bu davadaki olayları tespit etme ve değerlendirmedeki eksiklikler, benim görüşüme göre, Strasbourg kurumlarının ihmalinden değil, ulusal “ilk derece” mahkemesi olarak olayları soruşturmakla görevli kurumların yetersizliğinden kaynak¬lanmaktadır.

8.   Diğer hususlarda, Madde 13 bağlamında ortaya çıkan istisna dahil, yargıçlar Bay Matscher ve Bay De Meyer’in  kendi şahsi görüşlerinde belirttikleri iddiaların pek çoğuna katılıyorum.

DİPNOTLAR

1 1        Kayıt sırasında yapılan bu özet Divan’ı bağlamaz.
9.
2 2        Dava numarası 58/1996/ 677/867’dir. İlk numara, davanın, söz konusu dönem içinde Divan önüne gelmiş davalar içindeki sırasını, ikinci numara davanın zamanını belirtmektedir. Son iki numara ise davanın baştan beri Divan önüne gelmiş davalar içindeki sırasını ve Komisyon önüne gelmiş başvurular içindeki sırasını ifade etmektedir.
10.
3 3        Divan İçtüzüğü A, 9 No’lu Protokol (1 Ekim 1994) yürürlüğe girmeden önce Divan önüne gelmiş tüm davaları ve bu Prutokol ile bağlı olmayan Devletlerle ilgili davaları  içermektedir. Bu devletler, sonradan pek çok kez değişikliğe uğramış ve 1 Ocak 1983’te yürürlüğe girmiş olan İçtüzük ile bağlıdırlar.
11.
4 4        Mukayyitin notu. Pratik nedenlerden ötürü, bu ek, kararın yazılı şeklinde bulunacaktır. (Hüküm ve Kararlar Raporu 1997) Fakat Komisyon raporunun mukayyit tarafından sağlanması mümkündür.
12.
5 5        Komisyon raporunun 5. Paragrafı
13.
6 6        Kararın 27-30. Paragrafları; Komisyon raporunun 41-44. Paragrafları
14.
7 7        Kararın 59. Paragrafı
15.
8 8        Kararın 58. Paragrafı
16.
9 9         Kararın 91. Paragrafı
17.
10 10   Komisyon raporunun 145. Paragrafı
18.
11 11   İbid.,  §§  89-94
19.
12 12   İbid.,  §§  95-104
20.
13 13   İbid.,  §§  90-91
21.
14 14   İbid.,  §§  96, 97, 101, 102
22.
15 15   İbid.,  §§   48

İnsan Hakları Mahkemesi Kararı

TÜRKİYE BİRLEŞİK KOMÜNİST PARTİSİ VE DİĞERLERİ / Türkiye Davası*
(133/ 1996/ 752/ 951)
30 Ocak 1998

Bu davada, Divan İçtüzüğü A’nın 51. maddesi uyarınca Büyük Daire olarak toplanan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, şu üyelerden oluşmuştur: R. Bernhart, Başkan, F. Gölcüklü, F. Matscher, R. Macdonald, C. Russo, N. Valticos, E. Palm, I. Foighel, R. Pekkanen, A.N. Loizou, J. M. Morenilla, John Freeland, A.B. Baka, M. A. Lopes Rocha, L. Wildhaber, J. Makarczyk, P. Kuris, U. Lohmus, P. van Dijk.

DAVANIN ESASI
I. DAVANIN ÖZEL KOŞULLARI

7. İlk başvurucu, Türkiye Birleşik Komünist Partisi (“TBKP”), Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış olan bir siyasi partiydi (bkz. paragraf  10 aşağıda).
Bay Nihat Sargın ve Bay Nabi Yağcı, ikinci ve üçüncü başvurucular, sırasıyla TBKP’nin Genel Başkan ve Genel Sekreteri idiler.

8. TBKP 4 Haziran 1990 tarihinde kurulmuştu. Aynı gün, partinin tüzük ve programı, Anayasaya ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’na uygunluğunun denetlenmesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na sunulmuştur (2820 sayılı yasa için bakınız 12. paragraf   aşağıda).

A. TBKP’nin kapatılması için yapılan başvuru

9. 14 haziran 1990 tarihinde, TBKP genel seçimlere katılmaya hazırlanırken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı (“Cumhuriyet Başsavcısı”), bu partinin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Cumhuriyet Başsavcısı, partiyi; Anayasanın 6,10,14 ve değişiklikten önceki 68. maddeleriyle, 2820 sayılı yasanın 78. maddesine aykırı olarak sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakküm kurmak, 2820 sayılı yasanın 96/3. maddesine aykırı olarak adında “komünist” kelimesini bulundurmak, Anayasanın 2,3,66 ve değişiklikten önceki 68. maddeleriyle 2820 sayılı yasanın 78 ve 81 maddelerine aykırı olarak Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı amaçlayan faaliyetlerde bulunmak ve 2820 sayılı yasanın 96/2. maddesine aykırı olarak, daha önce kapatılmış bir siyasi partinin devamı olduğunu ilan etmekle itham etti.

Cumhuriyet Başsavcısı başvurusunu desteklemek için TBKP’nin programından bazı bölümlere, temel olarak da “Kürt sorunun barışçı, demokratik ve adil çözümüne doğru” başlıklı bölümüne dayanmıştır, bu bölüm aşağıdaki gibidir:

“Ulusal kurtuluş savaşı birlikte yürütüldüğü halde Kürtlerin ulusal varlığı ve meşru hakları Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana inkar edilmiştir. Gelişen Kürt ulusal bilincine, egemen güçler; yasaklarla, baskı ve terörle yanıt vermişlerdir. Irkçı, şoven, militarist politikalar, Kürt sorununu keskinleştirmektedir. Bu aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünde büyük bir engel oluşturmakta ve uluslararası emperyalist ve militarist odakların, ortadoğudaki gerginliklerini arttırma, halkları birbirine düşman etme, Türkiye’yi askeri maceralara sürükleme planlarına hizmet etmektedir.

Kürt sorunu, Kürt halkının varlığının, ulusal kimliğinin ve haklarının tanınmamasından kaynaklanan politik bir sorundur. O nedenle bu sorun baskı, terör ve askeri yöntemlerle çözülemez. Şiddet her halkın doğal ve devredilmez hakkı olan kendi geleceğini tayin hakkının, birlik değil, aykırılık biçiminde ve tek yönde kullanılmasına yol açar. Sorunun çözümü politiktir. Kürt halkı üzerindeki baskı ve ayrımcılığın kalkması için Türk ve Kürtler birleşmek zorundadırlar.

TBKP, Kürt sorunun, ortak menfaatler üzerine kurulmuş, eşit haklara ve demokratik yeniden yapılanma amacına dayanan, Türk ve Kürt halklarının gönüllü olarak birarada yaşamasını sağlayacak barışçıl, demokratik ve adil bir şekilde çözülmesi için çalışacaktır.

Kürt sorunun çözümü Kürtlerin özgür iradesini temel almalı, Türk ve Kürt uluslarının ortak çıkarlarına dayanmalı, Türkiye’nin demokratikleşmesine ve Ortadoğu’da barışa hizmet etmelidir.

Kürt sorununa, ancak ilgili taraflar görüşlerini özgürce ifade edebildiklerinde, sorunu çözmek için hiçbir şekilde şiddete başvurmayacakları konusunda anlaştıklarında ve siyasette kendi ulusal kimlikleriyle yer aldıklarında çözüm bulunabilecektir.

Kürt sorununun çözülmesi zaman alacaktır. Kısa vadede, Kürtler üzerindeki askeri ve politik baskıların sona erdirilmesine, Kürt kökenli yurttaşların yaşam güvenliklerinin sağlanmasına, olağanüstü halin sona erdirilmesine, köy koruculuğu sisteminin terkedilmesine, Kürt dili ve Kürt kültürü üzerindeki yasakların kaldırılmasına öncelik verilmelidir. Sorun özgürce tartışılmalıdır. Anayasada Kürtlerin varlığı tanınmalıdır.

Türkiye’de Kürt sorununa çözüm bulunmadan demokratik yenilenme gerçekleşemeyecektir. Her çözüm, Türkiye’nin demokratikleşmesi için bir mücadele gerektirecektir.”

Cumhuriyet Başsavcısı’nın dayandığı diğer iki bölüm de şöyledir:

“… Türkiye İşçi Partisi ve Türkiye Komünist Partisi’nin birleşmesinden ortaya çıkan, Türkiye Birleşik Komünist Partisi emekçi sınıfın partisidir.

Kültürel yenilenme, Türk ve Kürt ulusal değerleri, Anadolu Uygarlıklarının mirası, İslam kültürünün insancıl öğeleri, halkımızın çağdaşlaşma mücadelesinde yarattığı tüm değerlerin evrensel, çağdaş kültür ile karşılıklı etkileşimi ile gerçekleşecektir.”

Yukarıda adı geçen Türkiye İşçi Partisi, 16 Ekim 1981 tarihinde, TBKP’nin kapatılmasında esas alınanlara benzer gerekçelerle kapatılmıştır.
B. TBKP’ nin kapatılması
10. Anayasa Mahkemesi 16 Temmuz 1991 tarihinde TBKP’nin kapatılmasına karar verdi; ki bu karar, 2820 sayılı yasanın 107/1. maddesi uyarınca, ipso jure, partinin tasfiyesini ve sahip olduğu malların hazineye geçmesini gerektirmekteydi. Karar, 28 Ocak 1992 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlandı. Sonuç olarak, partinin kurucuları ve yöneticileri diğer siyasi örgütlerde benzeri görevler almaktan men edildi ( Anayasanın 69. ve 2820 sayılı yasanın 95/1. maddeleri – bkz. Parag. 11 aşağıda).
Anayasa Mahkemesi, ilk olarak, TBKP’nin bir sosyal sınıfın, proleteryanın, diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenlik kurmasını hedeflediği iddiasını reddetti. Partinin tüzüğünün, Modern Marxist ideoloji ve çağdaş politik görüşlere dayandığını, bu bağlamda TBKP’nin, siyasal çoğulculuk, genel oy ve siyasal katılma özgürlüğüne dayanan demokrasinin gereklerini yerine getirdiğine karar verdi.

Anayasa Mahkemesi, 2820 sayılı yasanın 96/2. maddesine dayanılarak ileri sürülen, hiçbir siyasi partinin daha önceden kapatılmış olan siyasi partilerin devamı olduklarını beyan edemeyecekleri iddiasını da reddetmiştir. Anayasa Mahkemesi’ne göre, bir siyasi partinin daha önceki politik hareket ve düşünce akımlarının kültürel mirasını sahiplenmesi bütünüyle doğaldır  ve bu demokrasi fikrine uygundur. Bundan dolayı, TBKP, sadece Marksist kurumların deneyim ve kazanımlarından ilham almış olması nedenine dayanılarak, yasa hükümlerini ihlal etmiş sayılamaz.

Anayasa Mahkemesi, 2820 sayılı Yasanın 96/3. maddesince kullanılması yasaklanmış olan bir sözcüğün, bir siyasi partinin , somut olayda TBKP’nin, adında bulunmasını , tek başına, yasa hükmünün uygulanması için yeterli saymış ve sonuç olarak bunun ilgili partinin kapatılmasını gerektirdiğine karar vermiştir

Anayasa Mahkemesi, TBKP’nin tüzük ve programının, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü zayıflatır gözüktüğü iddiası ile ilgili olarak, bu tüzük ve programın, inter alia, iki ulusa gönderme yaptığı (Türk Ulusu ve Kürt Ulusu) bölümlerine işaret ederek, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde iki ulusun bulunduğunu kabul etmenin mümkün olmadığını belirtmiş ve yurttaşlarının, etnik kökenleri her ne olursa olsun Türk vatandaşı olduklarını vurgulamıştır. Parti  tüzüğünde Türk dili ve kültürü dışındaki dil ve kültürlere destek veren bölümlerde, gerçekte Türk Ulusal birliğine zarar verecek bir şekilde azınlıklar yaratma amacını taşıyan öneriler yeralmaktadır.

Kendi geleceğini tayin hakkının ve bölgesel özerkliğin anayasa tarafından yasaklandığını hatırlatan Anayasa Mahkemesi;  devletin tek, ülkenin tüm ve ulusun da bir olduğunu belirtmiştir. Mahkeme, ulusal birliğin, etnik kökenlerine ve eşit tabanlardan gelip gelmediklerine bakmaksızın biraraya gelen topluluk ve bireylerin bütünleşmesi ile sağlandığını, ulusun meydana geldiğini ve devletin böyle kurulduğunu belirtmiştir. Türkiye’de, Lozan Antlaşması ve Türkiye ile Bulgaristan arasında yapılan dostluk antlaşmasında tanınanlar dışında “azınlık” ya da “ulusal azınlık”  ve yurttaşlar arasında ayrım yapılmasına olanak tanıyacak herhangi bir Anayasal ya da yasal düzenleme yoktur. Kürt kökenliler de, tüm yabancı asıllılar gibi kendi kimliklerini açıklayabilirler, ancak Anayasa ve yasalar onların bir ulus ya da Türk ulusundan ayrı bir azınlık oluşturmalarını yasaklamıştır. Sonuç olarak, TBKP’nin ayrımcılığı ve Türk ulusunun bölünmesini teşvik etmesi kabul edilemez ve bu hususlar söz konusu partinin kapatılmasını haklı kılar.
II. İLGİLİ İÇ HUKUK
A. Anayasa
11.   Söz konusu tarihte; Anayasa’nın ilgili hükümleri şöyledir:

2. madde :

“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyeçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletidir.”

3/1. madde:

“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.”

6. madde :

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.

Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.”

10/1. madde :

“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”

14.  madde :

“Anayasada  yer alan hak ve özgürlüklerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla kullanılamazlar.”

66.  madde :

“ Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”

68. madde ( Değişiklikten Önceki Hali ) :

“ Vatandaşlar, siyasi parti kurma ve usulüne göre partilere girme ve partilerden çıkma hakkına sahiptir…
Siyasi partiler demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Siyasi partiler, önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri içinde faaliyetlerini sürdürürler.
Siyasi partilerin tüzük ve programları, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz.
Sınıf veya zümre egemenliğini veya herhangi bir diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan siyasi partiler kurulamaz,…”
69. madde (Değişiklikten Önceki Hali ) :

“Siyasi partiler, tüzük ve programları dışında faaliyette bulunamazlar; Anayasanın 14’üncü maddesindeki sınırlamalar dışına çıkamazlar; çıkanlar temelli kapatılır.

Siyasi partilerin parti içi çalışmaları ve kararları, demokrasi esaslarına aykırı olamaz.

Cumhuriyet Başsavcılığı, kurulan partilerin tüzük ve programlarının kurucularının hukuki durumlarının Anayasa ve kanun hükümlerine uygunluğunu, kuruluşlarını takiben ve öncelikle denetler; faaliyetlerini de takip eder.
Siyasi partilerin kapatılması, Cumhuriyet Başsavcılığı’nın açacağı dava üzerine, Anayasa Mahkemesince karara bağlanır.
Temelli kapatılan siyasi partilerin kurucuları ile her kademedeki yöneticileri; yeni bir siyasi partinin kurucusu, yöneticisi ve denetçisi olamayacakları gibi, kapatılmış bir siyasi partinin mensuplarının üye çoğunluğunu teşkil edeceği yeni bir siyasi parti de kurulamaz…”
B. 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu

12. 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun ilgili  hükümleri şöyledir:

78.  madde :

“ Siyasi partiler:
(a) Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini;…Anayasanın Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, milli marşına… dair hükümlerini; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu… esasını; …egemenliğin kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı … hükmünü …;
Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacını güdemezler

(c) Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamazlar ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar …”

80.  madde :

“Siyasi partiler, Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı Devletin tekliği ilkesini değiştirmek amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.”

81.  madde :

“Siyasi partiler :
(a) Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya dini veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler; ( veya )
(b) Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette bulunamazlar …”

90/1. madde :

“ Siyasi partilerin tüzük, program ve faaliyetleri Anayasa ve bu kanun hükümlerine aykırı olamaz.”

96/3. madde :

“ … komünist, anarşist, faşist, teokratik, nasyonel sosyalist, din, dil, ırk, mezhep ve bölge adlarıyla veya aynı anlama gelen adlarla da siyasi partiler kurulamaz veya parti adında bu kelimeler bulunamaz.”

101.  madde :

“Anayasa Mahkemesince bir siyasi parti hakkında kapatma kararı:
(a) Parti tüzüğünün veya programının … bu kanunun dördüncü kısmında yer alan hükümlerine aykırı olması; (veya)
(b) Parti büyük kongresince, merkez karar ve yönetim kurulunca … bu Kanunun dördüncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı karar alınması veya genelge veya bildiriler yayınlanması … veya parti genel başkanı veya genel başkan yardımcısı veya genel sekreterinin sözü edilen bu maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunması; … hallerinde verilir…”

107. madde :

“ Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılan siyasi partinin bütün malları Hazineye geçer.”

Yukarıda 101. maddede gönderme yapılan, yasanın 4. bölümünde, yukarıda aktarılan 90(1) ve 96(3). maddelerindeki belli bazı bölümler bulunmaktadır.
KOMİSYON ÖNÜNDE İŞLEMLER
13.   Başvurucular 7 Ocak 1992  tarihinde Komisyona başvurdular. Başvurucular TBKP’nin kapatılmasının;
(a)  Sözleşmenin 6/2, 9,10,11. maddelerini ayrı ayrı, 14. madde ile birlikte ve 18. maddesini (9,10,11. maddelerle bağlantılı olarak); ve
(b)  1 No’lu protokolün 1. ve 3. maddelerini ihlal ettiğini savunmuşlardır.

14. 6 Aralık 1994 tarihinde Komisyon, başvuruyu (no. 19392/92) Sözleşmenin 6/2. maddesi bakımından kabul edilmez, diğer maddelere ilişkin iddialar bakımından kabul edilebilir bulmuştur.

15. Komisyon 3 Eylül 1996 tarihli raporunda (31. madde), oybirliği ile sözleşmenin 11. maddesinin ihlal edilmiş olduğuna, 9 ve 10. maddeler bakımından ayrı bir meselenin doğmadığına ve sözleşmenin 14 ve 18. maddeleriyle, 1 No’lu protokolün 1 ve 3. maddeleriyle ilgili ayrı bir inceleme yapmanın gerekli olmadığına oybirliğiyle karar vermiştir.
DİVANA SON SUNUŞLAR

16.   Hükümet dilekçesinde, “…Divan’dan  Sözleşmenin 9,10,11,14 ve 18. maddelerinin ve 1 No’lu protokolün 1 veya 3. maddelerinin ihlal edilmediğine karar vermesini talep etti”.
17.   Başvurucular, “ başvurunun dayandığı olayların … Sözleşmenin 11. ve 1 No’lu protokolün 1 ve 3. maddelerinin ihlali sonucunu doğurduğunun” tespitini talep etmişlerdir.
KARAR
I. 11. MADDENİN İHLALİ İDDİASI:

18.   Başvurucular, TBKP’nin kapatılmasının ve liderlerinin – Bay Sargın ve Bay Yağcı da dahil olmak üzere – başka bir siyasi partide benzeri görevler üstlenmelerinin yasaklanmasının sözleşmenin 11. maddesinde güvence altına alınan örgütlenme özgürlüğünü ihlal ettiğini iddia etmişlerdir. 11. maddeye göre:

“1. Her şahıs asayişi ihlal etmeyen toplantılara katılmak ve başkalarıyla birlikte sendikalar tesis etmek ve kendi menfaatlerini korumak üzere sendikalara girmek hakkı dahil olmak üzere dernek kurma hakkını haizdir.
2. Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplulukta, zaruri tedbirler mahiyetinde olarak milli güvenliğin, amme emniyetinin, nizamı muhafazasının, suçun önlenmesinin, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması için ve ancak kanunla tahdide tabi tutulabilir. Bu madde, bu hakların kullanılmasında silahlı kuvvetler, zabıta mensupları ve devletin idare mekanizmasında görevli olanlar hakkında muhik tahditler konmasına mani değildir.”
A. 11. Maddenin Uygulanabilirliği
1. Tarafların Divan Önündeki Sunuşları

(a)  Hükümet

19.   Hükümet, 11. maddenin, hiçbir olayda siyasi partilere uygulanamayacağını ileri sürmüştür. Bir parti, tüzük veya programında bir ülkenin anayasal düzenine saldırdığında, Divan Sözleşmenin konu bakımından (ratione materiae) uygulanamayacağına karar vermeli ya da 11. maddeyi uygulamak yerine 17. maddeyi uygulayacağını açıklamalıdır.

Sözleşmenin yüzeysel olarak incelenmesi durumunda bile 11. maddenin  ya da bunun dışındaki bir maddenin siyasal partilere ilişkin herhangi bir ibare bulundurmadığı gibi devletlerin anayasal yapılarına da gönderme yapılmamıştır. Siyasal kurumlara ilişkin olarak yalnızca 1. No’lu protokolün 3. maddesinde bir gönderme olması ve bu maddenin de devletlere yükümlülük getirecek bir biçimde ifade edilmiş olması nedeniyle, bireyler lehine herhangi bir hak tanımıyor olması önemlidir.

Ulusal anayasaların normal olarak örgütlenme özgürlüğünün düzenlenmesi bağlamında ele aldığı diğer örgütlenme biçimlerinden farklı olarak, siyasal partilere ilişkin düzenlemeler, temel anayasal kurumların düzenlendiği bölümlerde yer almaktadır. Bu, örneğin; Almanya, Danimarka, İspanya, Fransa, İtalya, Yunanistan anayasalarında böyledir.
20.   TBKP’nin tüzük ve programı Türkiye’nin temel anayasal ilkeleri ile açıkça bağdaşmamaktadır. TBKP, kendisini “komünist” olarak adlandırmayı seçmekle, kaçınılmaz olarak yıkıcı bir öğretiye gönderme yapmakta, Türkiye’nin siyasal ve ülkesel birliğine zarar verecek totaliter bir politik hedef seçmekte ve Türk kamu hukukunun temel ilkelerini, laiklik gibi, tehlikeye atmaktadır. Komünizm, her halde, iktidarı güç kullanarak elde etmeyi gerektirir ve bu sadece Türkiye’de değil fakat Avrupa Konseyi üyesi diğer devletlerde de kabul edilemeyecek bir siyasal düzen kurmayı hedefler.  Ayrıca belli bir takım isimlerin kullanılması Batı’daki diğer hukuk sistemlerinde de yasaklanmıştır. Bu bağlamda, Hükümet Almanya, Polonya ve Portekiz Anayasalarına gönderme yapmaktadır. Sonuç olarak, TBKP  liderleri, 1990’da (Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra) “komünist” adını ne maksatla seçmiş olurlarsa olsunlar, Hükümete göre,  bu adın seçilmesi, siyasal anlamından bağımsız olarak değerlendirilemez.

21.  Öte yandan, TBKP eğer siyasal hedeflerine ulaşmayı başarabilirse, Türkiye’nin ülke ve ulus bütünlüğü ciddi bir şekilde zarar görecektir. TBKP, tüzük ve programında Türk ve Kürt ayrımı yaparak, Kürtlerin ulusal kimliğine gönderme yaparak, Kürtlerin varlığının anayasal olarak tanınmasını talep ederek, Kürtleri bir ulus olarak niteleyerek ve kendi kaderlerini tayin hakları üzerinde durarak, etnik kökenden bağımsız olan yurttaşlığın temellerine zarar verecek bir ayrımcılığa yol açmıştır. Bu siyasal hedef, devletin temelini oluşturan esaslı ilkelere meydan okuma anlamını taşıdığı için Anayasa Mahkemesi bu siyasal hedefin anayasaya uygunluğunu denetlemek durumunda kalmıştır. Anayasa Mahkemesi, bunu yaparken, yabancı yurttaşların yerel seçimlerde oy kullanmaları ile ilgili 31 Ekim 1991 tarihli Alman Anayasa Mahkemesi kararı ile Korsika’nın statüsü ile ilgili 9 Mayıs 1991 tarihli Fransız Anayasa Konseyi’nin kararında izledikleri yolu takip etmiştir.

Hükümet sunuşunda, devletlerin sözleşmeye katılırken, hiç bir aşamada anayasal kurumlarının ya da özelde varlıkları için gerekli saydıkları ilkelerin Strasbourg organlarınca denetlenmesini tasarlamadıklarını belirtmiştir. Bu nedenle, TBKP gibi bir siyasi parti, bu kurum ve ilkeleri tehdit edince, sözleşme ve protokollerine dayanarak başvuruda bulunamaz.

TBKP, sözleşmenin temellerini ve koruduğu özgürlükleri tehdit ettiği için bu partiye sözleşmenin 17. maddesi uygulanmalıdır. Bu bağlamda hükümet, Komisyon’un Glimmerveen ve Hagenbeek/ Hollanda ( Başvuru no: 8348/78, Kararlar ve Raporlar (“DR”) 18, s. 187); Kühnen/ Almanya ( Başvuru no: 12194/86, DR 56, s. 205); H., W., P ve K/ Avusturya ( Başvuru no: 12774/87, DR 62, s.216) ve Remer/ Almanya               ( Başvuru no: 25096/94, DR 82-B, s. 117) kararlarına işaret etmektedir. Türk makamları, Türkiye’nin içinde bulunduğu şiddetli terör ortamında, Türk toplumuna dahil çeşitli unsurlar arasında, kaçınılmaz olarak düşmanlık ve şiddeti tahrik edecek olan açıklamaların yapılmasını yasaklamak ve örgütlerin kurulmasını engellemek durumunda kalmışken; sözleşmede öngörülen hakların kötüye kullanılmasını engellemek için 17. maddenin uygulanması gerektiği açıktır.

(b)  Başvurucular

22.   Başvurucular, siyasi partilerin 11. maddenin kapsamı dahilinde olduğunda kuşku bulunmadığını ileri sürdüler. Başvurucular, sözleşmenin kapsamının Türk Anayasasına dayanılarak sınırlanamayacağına dikkat çektiler. (Başvuruculara göre), İç hukuk sözleşmenin ışığında yorumlanmalıdır, sözleşme iç hukukun ışığında değil.

(c)  Komisyon
23. Komisyon sözleşmenin 11. maddesinin yazımından, kapsamının belli bir takım kurum ya da gruplar lehine sınırlı olduğu ya da bu hükmün siyasal partilere uygulanmayacağına ilişkin hiç bir engelin bulunmadığı görüşünü tartışmıştır. Aksine, 11. madde demokrasinin gerektiği gibi uygulanabilmesini sağlayan yasal bir güvence olarak anlaşıldığında, siyasal partiler 11. maddenin koruduğu en önemli örgüt türüdür. Bu bağlamda Komisyon, 11. madde ile ilgili olarak siyasal partilerin faaliyetlerinin sınırlanmasına ve hatta bu tür partilerin kapatılmasına; böylece zımnen 11. maddenin bu tür örgütlere uygulandığına ilişkin başvurularla ilgili kararlarına ( bkz. Alman Komünist partisi Davası, Başvuru no: 250/57, Yıllık I, s. 225; Yunanistan Davası, Yıllık, 1969, s. 170, parag. 392; Fransa, Norveç, Danimarka, İsveç ve Hollanda/ Türkiye Davası, Başvuru numaraları: 9940-9944/82, DR. 35, s. 143) gönderme yapmaktadır.

Divan önündeki duruşmada, Komisyon temsilcisi, ayrıca,  bu olayın, Komisyonun  17. maddenin uygulamasını gerektiren nadir olaylardan ayırdedilebilir olması nedeniyle, bu olayda bu maddeye başvurmanın gerekli olmadığını belirtmiştir. Bu nadir olaylarda, şiddeti ( yukarıda belirtilen Alman Komünist Partisi Davasına bakınız) veya nefreti (yukarıda değinilen Remer Davasına bakınız) yaymayı hedefleyen suç fiilleri söz konusudur. Olayda, bunun tersine, TBKP’nin tüzük ve programında, bu partinin demokratik bir parti olmadığına veya yasa dışı veya demokratik olmayan yöntemleri kullanacağına, şiddet kullanımına cesaret verdiğine veya Türkiye’nin demokratik ve çoğulcu siyasal sistemine zarar vermeyi hedeflediğine veya ırkçı (bir parti) olup diğerlerinin hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırmayı hedeflediğine ilişkin bir ibare yoktur.
2. Divanın Değerlendirmesi

24.   Divana  göre sözleşmenin 11. maddesinin sözsel anlamı, siyasi partilerin bu maddeyi dayanak olarak alıp alamayacakları sorununa bir ilk cevap oluşturmaktadır. Divan bu bakımdan, 11. maddede her ne kadar “sendika kurma hakkı da dahil olmak üzere, başkaları ile birlikte, örgütlenme özgürlüğü”nden söz ediliyorsa da, burada “dahil” bağlacının, sendikaların, örgütlenme özgürlüğünün kullanılabileceği örneklerden sadece biri  olduğunu açıkça gösterdiğini belirtir. O halde, bu hükümde, sendikaların  anılmasıyla, Hükümetin değerlendirmesinde olduğu gibi, sözleşmeyi hazırlayanların siyasal partileri 11. maddenin kapsamı dışında bıraktıkları sonucuna varılamaz.

25.   Divan, ayrıca, 11. maddenin sözsel anlamından öte, siyasal partilerin demokrasinin layıkıyla işlemesinde temel bir örgütlenme biçimini temsil etmekte olduğuna ağırlık vermektedir. Demokrasinin sözleşme sistemindeki önemi karşısında (Bakınız 45. Paragraf aşağıda),  siyasal partilerin 11. maddenin kapsamına girdikleri  konusunda hiç bir kuşku yoktur.

26.   Divan bu aşamada, Hükümetin, TBKP’nin Türkiye’nin anayasal düzenini tehdit ettiği savı ile ilgili  olarak,  ne bu savın doğru olup olmadığı, ne de böyle bir savın söz konusu partinin yalnızca tüzüğü ve programı temeline dayandırılıp dayandırılamayacağı konusunda karar vermeyi gerekli görmemektedir.Divan, bu bağlamda yakınılan müdahalenin gerekliliği konusundaki incelemelerine yollama yapar ( bkz. 42-47. Paragraflar aşağıda).

27.   Divan, öte yandan, siyasal partiler de dahil olmak üzere, bir örgütün, sadece ulusal makamlarca, bu örgüt faaliyetlerinin kendi anayasal yapılarını tehdit ettiğine ilişkin değerlendirmesi ile, sözleşme tarafından sağlanan korumanın dışında kalmış sayılamayacağını ve bunların sınırlayıcı önlemler alınmasına olanak tanımayacağını belirtmiştir. Divan’ın daha önceki kararlarında da belirttiği gibi, ulusal makamlar anayasal haklara  işlerlik kazandırmak veya hukukun üstünlüğüne saygıyı sağlamak için gerekli gördükleri önlemleri almakta ilke olarak takdir yetkisine sahip iseler de, bu sınırlamaları sözleşmeden kaynaklanan yükümlülükleri ile bağdaşır bir biçimde ve sözleşme organlarının denetimi kaydı ile yapabilirler ( Open Door ve Dublin Well Woman/ İrlanda Davası, 29 Ekim 1992, Seri A no: 246- A s.29 parag.69).

28.   Sözleşmenin dibacesi,  ulusal anayasalarda sıklıkla ilk olarak düzenlenen “aynı siyasal geleneklere, ideallere, özgürlük ve hukukun üstünlüğü konularında ortak bir mirasa” (bakınız paragraf 45 aşağıda) yollama yapılmaktadır. Sözleşme sağladığı hakları ortak güvence sistemi ile kurmakta (bakınız, Loizidou/ Türkiye (İlk itirazlar) 23 Mart 1995 tarihli karar, Seri A no: 310, s.26, Paragraf 70), talilik ilkesi uyarınca , ulusal düzeyde sağlanan korumayı, hiç bir şekilde sınırlandırmaksızın, güçlendirmektedir (sözleşmenin 60. maddesi).

29.   Divan öte yandan , 1. madde uyarınca, taraf devletlerin “kendi yetki alanı içinde bulunan herkese” sözleşmenin 1. Bölümünde belirlenen hak ve özgürlükleri tanıdıklarını işaret etmektedir. Bu hüküm, Sözleşmenin 14.; 2 ila 13. ve 63. maddeleri ile birlikte, Sözleşmenin kişi, konu ve yer bakımından uygulama alanını çizmektedir (bkz. İrlanda/ Birleşik Krallık kararı 18 Ocak 1978, A Serisi no:25, s. 90, parag.238). Ancak, Sözleşme kural türüne veya söz konusu tedbire göre hiç bir ayrım yapmamakta ve üye devletlerin “yetki alanının” hiç bir parçasını sözleşme  denetimi dışına çıkarmamaktadır. Bu nedenle taraf devletler – sıklıkla anayasalarının ilk bölümlerinde öngörülen – “egemenliklerini” bütünü ile sözleşmeye saygı yükümlülükleri çerçevesinde kullanırlar.

30.   Böylece, üye devletlerin kurumları ve siyasal organları sözleşmede öngörülen hak ve ilkelere saygı göstermelidirler. Bu bağlamda, söz konusu düzenlemelerin anayasa ile (bakınız, örneğin, Gitonas ve Diğerleri/ Yunanistan, 1 Temmuz 1997 tarihli karar, 1997-V)  ya da sadece kanunla yapılmış olması fazla önem taşımaz (bkz. örneğin, 2 Mart 1987 Mathieu-Mohin ve Clerfayt/ Belçika kararı, Seri A no. 113). İlgili devlet bu hükümlere dayanarak egemenliğini kullandığı andan itibaren, bu hükümler sözleşme hükümlerine göre denetime tabi olurlar.

31.   Divan önüne gelen ihtilaflarda, bir devletin kurumsal yapısından kaynaklanan formlarla, dar anlamda temel haklardan kaynaklananları ayırmaya girişmek; bazen zor, hatta yapaydır. Özellikle bu olayda böyledir, siyasal partilerin üstlendikleri rol karşısında (bakınız paragraf 25 yukarıda) bu, ilgili devlette örgütlenme özgürlüğünü, sonuç olarak da demokrasiyi etkilemektedir.

32.   Faaliyetleri ile herhangi bir devletin kurumlarını tehlikeye atan örgütler, bu kurumların sağladığı korumadan mahrum kalırlar. Bu bakımdan, Divan, demokratik toplum gereklerinin ve bireysel özgürlüklerin korunması zorunluluklarının belirli bir biçimde uzlaştırılmasının sözleşmenin sistemine aykırı olmadığı şeklindeki daha önceki yargısını hatırlatır. Böyle bir uzlaştırma, yetkililerin müdahalesinin 11. maddenin 2. fıkrasına uygun olarak yapılmalıdır. Ancak bu halde Divan, olayın tüm koşullarını gözeterek Sözleşmenin 17. maddesinin uygulanıp uygulanmayacağına karar verir.

33.  Komisyon önünde, Hükümet ayrıca, 11. maddenin örgütlenme özgürlüğünü güvence altına aldığını, ancak bir partinin kapatılmasına engel olmadığını ileri sürmüştür.
Komisyon, örgütlenme özgürlüğünün,  sadece bir siyasal parti kurabilmesini değil, aynı zamanda kurulmuş bir partinin siyasal faaliyetlerini özgürce yürütülmesini de güvence altına aldığı görüşündedir.

Divan, sözleşmenin; hakların teorik veya varsayımsal olarak değil, uygulamada ve etkili olarak korunmasını hedeflediğini (bakınız 13 Mayıs 1980 tarihli Artico/ İtalya kararı, Seri A no: 37, s. 16, paragraf 33, ve yukarıda anılan Loizidou kararı, s. 27, paragraf 72) hatırlatmaktadır. 11. maddede öngörülen hak, ulusal mercilerin sözleşmeye bağlı olmadan anında varlığına son verebileceği şekilde sadece bir örgütün kurulması ile sınırlı olsaydı tümüyle teorik ve varsayımsal olurdu. Bu nedenle, 11. madde tarafından sağlanan korumadan,  örgüt var oldukça yararlanılır ve bir örgütün kapatılmasında, (bu kararı alan) ülkenin mercileri bu hükmün 2. paragrafının gereklerini yerine getirmelidir (bakınız parag. 35-47 aşağıda).

34.  Sonuç olarak 11. madde dava konusu olaylara uygulanır.
B. 11. maddeye uygunluk
1. Müdahale olup olmadığı

35. Hükümet, Komisyon önünde, TBKP’nin kapatılmasının Bay Yağcı ve Bay Sargın’ın örgütlenme özgürlüğüne müdahale oluşturmadığını savunmuştur. Ancak, bu iddia Divan önünde tekrarlanmamıştır.

36. Komisyon gibi Divan da, her üç başvurucuya  bunlardan Bay Yağcı ve Bay Sargın’a parti kurucusu ve yöneticisi olarak ve diğer tüm siyasal  gruplarda benzer sorumluluk almalarını yasaklayan bir müdahale  olduğu sonucuna varmıştır.
2. Müdahalenin haklı olup olmadığı

37. Böyle bir müdahale, “yasa tarafından öngörülmeyip”, 2. paragrafta öngörülen meşru amaçlardan bir veya daha çoğuna yönelmedikçe ve “demokratik bir toplumda gerekli olmadıkça” 11. maddenin  ihlali sonucunu doğurur.

(a)  “Kanun tarafından öngörülmüş olma”

38. Anayasa Mahkemesi kararındaki ölçüleri Anayasanın 2, 3/1, 6, 10/1 ve 14/ 1, değişiklikten önceki 68. maddeleri ile, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasasının 78, 81, 96/3. maddelerine dayandırdığından, müdahalenin “kanun tarafından öngörüldüğü” hususunda taraflar arasında görüş birliği vardır .

(b)  Meşru amaç

39. Hükümet, müdahalenin bir takım meşru hedeflerinin bulunduğunu belirtmiştir. Bunlar; ulusal güvenliği sağlama, halkın güvenliği ve ülkenin bütünlüğü ile diğerlerinin hak ve özgürlüklerini korumadır. Divan, eğer, Hadjianastassiou/ Yunanistan davasında 16 Aralık 1992 tarihinde verdiği kararda olduğu gibi, bir casusluk olayının ulusal güvenliğe zarar verdiğini kabul ederse, bu davada, sözleşmeye taraf olan bir devletin varlığının tehdit altında olduğunu da kabul etmelidir.

40. Komisyon, Anayasa Mahkemesi tarafından TBKP’nin kapatılmasında dayanak olarak alınan esaslar arasında ayrım yapmıştır. Müdahalenin partinin adında “komünist” kelimesinin bulunmasından kaynaklandığı göz önüne alındığında, Komisyon’a göre, bu müdahalenin 11. maddeye dayanılarak herhangi bir meşru amaç tarafından haklılaştırılması mümkün değildir. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi de TBKP’nin demokratik kurumlara saygı göstermeyeceği veya bir diktatörlük kurmaya teşebbüs edeceğine ilişkin herhangi bir kanıt olmadığını farketmiştir. Buna ek olarak, 12 Nisan 1991’de yürürlüğe giren 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası, Ceza Kanunu’nun, inter alia, komünist eğilimli olduğu iddia edilen örgütlere girmeyi ve eylemlere katılmayı suç olmaktan çıkarmıştır.

Diğer yandan, TBKP’nin kapatılması, programında Türk ve Kürtler arasında ayrım yapmasına bağlanmış ve Komisyon bunu ülke bütünlüğünün bu suretle ulus güvenliğinin sağlanması amacına bağlanabileceğini ve bunun, TBKP’nin terörist bir örgüt olduğu veya terörizmi desteklediği için değil ve fakat bu partinin açıkça ayrı bir Kürt ulusunun yaratılmasını gerçekleştirmeye çalıştığı ve  sonuç olarak Türkiye Devleti ülkesinin yeniden dağıtılması sonucunu doğurma olasılığının bulunmasından kaynaklandığını belirtmiştir.

41. Divan, Komisyon gibi TBKP’nin kapatılmasının 11. maddede sayılan meşru amaçlardan en az birini, “ulusal güvenliğin korunması” amacını takip ettiğini düşünmektedir.

(c) “Demokratik toplumda gerekli”
(i)  Genel ilkeler

42. Divan, 11. maddenin, özerk anlamına ve özel uygulama alanına karşın, görülmekte olan davada, 10. madde ışığında değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Düşüncenin korunması ve bunu açıklama özgürlüğü 11. maddede öngörülen toplanma ve örgütlenme özgürlüğünün önemli unsurlarından biridir ( bakınız, diğerleri yanında, 13 Ağustos 1981 tarihli Young, James ve Webster/ Birleşik Krallık Davası kararı, Seri A no: 44, s. 23, paragraf 57, 26 Eylül 1995 tarihli Vogt/ Almanya kararı, Seri A no:323, s. 30, prg. 64).

43. Siyasal Partilerin demokrasinin layıkıyla işlemesinde ve çoğulculuğun korunmasındaki                       önemli rolleri dikkate alındığında bu hükmün öncelikle uygulanacağı açıktır ( bakınız paragraf 25 yukarıda).

Divanın, kararlarında defalarca belirtmiş olduğu gibi, çoğulculuk olmaksızın demokrasi olmaz. Bu nedenle, 10. maddede öngörülen ifade özgürlüğü, 2. fıkra uyarınca, sadece açıklanan bilgi ve fikirlere taraftar olunduğunda, rahatsız etmediğinde ya da farklı olmadığında değil, aynı zamanda; taciz eden, şoke eden, rahatsız eden  bir nitelik taşıdığında da söz konusudur ( bakınız, yukarıda değinilen Vogt kararı, s.25. paragraf  52). Siyasal parti, faaliyetlerinin kollektif olarak ifade özgürlüğünün uygulamasını oluşturduğu için bunların, Siyasal partilerin, ifade özgürlüğüne sahip olması onlara, Sözleşmenin 10 ve 11. maddelerini dayanak olarak alabilmeleri sonucunu doğurmuştur.

44. Informationsverein Lentia ve diğerleri Avusturya Davsı kararında (Bakınız 24.11.1993, Seri A No 276, sh.16.par.38’e) Divan, devleti çoğulculuğun nihai koruyucusu olarak nitelendirmiştir. Siyasal alanda, bu sorumluluk devlet için diğerleri yanında, 1. No’lu protokolün 3. maddesi uyarınca kamuoyununözgürce ifade edilmesinin sağlandığı koşullarda makul sürelerle, gizli oyla serbest seçimler düzenleme sorumluluğu getirir.

45. Hiç kuşkusuz demokrasi “Avrupa kamu düzeninin temel bir unsurunu temsil etmektedir      (bkz. yukarıda değinilen Loizidou kararı, s. 27 parag. 75).

Bu ilk önce, sözleşmenin, insan hakları ve temel özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesinin, bir yandan gerçekten etkili bir siyasal demokratik rejime ve öte yandan ortak bir insan hakları kavramına ve insan haklarına ortak bir saygıya dayandığını bildirerek (bakınız, yukarıda değinilen Klass ve Diğerleri kararı, s. 28, paragraf 59) , sözleşme ile demokrasi arasında çok açık bir bağlantı kuran, dibacesinden çıkmaktadır. Aynı dibace takiben, Avrupa Devletlerinin özgürlüklere ve hukukun üstünlüğüne saygı ideali ve siyasal geleneği ortak varlığına (ortak mirasına) sahip olduklarını belirtmektedir. Divan bu ortak varlıkta (ortak mirasta)  sözleşmeye ilişkin değerleri görmüş (bakınız, 7  Temmuz 1989 tarihli Soering/ Birleşik Krallık kararı, Seri A no:161, s. 35, paragraf 88) ve bir çok kez bunun demokratik bir toplumun ( bakınız, 7 Aralık 1976 tarihli Kjeldsen, Busk Madsen ve Pedersen/ Danimarka kararı, Seri A no: 23, s. 27, paragraf 53 ve yukarıda değinilen Soering kararı, s. 34, paragraf 87) ideallerini ve değerlerini korumaya ve geliştirmeye yönelik olduğunu hatırlatmıştır.

Ayrıca sözleşmenin 8,9,10 ve 11. maddelerinde öngörülen hakların kullanılmasına yönelik müdahaleler, “demokratik bir toplumda gerekli” olma ölçütü ışığında bir değerlendirmeye tabi olmaktadırlar. Bu haklardan birine müdahaleyi haklı kılacak tek zorunluluk “demokratik toplum”dan kaynaklananlardır. Demokrasi sözleşme tarafından tasarlanan yegane politik modeldir ve sadece o sözleşmeyle bağdaşabilir.
Divan, sözleşmenin bazı hükümlerini demokratik toplumun temel özellikleri olarak kabul etmiştir. Bir yargı organı önündeki davanın çekişmeli karaktere sahip ve aleni olması böyledir ve bu temel ilke sözleşmenin 6. maddesinde ( bakınız, 14 Kasım 1960 tarihli Lawless/ İrlanda Davası kararı, -ilk itirazlar ve usul sorunları-, Seri A no: 1, s. 13) öngörülmüştür. Bu olayda söz konusu  olana daha yakın bir alanda ise; Divan, örneğin ifade özgürlüğünün demokratik bir toplumun esaslı temellerinden biri olduğunu bir çok kez hatırlatmış; ( bakınız, yukarıda değinilen Vogt kararı, s. 25, paragraf 52) yukarıda değinilen Mathieu- Mohin ve Clerfayt kararında ise 1 No’lu protokolün 3. maddesinin, gerçekten demokratik bir rejimin karakteristik bir ilkesini ortaya koyan bu hükmün, önemini açıklamıştır.

46.   Sonuç olarak, örgütlenme özgürlüğü yalnızca inandırıcı ve zorlayıcı sebeplerle kısıtlanabileceğinden, 11. maddede öngörülen istisnalar, siyasal partiler söz konusu olduğunda dar bir yorumu zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle taraf devletler, 11. maddenin 2. fıkrasında öngörülen zorunluluğun varlığının tespiti konusunda; hem yasalar, hem de bu yasaların uygulanması için alınan kararlar- buna bağımsız yargı organlarının kararları da dahildir-  üzerinde sıkı bir Avrupa denetimine olan,  sınırlı bir takdir marjına sahiptirler. Divan, daha önce bir parlementerin hakaretten cezalandırılmasına ( bakınız, yukarıda değinilen Castells kararı, s. 22-23, paragraf 42) ilişkin olarak böyle bir kontrolün gerekliliğini açıklamıştır. Bir partinin tümüyle kapatılması ve yöneticilerinin gelecekte benzer faaliyetleri yürütmesinin yasaklanması sözkonusu olduğu zaman bu denetim daha da gereklidir.

47.   Denetimi ifa ederken, Divanın ilgili ulusal makamın yerine geçme görevi yoktur; ancak, yetkili iç organların verdikleri kararları, takdir yetkileri bakımından 11. madde açısından denetleme görevi vardır. Bu, Divanın davalı devletin takdir yetkisini iyi niyetle, özenle ve makul biçimde kullanıp kullanmadığını araştırmakla yetinmesi anlamına gelmez; Divan, davanın bütünü ışığında, yakınılan müdahalenin “takip edilen meşru amaçla orantılı” ve ulusal makamlarca kararın haklı kılınması için ileri sürülen nedenlerin “uygun ve yeterli” olup olmadığını değerlendirmelidir. Böylece Divan, ulusal mercilerin  , 11. maddede belirtilen ilkelere uygun kuralları uyguladıkları ve buna ek olarak da, kararlarını ilgili olayın kabul edilebilir tarzda bir değerlendirilmesine bıraktıkları konusunda ikna olmalıdır (bakınız, mutatis mutandis, 23 Eylül 1994 tarihli Jersild/ Danimarka kararı, Seri A no: 298, s. 26, paragraf 31) .

(ii) İlkelerin görülmekte olan davaya uygulanması
(a) Tarafların Divan önündeki sunuşları
(1) Başvurucular

48.   Başvurucular, Anayasa Mahkemesi’nin TBKP’nin kapatılmasında başvuruduğu gerekçelerin yanlış temellendirildiğini belirtmiştir. Başvurucular dilekçelerinde, bir yandan Nisan 1991’den bu yana komünist ideoloji temelli faaliyetler suç olmaktan çıkarılmışken, hem de Anayasa Mahkemesi TBKP’nin, demokratik ilkelere bağlı olarak, bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakküm kurmasını hedeflemediğini kabul etmişken Temmuz 1991’de bu partinin kapatılması çelişkilidir.

Hükümet tarafından TBKP’ye atfedilen ayrımcı faaliyetler konusunda başvurucular, bu iddialar için ne parti belgelerinden, ne de üyelerinin beyanlarından herhangi bir temel bulunamayacağını belirtmişlerdir. Aksine parti tüzüğünde TBKP, Kürt sorununun, ortak menfaatler üzerine kurulmuş, eşit haklara ve demokratik yeniden yapılanma amacına dayanan, Türk ve Kürt halklarının gönüllü olarak birarada yaşamasını sağlayacak barışçıl, demokratik ve adil bir şekilde çözülmesi için çalışacaktır, denilmiştir. Bu nedenle TBKP, ülke bütünlüğüne karşı olmadığı gibi, ayrımcılığın savunmasını da yapmamıştır. Buna ek olarak, parti liderleri, ayrımcılığı,  idam cezasını gerektiren bir suç olarak düzenleyen Ceza Kanunu’nun 125. maddesi uyarınca da da yargılanmamışlardır. Yetkililer, sadece “Kürt” kelimesinin kullanılmasını ayrımcılık olarak kabul ettiler, oysa, öyle bir siyasal sorun söz konusu idi ki, bunu çözmek isteyen siyasi partinin buna değinmemesi mümkün değildi. Sorun ve azınlık grupları mevcuttu ama siyasal partiler buna değinemiyorlardı.

Son olarak, TBKP’nin terörist bir örgüt olduğu ile ilgili olarak başvurucular, partinin kurulduktan on gün sonra kapatıldığını, bu nedenle de anılan türden bir faaliyet yürütmesinin mümkün olamadığını savundular. Bu nedenle, TBKP’nin gelecekteki faaliyetleri ancak spekülasyon konusu olabilir ve bunlar partinin kapatılması kararına temel oluşturamaz.

(2)  Hükümet

49.   Hükümet, örgütlenme özgürlüğünün, ifade özgürlüğü gibi, kesin olmadığına ve sıklıkla demokratik bir toplumdaki diğer üstün menfaatlerle çatıştığına işaret etti. Buna bağlı olarak, takdir marjı, müdahale ile gözetilen meşru amaç ve dava koşullarının özelliği ışığında ölçülür. Bu bağlamda hükümet; Divanın, koşulları tayin ederken, tarihsel şartlardan kaynaklanan ihtiyaçları dikkate aldığı 25 Kasım 1996 tarihli Wingrove/ Birleşik Krallık davasındaki karara ( Raporlar 1996-V) atıfta bulundu.

Eğer TBKP’nin tüzük ve programı benzer bir yolla incelenseydi, ulus bütünlüğü ve ülke güvenliğini tehdit eden unsurlara aleyhte bir sınırlama getirilmesinin, sadece Türkiye davasında değil, Avrupa Konseyine üye olan her bir ülkede zorlayıcı bir ihtiyaç olduğu görülecekti. Esas tehlikede olan, uluslararası düzende bir ülkenin varlığını sürdürmesi için gerekli temel şartlardı, ki bunlar Birleşmiş Milletler Şartı tarafından muhafaza altına alınmıştı.

Ayrıca, içtihatlardan da anlaşıldığı üzere, kamu düzeninin korunması, ulusal bütünlük, kamu menfaati ya da demokrasi gibi, müdahalenin meşru amaç olarak gösterildiği hallerde, sözleşme organları müdahaleyi haklı kılan şiddet riskinin gerçek, geçerli veya gerçekleşmesinin muhtemel olmasını talep etmiyordu. Bu teklifte asıl yetkili olarak hükümet  Komisyonun kabul edilemez bulduğu kararlarından alıntı yaptı; X/ Avusturya davası ( Başvuru no: 5321/71, Kararlar Derlemesi 42, s. 105), T/Belçika davası ( Başvuru no: 9777/82, DR 34, s. 158) ve A. ve H./ Avusturya ( Başvuru no: 9905/82, DR 36, s. 187). Buna ek olarak, Komisyon ifade özgürlüğü uygulamasının pratikte bir takım karışıklıklara sebep olup olmadığını göz önünde bulundurmadan, ifade özgürlüğüne yapılan sınırlamaları ulusal güvenlik nedeniyle haklı bulduğu; Almanya ile ilgili iki davayı kabul etti (Bkz. Kuck/ Almanya Davası, başvuru no: 15404/89, DR 70, s.262 ve Fleischle/ Almanya Davası, başvuru no:  29744/96). Son olarak, Purcell ve diğerleri/ İrlanda Davasında, Komisyon  terör tehdidini ve buna karşılık kamu menfaatini dikkate almıştı ( Başvuru no: 15404/89, DR 70, s. 262).

Tüm bu davalarda, ilgili ifadelerin gerçek içeriği , mevcut bir şiddet riskinin veya doğrudan bu ifadenin kullanımının sebep olduğu şiddet hareketi ile ilgili nedensel bir bağın bulunup bulunmadığı gözönünde bulundurulmadan, sadece sınırlandırmaların kullanımlarına göre düzenlendiği kararların verilmesine yeterli olmuştur. Diğer yandan yukarıda alıntı yapılan Handyside kararında, 26 Nisan 1979 tarihli, Sunday Times/ Birleşik Krallık kararında ( Seri A, No: 30) ve yine yukarıda alıntı yapılan Lingens ve Castells kararlarında ki mahkeme hepsinde de 10. maddenin ihlal edildiğine karar vermişti, ilgili yayınlar devletin varlığını ve demokratik düzeni tehdit etmemişti.

Özetle, ulusal topluluğun, ulusal güvenlik ve ülke bütünlüğü gibi, asli çıkarlarına yapılan bir meydan okumayla karşılaşan Türk makamları, kendilerine sözleşme tarafından tanınan takdir marjını hiç bir şekilde aşmamıştır.

(3)  Komisyon

50. Divan önündeki duruşmada Komisyon Temsilcisi, ön inceleme sırasında, yasal olmayan bir programı tanımlamakla, yasada bir değişiklik yapmaya çalışan bir programı tanımlamak arasındaki farkı vurguladı.Uygulamada bu ayrımın ortaya konması güçlük arzetmektedir; siyasal partiler de dahil olmak üzere örgütlerin, Devletin hukuksal, anayasal ve yasal yapısını değiştirmek için mücadele edebilmeleri gerekir, ancak bu mücadele için kullanılan araçlar herhalde hukuka uygun olmalı ve demokratik araçlara dayanmalı ve önerilen değişim temel demokratik ilkelerle uyumlu olmalıdır.

TBKP’yi kapatma kararı sadece  tüzük ve programında açıklanan bilgi ve fikirler temel alınarak verildiğinden, Komisyon, görülmekte olan davada da 11. maddeye bağlı olarak uygulanan, ifade özgürlüğünün; taciz eden, şoke eden, rahatsız eden “bilgi” ve “fikirleri” kapsaması kuralını göz önünde bulundurdu.

Ayrıca Komisyon Anayasa Mahkemesi’nin TBKP’nin kapatılmasını haklı kılmak için, parti tüzüğünün küçük bir kısmını oluşturan bölümlere dayandığına işaret etti. Bundan başka, bu bölümler hiç bir şekilde şiddeti teşvik etmemektedir, bunun aksine TBKP’nin hedeflerinden , Kürt kökenli nüfus ile ilgili olanları bile, demokratik araçlarla ve Türk yasaları ve kurumları ile uyumlu bir şekilde gerçekleştirme isteğini göstermektedir.

(b)  Divan’ın değerlendirmesi
51. Divan, TBKP’nin faaliyetlerine başlayamadan kapatıldığını, bu kapatma kararının- Anayasa Mahkemesi kararından da anlaşıldığı üzere- partinin gerçek hedeflerini ve yöneticilerinin gerçek niyetlerini yansıtan hiç bir şeye dayanmaksızın, sadece partinini tüzük ve programı temelinde alındığını (bakınız paragraf  58 aşağıda) belirtir. Bu nedenle Divan da, ulusal makamlar gibi söz konusu müdahalenin zorunlu olup olmadığını tespit etmek için bu belgeleri temel alacaktır.

52. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı partinin kapatılması için yaptığı başvurusuna gerekçe olarak dört husus ileri sürmüştür. Bunların ikisi Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilmiştir: TBKP’nin proleteryanın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakküm kurmasını tasarladığı ve 2820 sayılı yasanın 96/2. maddesine aykırı olarak daha önceden kapatılmış bir partinin – Türkiye İşçi Partisi – devamı olduğuna ilişkin iddiayla ilgili tartışmalar.

Divan bu nedenle incelemesini Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilen diğer iki iddiaya hasredebilir.

53. Bunlardan ilki, TBKP’nin 2820 sayılı yasanın 96/3. maddesine aykırı olarak adında “komünist” kelimesini bulundurması idi (bkz. 12. paragraf yukarıda). Anayasa Mahkemesi bilhassa, anılan hükmün, (partilerin) bütünüyle usulüne uygun kurulmasını emrettiğini belirtmiştir: adında sadece anılan hükümde yasaklanmış olan bir kelimenin bulunması, sonuçta o partinin kapatılmasını gerektirmektedir. TBKP bu hükmü ihlal etmiştir (bakınız 10. paragraf yukarıda).

54. Divana göre, bir partinin kendisine verdiği ad, ilke olarak, diğer ilgili ve yeterli koşullar olmaksızın, tek başına, kapatılma gibi radikal bir tedbiri  haklı göstermez.

Bu bağlamda Divan; ilk olarak, 12 Nisan 1991 tarihinden itibaren,  komünist menşeili siyasal faaliyetlerde bulunmayı suç  sayan Ceza Kanununun (ilgili maddesinin) 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası ile yürürlükten kaldırıldığını belirtmiştir. Divan, Anayasa Mahkemesi’nin, TBKP’nin adına rağmen, bir sosyal sınıfın diğerleri üzerinde egemenlik kurmasını hedeflemediği; aksine, demokrasinin siyasal çoğulculuk, genel oy ve siyasal yaşama katılımı içeren gereklerine saygı gösterdiği şeklindeki tespitine büyük önem vermektedir (bakınız paragraf 10 yukarıda). Bu bağlamda, TBKP, 17 Ağustos 1956’da Alman Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Alman Komünist Partisi’nden açıkça farklıdır (bakınız yukarıda değinilen Alman Komünist Partisi Davası ile ilgili Komisyon mütaalası).

Divan, yine TBKP’nin “komünist” adını seçerek, Türk toplumu veya devleti için gerçek bir tehlike oluşturan bir politikayı benimsemiş olduğunu gösteren somut kanıtlar olmaksızın, sadece ismin partinin kapatılması için yeterli sebep olduğunu kabul edemez.

55.  Anayasa Mahkemesince, TBKP’nin kapatılması konusunda kabul edilen ikinci gerekçe, bu partinin ayrımcılığı ve Türk ulusunun bölünmesini teşvik etmeyi hedeflemesidir. TBKP, tüzük ve programında Kürt ve Türk ulusları arasında ayrım  yaparak, azınlıklar yaratma konusunda – Lozan Antlaşması ve Bulgaristan ile yapılan antlaşmada öngörülen azınlıklar dışında – çaba harcayacağına ilişkin niyetini ortaya koymuş, bu da devletin ülkesel bütünlüğüne yönelik bir tehdit oluşturmuştur. Kendi kaderini tayin hakkı ve bölgesel özerklik bu nedenle anayasa tarafından yasaklanmıştır     ( bakınız paragraf 10 yukarıda).
56.   Divan, TBKP’nin tüzüğünde ( bkz. 9. parag. yukarıda) Kürt “halkı” ve “ulusu” ile Kürt “yurttaşlarına” gönderme yapmasına karşın, Kürtleri bir “azınlık” olarak nitelendirmediği gibi, onlara -varlıklarının tanınmasından başka- farklı muamele yapılması ya da haklar tanınmasını ya da geri kalan Türk nüfusundan ayrılması hakkından sözetmediğini belirtmektedir. Bunların aksine programında “TBKP, Kürt sorununun, ortak menfaatler üzerine kurulmuş, eşit haklara ve demokratik yeniden yapılanma amacına dayanan, Türk ve Kürt halklarının gönüllü olarak birarada yaşamasını sağlayacak barışçıl, demokratik ve adil bir şekilde çözülmesi için çalışacaktır” şeklinde bir bölüm yer almaktadır. Kendi kaderini tayin hakkına gelince, TBKP programında şiddet kullanımına taraftar olmadığını belirtmekten öte bir açıklamaya yer vermemiş; bunun da şiddetin “birlik değil, aykırılık biçiminde ve tek yönde kullanılmasına yol aça(cağını)” belirtmiş; ayrıca, “bu sorunun çözümü siyasaldır” demiş ve “Kürt halkı üzerindeki baskı ve ayrımcılığın kalkması için Türk ve Kürtler birleşmek zorundadırlar” diye eklemiştir.

TBKP programında ayrıca “ Kürt sorununa, ancak ilgili taraflar görüşlerini özgürce ifade edebildiklerinde, sorunu çözmek için hiçbir şekilde şiddete başvurmayacakları konusunda anlaştıklarında ve siyasette kendi ulusal kimlikleriyle yer aldıklarında çözüm bulunabilecektir” şeklinde bir değerlendirme yapmıştır.

57. Divana göre, demokrasinin temel özelliklerinden birisi bir ülkenin karşılaştığı sorunları, taciz edici olsalar da, şiddete başvurmaksızın, diyalogla çözmesidir. Demokrasi ifade özgürlüğü ile beslenir. Bu ilişki altında, bir siyasal grubu, sadece bir devletin bir kısım halkının kaderini aleni olarak tartışmak istemesi ve demokratik kurallara saygı içinde, tüm ilgilileri tatmin edecek çözümler bulma amacı ile siyasal yaşama katılmak istemesi nedeni ile endişe duymamalıdır. Bu bağlamda, TBKP programının incelenmesi  istemektedir. Bu, görülmekte olan olayla, hükümet tarafından esas alınan olayı birbirinden ayırmaktadır.

58. Ancak bir siyasi partinin, programında alenen açıklananlardan farklı hedef ve niyetlerinin varolma olasılığı dışlanamaz. Bundan emin olmak için, bu programın içeriği ile, sahibinin eylemleri ve tutumlarını karşılaştırmak gerekir. Bu olayda  TBKP’nin programının herhangi bir somut eylemi tarafından yalanlanması olanağı yoktur, zira kurulur kurulmaz kapatılmış ve TBKP programını uygulama zamanı bile bulamamıştır. Böylece sadece ifade özgürlüğünün kullanılmasından kaynaklanan bir davranış cezalandırılmış olmaktadır.

59. Divan, incelemesine sunulan olayı çevreleyen koşulları, özellikle de terörizme karşı mücadelenin güçlüklerini (bakınız, yukarıda değinilen İrlanda/ Birleşik Krallık kararı, s. 9, paragraf 11; ve 18 Aralık 1996 tarihli Aksoy/ Türkiye kararı, Raporlar 1996-VI, s. …, paragraf 70 ve 80) de dikkate almaya hazırdır. Ancak bu somut olayda, TBKP’nin herhangi bir faaliyeti olmaksızın, terörizmin Türkiye’de yol açtığı sorunlarda TBKP’nin sorumluluğunun olduğu sonucuna varma olanağı verecek herhangi bir kanıt görememektedir.

60. TBKP tüzüğü ve programı, TBKP’nin sözleşmeden, sözleşmenin tanıdığı hak ve özgürlükleri tahrip etmeyi hedefleyen bir faaliyete girişmek veya bir eylem yapmak için yararlanacağı sonucuna varmaya hiçbir şekilde izin vermediğinden, 17.maddenin uygulanmasına da yer yoktur  (bakınız, mutatis mutandis, 1 Temmuz 1961 tarihli Lawless/ İrlanda kararı, Seri A no: 3, s. 45-46, paragraf  7).

61. Tüm bunlar karşısında, daha faaliyetlerine bile başlamadan önce verilen ve yöneticileri için  siyasal sorumluluk alma yasağı getiren; TBKP’nin derhal ve nihai olarak kapatılması gibi radikal bir tedbir, hedeflenen amaca göre orantısızdır ve demokratik bir toplumda gerekli değildir. Sonuç olarak bu tedbir sözleşmenin 11. maddesini ihlal etmiştir.

II. SÖZLEŞMENİN 9,10,14 VE 18. MADDELERİNİN İHLALİ İDDİASI
62. Başvurucular Komisyona yaptıkları başvurularında, Sözleşmenin 9,10, 14 ve 18. maddelerinin de ihlal edilmiş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Başvurucular, Divan’a verdikleri dilekçelerinde, Komisyon’un, 11. maddenin ihlalinin belirlenmesi için anılan diğer maddelerle ilişkisi olup olmadığının gerekli olmadığı görüşünü kabul etmişlerdir. Başvurucular, bu şikayeti Divan önünde ileri sürmedikleri için; Divan,  olayı bu maddeler açısından, kendiliğinden incelemeye gerek olmadığına karar vermiştir (bkz., mutatis mutandis, 16 Eylül 1996 tarihli Akdıvar ve Diğerleri/ Türkiye davası kararı, Raporlar 1996 -IV, s. …, parag. 92).

III. 1 NO’LU PROTOKOLÜN 1 VE 3. MADDELERİNİN İHLALİ İDDİASI
63. Başvurucular, TBKP’nin kapatılmasının sonuçlarının – mallarına el konularak hazineye devri ve yöneticilerine seçimlere katılma yasağı getirilmesi – 1 No’lu protokolün 1 ve 3. maddelerinin ihlali sonucunu doğurduğunu ileri sürmüşlerdir. 1 No’lu protokolün 1 ve 3. maddeleri şöyledir:

1 No’lu protokolün 1. maddesi

Her hakiki veya hükmi şahıs mallarının masuniyetine riayet edilmesi hakkına maliktir. Herhangi bir kimse ancak amme menfaati icabı olarak ve kanunun derpiş eylediği şartlar ve devletler hukukunun umumi prensipleri dahilinde mülkünden mahrum edilebilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, emvalin umumi menfaate uygun olarak istimalini tanzim veya vergilerin veyahut sair mükellefiyetlerin veyahut da para cezalarının tahsili için zaruri gördükleri kanunları yürürlüğe  koymak hususunda malik bulundukları hukuka halel getirmez.

1 No’lu protokolün 3. maddesi

Yüksek Akit taraflar, teşrii organın intihabı hususunda halkın kanaatinin serbest olarak izharını sağlayan şerait dahilinde uygun sürelerle gizli oyla serbest seçimler yapmayı taahhüt ederler.

64. Davacının yakındığı bu tedbirler, Divan tarafından 11. maddenin ihlalini oluşturduğu tespit edilen TBKP’nin kapatılmasının ikincil etkileridir. Dolayısıyla bu yakınmanın bağımsız olarak incelenmesine yer yoktur.
IV.SÖZLEŞMENİN 50. MADDESİNİN UYGULANMASI

65.  Sözleşmenin 50. maddesi şöyledir:

“Divan, Sözleşmeci Tarafların yargısal bir makamı ya da diğer herhangi bir resmi makamı bir karar ya da önlemin tamamen ya da  kısmen bu Sözleşmeyle üstlendiği yükümlülüklere aykırı olduğu sonucuna varırsa, ve eğer bu Sözleşmeci Tarafın iç hukuku, bu karar ya da önlemin sonuçlarını ancak kısmen gidermeye olanak tanıyorsa, ve gerekliyse, zarar gören tarafın hakkaniyetine uygun olarak tatmin edilmesine hükmedebilir.”

A. Zarar
1. TBKP

66. TBKP kapatılma kararının bir sonucu olarak uğradığı zarar ve tüzel kişiliğinin kaybı nedeniyle kendi malvarlığından yararlanamadığı ve üyeleri ile destekçilerinden yardım alamadığı ve devlet yardımından yararlanamadığı için maddi zararlarının karşılığı olarak 1997 yılı sonuna kadar geçen zaman için 20.000.000 FF tazminat talep etmiştir. TBKP, geleceğe ilişkin zararları için, 1 ocak 1998 tarihinden Anayasa Mahkemesi’nin kararı yürürlükten kalkıncaya ve TBKP iç hukukta yeniden tanınıp kuruluncaya kadar  yıllık 3.000.000 FF talep etmiştir.

67.   Hükümet ilk olarak, TBKP’nin, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldıktan sonra Siyasi Partiler Yasasına dayanarak devlet yardımı talep etme hakkına sahip olamayacağını belirtmiştir. Bu partinin kapatılmamış olduğu düşünülse bile; TBKP, bu yardımın verilmesi için öngörülmüş olan koşulları taşımamaktadır. TBKP’nin talepleri varsayımsal temellere dayanmaktadır ve dolayısıyla bu talepler kabul edilemez.

68.   Komisyon Temsilcisi, Divanı, talep edilen miktarların 50. maddenin uygulanmasına temel oluşturmak bakımından aşırı varsayımsal olup olmadığını dikkatle incelemeye davet etmektedir. Eğer Divan bu başlık altında bir miktarın ödenmesine karar verirse, Komisyon Temsilcisi başvurucular tarafından ortaya konulan varsayımların gerçekçi olup olmadığı sorgulamaktadır.

69.  Divan, TBKP’nin, Siyasi Partiler Yasası’nın, yardımlara ilişkin koşulların düzenlendiği bölümüne ve üye ve destekçilerinin yapacakları muhtemel yardımlara ilişkin taleplerin hayal mahsulü olduğuna işaret etti. Divan, bu hükümler TBKP’ye uygulandığında, bu hükümlerin nasıl bir etki doğuracağı ve alacakları yardımın tutarının ne olacağı üzerinde spekülasyon yapamaz. Sonuç olarak, başvuru, tespit edilen ihlalle iddia edilen zarar arasında bağlantı kurulamadığı için reddedilmelidir.
2. Bay Sargın ve Bay Yağcı

70. Bay Sargın ve Bay Yağcı’nın her ikisi de uğradıkları manevi zarar karşılığında 2.000.000 FF talep ettiler. Bu taleplerine gerekçe olarak, TBKP’nin kapatılması kararının kendilerine siyasal faaliyetlere katılma –  bir siyasi partinin oy verme hakkına sahip üyesi, parlamento üyesi veya kurucu üyesi yöneticisi ya da mali denetçisi olmaları yasaklanmıştır – yasağı getirmesini göstermişlerdir.

71. Hükümet dilekçesinde, başvurucuların manevi tazminat taleplerinin, Bay Yağcı ve Bay Sargın tarafından ihlal edildiği iddia edilen Sözleşme hükümlerinin tümünün ihlal edilmiş olduğu varsayımına dayandığını belirtmiştir. Oysa Komisyon sadece Sözleşmenin 11. maddesinin ihlal edilmiş olduğu sonucuna varmıştır. Hükümet, sözleşmenin ihlal edildiğine karar verilmesinin manevi zararın tatmini için yeterli olduğu kanısındadır.

72. Komisyon Temsilcisi, Divan’ın bu başlık altında bir miktar ödeme yapılmasını uygun bulması durumunda, Temsilci Bay Yağcı ve Bay Sargın’ın talep ettikleri tutarın gerçekçi olup olmadığından şüphe duymakta olduğunu belirtmiştir.
73. Divan, Bay Yağcı ve Bay Sargın’ın manevi zarara uğradıklarını kabul etmektedir. Bununla birlikte, 11. maddenin ihlal edildiğinin tespitini yeterli tatmini oluşturduğuna karar vermiştir.
B. Masraf ve Harcamalar
74.   Başvurucular masraf ve harcamalar için, 100.000 FF’ı vekalet ücreti ve 90.000 FF’ı da Anayasa Mahkemesi ve sözleşme organları önünde temsil edilebilmek için yaptıkları masrafların karşılığı olarak 190.000 FF talep etmişlerdir.
75.   Hükümet kabul edilmemesi gerektiğini belirttiği bu talebi mübalağalı ve mantık dışı bulmuştur.
76.   Komisyon Temsilcisi bu talebi makul bulmuş, (bu başlık altında toplanan harcamaları) başvurucuların temsil edilmeleri için gerekli olduğunu ve (bu masraf ve harcamaların) maruz kalınan masraflar olduğunu belirtmiştir.
77.  Hakkaniyete ve içtihatlarına uygun bir değerlendirme ile, Divan, Bay Yağcı ve Bay Sargın’ın yaptıkları masraf ve harcamalarla ilgili taleplerini kabul etmiş ve ödeme günündeki kur üzerinden Türk Lirasına çevrilmek üzere, 120.000 FF ödenmesine karar vermiştir.
78.   Divan’a ulaşan bilgiye göre, bu kararın alındığı tarihte Fransa’da geçerli yasal faiz oranı yıllık %3.87’dir.

BU NEDENLERLE DİVAN OYBİRLİĞİ İLE
1.  Sözleşmenin 11. maddesinin ihlal edildiğine,
2.  Sözleşmenin 9,10,14 ve 18. maddeleri ile, 1 No’lu protokolün 1 ve 3. maddelerinin ihlal edilip edilmediğinin incelenmesinin gerekli olmadığına,
3.  Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nin uğradığı zararla ilgili hakkaniyete uygun tazmin talebinin reddine,
4.  Bu kararın alınmasının kendiliğinden, Bay Yağcı ve Bay Sargın’ın uğradığı zararın hakkaniyete uygun tatminini sağladığına,
5.  (a) Davalı devletin Bay Yağcı ve Bay Sargın’a, üç ay içinde, masraf ve harcamalrın karşılığı olarak ödeme günündeki kur üzerinden Türk Lirasına çevrilmek üzere, 120.000 FF ödenmesine; ve
(b)  %3.87 oranındaki yıllık basit faiz oranının üç aylık sürenin bitiminden borç ifa edilinceye kadar geçen dönemde ödenebilir hale geleceğine,
6. Tazminat için yapılan diğer taleplerin reddine,
karar vermiştir.
TÜRKİYE BİRLEŞİK KOMÜNİST PARTİSİ VE DİĞERLERİ / TÜRKİYE DAVASI 157
DAVANIN ESASI 157
I. DAVANIN ÖZEL KOŞULLARI 157
A. TBKP’NİN KAPATILMASI İÇİN YAPILAN BAŞVURU 157
B. TBKP’ NİN KAPATILMASI 159

II. İLGİLİ İÇ HUKUK 160
A. ANAYASA 160
B. 2820 SAYILI SİYASİ PARTİLER KANUNU 161
KOMİSYON ÖNÜNDE İŞLEMLER 162
DİVANA SON SUNUŞLAR 162
KARAR 163
I. 11. MADDENİN İHLALİ İDDİASI: 163
A. 11. MADDENİN UYGULANABİLİRLİĞİ 163
1. Tarafların Divan Önündeki Sunuşları 163
2. Divanın Değerlendirmesi 165
B. 11. MADDEYE UYGUNLUK 167
1. Müdahale olup olmadığı 167
2. Müdahalenin haklı olup olmadığı 167
II. SÖZLEŞMENİN 9,10,14 VE 18. MADDELERİNİN İHLALİ İDDİASI 173
III. 1 NO’LU PROTOKOLÜN 1 VE 3. MADDELERİNİN İHLALİ İDDİASI 173
IV.SÖZLEŞMENİN 50. MADDESİNİN UYGULANMASI 174
A. ZARAR 174
1. TBKP 174
2. Bay Sargın ve Bay Yağcı 175
B. MASRAF VE HARCAMALAR 175
BU NEDENLERLE DİVAN OYBİRLİĞİ İLE 175
İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
KAYA / Türkiye Davası*
(158/1996/777/978)
19 Şubat 1998

Bu davada İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Dair Sözleşmenin (“Sözleşme”) 43. ve Mahkeme İçtüzüğü A’nın ilgili hükümleri uyarınca toplanan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, şu üyelerden oluşmuştur: R. Bernhardt (Başkan), Thor Vilhjalmsson, F. Gölcüklü, C. Russo, J. M. Morenilla, K. Jungwiert, P. Kurıs, E. Levits, J. Casadevall.

DAVANIN ESASI
I. Davanın Özel Koşulları
1. Başvurucu

6. Başvurucu Mehmet Kaya 1949 doğumlu bir Türk vatandaşıdır. Başvuru konusu olaylar sırasında (bkz. aşağıda paragraf 8), Güneydoğu Anadolu Bölgesi Diyarbakır İli Lice İlçesi Dolunay Köyü’nde çiftçilik yapmaktaydı. Halen, Diyarbakır E-tipi Cezaevinde bulunmaktadır (bkz. aşağıda paragraf 2). Kendisi gibi Dolunay Köyü’nde yaşamakta ve çiftçilik yapmakta olan kardeşi Abdülmenaf Kaya, 25 Mart 1993 tarihinde, şaibeli ve olayın Sözleşme kurumlarına intikal ettirilmesini gerektirecek bir biçimde, Dolunay Köyü civarında öldürülmüştür.

7. Komisyon’a ilk başvuru, başvurucu tarafından, başvurucunun merhum ağabeyi, ağabeyinin dul eşi ve yedi çocuğu adına yapılmıştır.
2. Olaylar

8. Başvurucu, kardeşinin 25 Mart 1993’te güvenlik güçlerince kasten öldürüldüğünü iddia etmiştir. Hükümet ise, Abdülmenaf Kaya’nın, aynı gün güvenlik güçleriyle teröristler arasında çıkan bir çatışma sırasında öldüğünü, ayrıca, başvurucunun kardeşinin saldırganlar arasında olduğunu ileri sürmüştür. Tarafların ileri sürdükleri olaylar aşağıda Bölüm A’da belirtilmiştir.

Başvurucu ve Hükümet, Abdülmenaf Kaya’nın ölümüne ilişkin görüş ve iddialarını Bölüm B’de belirtilen belgelere dayandırmışlardır. 25 mart 1993’ten sonra yerel makamlar tarafından Abdülmenaf Kaya’nın ölümünü araştırmaya yönelik olarak alınan önlemler ise Bölüm C’de belirtilmiştir.

Komisyon, 9 Kasım 1995 tarihinde Diyarbakır’da yapılacak oturumda, önemli görgü tanıklarının ifadelerinin alınması için temsilci tayin etmiştir. Komisyon, iki temsilcinin görüştüğü görgü tanıklarının verdikleri ifadeler ve ilgili materyaller doğrultusunda kanıtları değerlendirmiş ve hem Abdülmenaf Kaya’nın ölümüne hem de  bu konuda yapılan yerel soruşturmanın yeterliliğine ilişkin sonuçlara varmıştır. Bu sonuçlar ve nedenleri Bölüm D’de belirtilmiştir.
A. 25 mart 1993’te Meydana Gelen Olaylar
1. Başvurucuya Göre Olayların Gelişimi
9. Başvurucu, kardeşinin 25 Mart 1993 tarihinde ölümüne ilişkin iddialarını, söz konusu olayı gördüklerini iddia ettiği Çiftlikbahçe Köyü sakinlerinin ifadelerine ve olay günü kardeşiyle beraber olduğunu iddia eden, Dolunay Köyü sakinlerinden Hikmet Aksoy’un ifadesine dayandırmıştır. Başvurucunun kendisi bizzat olaylara tanık olmamıştır.

10. Başvurucu, ölen kardeşinin, 25 Mart 1993 günü sabahı, Hikmet Aksoy ile birlikte Çiftlikbahçe Köyü’ne 300-400 metre, kendi köyü olan Dolunay Köyü’ne ise dört kilometre uzaklıktaki tarlaya gitmekte olduğunu ileri sürmüştür. O sırada bir askeri operasyon devam etmektedir. Hikmet Aksoy, arı kovanlarına bakmak için yoldan ayrılırken askerler tarafından yakalanmıştır. Bunun üzerine Abdülmenaf Kaya kendisinin de yakalanacağı korkusuyla kaçmaya başlamıştır. Kaya’yı kaçarken gören askerler ateş açmışlardır. Abdülmenaf Kaya Çiftlikbahçe Köyü’ne doğru kaçmış ve burada kayalıkların arasına saklanmıştır. Askerler onu takip etmişler ve bulmuşlardır. Olaya tanık olan Çiftlikbahçe köylülerine göre sözkonusu kişi askerler tarafından delik deşik edilerek öldürülmüştür. Daha sonra askerler cesedin yanına bir silah koyarak fotoğraflarını çekmişlerdir. Köylüler cesedin kendilerine teslim edilmesini talep etmişlerdir. Başlangıçta güvenlik güçleri bu talebi reddetmiş,  fakat köylülerin ölen kişinin bir terörist değil komşu köy sakinlerinden birinin amcası olduğu konusunda ısrar etmeleri üzerine yumuşamışlardır. Köylüler güvenlik güçlerince sözlü tacize uğramışlar ve tehdit edilmişlerdir.

Hikmet Aksoy altı gün Lice Jandarma Karakolu’nda gözaltında tutulmuştur.

2. Hükümet’e Göre Olayların Gelişimi

11. Hükümetin başvurucunun kardeşinin ölümüne yol açan olaylara ilişkin görüşü, 25 Mart 1993 günü teröristlerle yapılan sözkonusu çatışmada yer alan güvenlik güçleri mensuplarının 9 Aralık 1995 günü Diyarbakır’da yapılan oturumda (bkz. aşağıda paragraf 8) Komisyon temsilcilerine verdikleri ifadelere dayandırılmıştır. Sözkonusu güvenlik güçleri mensuplarının isimleri şöyledir: Teröristlere karşı yapılan operasyona katılan dört takım askerden sorumlu üsteğmen Alper Sir, operasyona katılan birimlere komuta eden başçavuşlar Ahmet Gümüş ve Paşa Bülbül ve bu birimlerin birinde yer alan Çavuş Altan Berk.

12. Hükümet, güvenlik güçlerinin, 25 Mart 1993 günü Dolunay Köyü ve çevresine, teröristlerin bölgede görüldüğüne dair aldıkları duyum üzerine gittiklerini ileri sürmüştür. Bu duyum doğrultusunda bölgede arama yapan güvenlik güçlerine Dolunay Köyü ile Çiftlikbahçe Köyü arasında, çevredeki kayalık bir alandan ve tepelerden ateş açılmıştır. Sayıları altmışa yakın olan güvenlik güçleri 300-1000 metre menzile sahip G3 ve A4 silahları ve daha uzak menzile sahip MG3 ve K23 makineli tüfeklerle karşı ateş açmışlardır. Güvenlik güçleri ile saldırganlar arasındaki mesafe 300-500 metredir. Teröristler otuz dakika sonra geri çekilmişler ve güvenlik güçlerinin çatışma sonrası bölgede yaptıkları arama sonucunda saldırganların kullandıkları türden 59339 seri numaralı bir otomatik silah (balistk rapora göre Çin yapımı olduğu anlaşılmıştır), üç fişek, üçü kullanılmış üçü kullanılmamış havan topu ile birlikte bir ceset bulunmuştur. Saha taraması sırasında teröristlerin kaçmak için kullandığı yol boyunca kan izlerine rastlanmıştır.

13. Takım komutanı Üsteğmen Alper Sir bölgeyi güvenlik altına almış ve Lice Savcısı’nı olaydan haberdar etmiştir. İki buçuk saat sonra Savcı Ekrem Yıldız ve Bölge Hükümet doktoru Arzu Doğru, yardımcılarıyla birlikte olay yerine gelmişlerdir. Doktor Doğru tarafından ceset üzerinde otopsi yapılmış ve rapor hazırlanmıştır (bkz. aşağıda paragraf 26-30). Bunun üzerine Savcı ölüm belgesini hazırlamıştır.

14. Bu aşamada kimliği teşhis edilemeyen sözkonusu ceset (bkz. aşağıda paragraf 15), gerekli formları imzalayan Üsteğmen Alper Sir’e teslim edilmiştir. Üsteğmen Alper Sir’e bağlı grup, cesedi, gömülmek üzere Belediye Başkanı ve diğer iki köylüye teslim etmek için Çiftlikbahçe Köyü’ne gitmişlerdir.

25 Mart’ta, elyazısıyla, olayla ilgili rapor hazırlanmıştır. Rapor, aralarında Alper Sir, Paşa Bülbül, Ahmet Gümüş ve Altan Berk’in de bulunduğu altı güvenlik gücü mensubu tarafından imzalanmıştır (bkz. yukarıda paragraf 11). Raporda yukarıdaki olaya ilişkin bilgiler teyid edilmiştir (bkz. yukarıda paragraf 12 ve 13).

15. Cesedin kimliği olaydan birkaç ay sonra belirlenmiştir. 5 Mayıs 1993 tarihli elyazısıyla yazılmış ve üç jandarma subayı tarafından imzalanmış bir rapora göre, olay sonrası yapılan soruşturma, sözkonusu cesedin güvenlik güçlerinin Dolunay Köyü çevresinde yürüttüğü bir operasyon sırasında yaşanan bir çatışmada öldürülen, Dolunay Köyü sakinlerinden Abdülmenaf Kaya’ya ait olduğunu ortaya koymuştur.

B. İfadeler Işığında Elde Edilen Belgeler
1. Başvurucu Tarafından Yapılan Açıklamalar

16. Başvurucu, olaydan altı gün sonra, 31 mart 1993 günü, İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi’nden Abdullah Koç’a ve 20 Eylül 1993 günü yine aynı Dernek’ten Sedat Aslantaş’a yaptığı açıklamalarda, yukarıda olaylara ilişkin olarak yaptığı açıklamayı (bkz. yukarıda paragraf 10) teyid ettiğini belirtmiştir.
a) 31 Mart 1993’te İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi’nden Abdullah Koç’un Aldığı İfade

17. Başvurucu, açıklamasında, 25 Mart 1993 sabahı saat 8:00 sıralarında Abdülmenaf Kaya ve Hikmet Aksoy’un Çiftlikbahçe Köyü’nden 300-400 metre ve Dolunay Köyü’nden de 4 km. uzaklıktaki tarlalara gitmekte olduklarını belirtmiştir. O sırada Boyunlu, Dolunay, Çiftlikbahçe ve Ormankaya köylerinde bir askeri operasyon devam etmekteydi. Operasyona katılan askerler Hikmet Aksoy’u yakaladılar. Bunu gören Abdülmenaf Kaya kaçmaya başlayınca, askerler ateş açtılar. Abdülmenaf Kaya Çiftlikbahçe’ye kadar, 300-400 metrelik bir mesafeyi koşarak orada çalıların arasına saklandı. Askerler kendisini buldular ve tanıklara göre vücuduna yüzün üzerinde kurşun boşalttılar. Askerler cesedi köylülere vermek istemediler ancak köylüler merhumun komşu köyden olduğu ve terörist olmadığı konusunda ısrar ettiler. Sonunda askerler cesedi köylülere vermeye razı oldular.
Daha sonra askeri birliğin komutanı Çiftlikbahçe ve Dolunay köylülerini köylerini tahrip etmekle tehdit etti. Abdülmenaf Kaya’nın ölümü üzerine başsağlığı dilemeye gelen köylülerin çoğu çeşitli kötü muamelelerle karşılaştılar.

Başvurucu açıklamasını, Hikmet Aksoy’un yakalandığını ve akıbetinin meçhul olduğunu belirterek tamamlamıştır.
b) İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi’nden Sedat Aslantaş’ın Aldığı Ek İfade

18. Başvurucu bu ifadede Abdülmenaf Kaya’nın kaçarken yaralandığını ve güvenlik güçlerinin onu çalılara kadar takip ederek orada öldürdüklerini açıklamıştır.

Başvurucu, güvenlik güçlerinin cesedin fotoğraflarını çektiklerini ve başvurucunun ailesinin cesedi alır almaz gömmek zorunda kaldıklarını açıklamıştır. Otopsi yapılmış ancak, talep etmesine karşın başvurucuya otopsi raporunun bir fotokopisi verilmemiştir. Başvurucu, aynı zamanda, Abdülmenaf Kaya’nın cesedini gören tanıkların güvenlik güçleri tarafından tehdit edilmelerinden dolayı köyü terk etmek zorunda kaldıklarını açıklamıştır. Başvurucu tanıkların isimlerini hatırlayamamıştır. İfadesini, Hikmet Aksoy’un Lice Jandarma Karakolu’nda altı gün boyunca sorgulandıktan sonra serbest bırakıldığını açıklayarak tamamlamıştır.

2. Hikmet Aksoy’un İfadeleri

19. Başvurucu, olaylara ilişkin açıklamalarının Hikmet Aksoy’un yetkililere, kendisinin Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’ne verdiği ifadenin (bkz. yukarıda 17. ve 18. paragraf) içeriğinden haberdar olamayacağı koşullarda verdiği ifadelerce de teyid edildiğini vurgulamaktadır.
a) Lice Cumhuriyet Savcısı Özkan Küçüköz Tarafından 17 Haziran 1994 Tarihinde Alınan İfade

20. Bu ifade Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi (bkz. aşağıda 33. paragraf) Cumhuriyet Savcısı tarafından gönderilen, 17 Mayıs 1994 tarihli bir mektubu takiben alınmıştır. Aksoy ifadesini verdiği sırada esrar bulundurmak suçundan dolayı Lice Hapishanesi’nde bulunmaktaydı.

21. Aksoy gibi Abdülmenaf Kaya da Dolunay Köyü’ndendi. Aksoy, 25 Mayıs 1993 tarihinde Dolunay ve Çiftlikbahçe Köyleri arasındaki bir yol üzerinde bulunan arı kovanlarına bakmak üzere evinden ayrılmıştır. Dolunay Köyü’nden çıkmak üzereyken Abdülmenaf Kaya’ya rastlamış ve Kaya ona kendisiyle birlikte gitmek istediğini söylemiştir.

Kovanların yanına geldiğinde bazı insanların koştuklarını duymuş ve on kadar askerin kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu görmüştür. Askerler ellerini bağlamışlar ve kim olduğunu ve niye oralarda dolaştığını sormuşlardır. İki-üç dakika sonra askerler Abdülmenaf Kaya’nın kaçtığını görmüşlerdir. Askerler arkasından “dur” diye bağırmışlar, Kaya ya bu uyarıyı duymamış ya da duymazdan gelmiştir. Teğmen, askerlere, Kaya’nın ayaklarına ateş etme emri vermiştir. O sırada Abdülmenaf Kaya 50-60 metre uzaklıkta bulunmaktadır.

Askerler ayaklarına ateş etmeye başladıklarında Kaya Çiftlikbahçe’ye doğru koşmaya başlamıştır. Askerler, Aksoy’u da yanlarına alarak onu takip etmeye başladılar. Abdülmenaf Kaya bir tepenin arkasında gözden kayboldu ve askerler tepeye vardıklarında onu göremediler. Daha sonra Çiftlikbahçe yakınlarında bulunan ve sayıları on civarında olan evlerin bulunduğu bir yerde başka bazı askerlerle karşılaştılar ve onlar Abdülmenaf Kaya’yı gördüklerini söyledirler. Aksoy ve askerler yarım saat kadar yolda beklediler. Daha sonra Aksoy birtakım silah sesleri duydu. Yaklaşık olarak üç el ateş edilmişti. On dakika kadar sonra bir helikopter indi fakat Aksoy neler olduğunu görebilecek bir mesafede değildi. Helikopter on dakika sonra oradan ayrıldı. Daha sonra bir teğmen Aksoy’un yanına gelerek, ona, “Menaf’ı öldürdük” dedi.

Aksoy Lice’ye götürülerek 15 gün gözaltında tutulmuştur.
b) Terörle Mücadele Şubesi’nde İki Polis Tarafından 22 Kasım 1995 Tarihinde Alınan İfade

22. Aksoy’un bu ifadeyi, 14 Kasım 1995 tarihinde yakalanmasını takiben verdiği söylenmektedir. Başvurucuya göre, daha sonra Aksoy tarafından geri alınmış olduğu da düşünülürse (bkz. aşağıda 24. ve 25. paragraflar) bu ifadelerin baskı altında alınmış olduğu kabul edilmeli ve bunlar dikkate alınmamalıdır.

23. Aksoy, 1990’dan beri Dolunay Köyü’ne gelen PKK üyelerine yemek sağladığını ve 1991’den beri aynı zamanda köylülerin teröristlerin cenaze törenlerine katılmalarını organize ettiğini anlatmaktadır.

Mart 1992’de altı PKK üyesi köye gelerek Abdülmenaf Kaya’yı getirmesini söylemişlerdir. Abdülmenaf Kaya geldikten sonra, o ve bir PKK üyesi ayrı bir yerde konuşmuşlardır. İki ay sonra üç PKK üyesi on kişilik bir grupla gelmişlerdir. Abdülmenaf Kaya’dan köylülerin cenazeye katılmalarını örgütlemesi istenmiştir. İki ay sonra Abdülmenaf Kaya ordunun düzenlediği bir operasyonda ölmüştür. Hükümete göre ifadenin bu son kısmı Aksoy’un sözcüklerinin doğru olmayan bir çevirisidir. Onların iddiasına göre Aksoy, Abdülmenaf Kaya’nın bir silahlı çatışmada öldüğünü söylemiştir.
c) 23 Kasım 1995 Tarihinde Cumhuriyet Savcısı’na Verilen İfade

24. Aksoy, bu ifadesinde, 22 Kasım 1995 tarihli ifadesini polisin yazdığı bir yazıyı imzalamak zorunda bırakıldığından bahisle reddetmiştir.

25. İfadesinde PKK kuryesi olduğu yönündeki suçlamaları reddetmiştir. Bu ifadede Abdülmenaf Kaya’nın adı geçmemektedir.

3. 25 Mart 1993 Tarihli Otopsi Raporu

26. Bu rapor Dr. Arzu Doğru tarafından olay yerinde hazırlanmıştır.

27. Rapora göre, 25 Mart 1993 tarihinde Bölge Jandarma Karakolu’ndan gelen bir telefonla silahlı bir çatışmada ölen bir PKK terör örgütü üyesinin cesedinin bulunduğu bildirilmiş ve bunun üzerine Cumhuriyet Savcısı Ekrem Yıldız ve Hükümet Doktoru Arzu Doğru, yanlarına katip olarak bir jandarmayı da almak suretiyle askeri helikopterle olay mahalline gitmişlerdir. Olay yerine vardıklarında ceset bir dere kenarında, çalıların üzerinde sırt üstü yatmaktaydı. Ceset toprak bir zemine çekildi. Yanında, 8125298 seri numaralı bir kalaşnikof ve 3 tane dolu altı tane de boş mermi vardı. Ceset, mavi-gri bir pantolon ve bir yelek giymiş, belinde kemer, ayağında da çorapsız giyilmiş bir çift ayakkabı bulunan 35-40 yaşlarında saçlarında beyazlar olan bir erkeğe aitti. Olay yerinde cesedin kimliğini teşhis edecek kimse bulunmadığından, güvenlik güçleri cesedin farklı açılardan fotoğraflarını çekmişlerdir.

28. Cesedin boyun kısmında, boğazında, kalbin üzerinde, üst sol kısımda, kasık çevresinde ve göbek çevresinde, sol kalçada ve her iki bacağın femurunda çok sayıda kurşun deliği vardı. Bacak kemikleri kırılmıştı.

29. Tıbbi incelemeyi yapan doktor sonuçta şu ifadeyi vermiştir:

“Cumhuriyet Savcısıyla birlikte yukarıdaki bulgulara ulaştım ve bulguların yukarıdaki gibi olduğunu kabul ediyorum. Bu bulguların sonucu olarak ölüm sebebi açıktır. Klasik bir otopsi yapmaya gerek yoktur. Olay yerindeki koşullar yeterli güvenliğimizin ve araç-gerecimizin olmayışıyla birleşince tam bir klasik otopsi yapılmasına engel oluşturmaktadır. Yukarıdaki bulgulardan hareketle sözkonusu şahsın ateşli silahlardan kaynaklanan yaraların yol açtığı kardiyovasküler yetmezlikten ölmüş olduğu sonucuna vardım. Kesin fikrim budur.”

30. Rapora göre silah ve mühimmat da corpus delicti olarak alınmıştı. Rapor, cesedin incelenmesinin ve otopsi sürecinin tamamlandığını bildirerek sona ermektedir. Rapor Teğmen Alper Sir tarafından, cesedi teslim alan kişi sıfatıyla  imzalanmıştır.

C. Yerel Makamlar Önündeki İşlemler

31. 25 Mart 1993’te cereyan eden olayları ve cesedin Abdülmenaf Kaya’ya (bkz. yukarıda 15. paragraf) ait olduğunun teşhisini takiben, 20 Eylül 1993’te Lice Başsavcısı Ekrem Yıldız tarafından yetkisizlik kararı verilmiş ve dosya Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı’na gönderilmiştir.

Başsavcı, kararda, hazırlayıcı belgelerin 25 Mart 1993 tarihinde diğer PKK teröristleri ile birlikte güvenlik güçleriyle silahlı bir çatışmaya giren Abdülmenaf Kaya’nın işlediği suç çerçevesinde incelendiğini vurgulamıştır. Karar, silahlı çatışmadan sonra cesedin bir silah ve mühimmatla birlikte güvenlik güçlerince nasıl ele geçirildiğini anlatmaktadır. Karara göre silahın balistik raporu henüz sağlanamamıştır. Cumhuriyet Savcısı, teröristlerin amaçlarından ve saldırının olağanüstü hal bölgesinde gerçekleşmiş olduğundan hareketle, soruşturmanın Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı’nca yürütülmesi gerektiği, dolayısıyla kendisinin yetkisiz olduğu sonucuna varmıştır.

32. 23 Haziran 1993 tarihinde, Abdülmenaf Kaya’nın yanında bulunan silah ve mühimmat üzerinde Diyarbakır Polis Laboratuvarı tarafından yapılan araştırmanın sonuçlarını gösteren bir rapor hazırlanmıştır. Cumhuriyet Savcısı’nın yetkisizlik kararı (bkz. yukarıda paragraf 31) verdiği sırada hazır olmayan bu rapora göre silah Çin yapımı, 8125298/59339 seri numaralı bir otomatik kalaşnikoftu ve incelenen üç boş kovan “teröristin yanında bulunan” silahtan çıkmıştı.

33. 17 Haziran 1994’te Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı’nın ricası üzerine bir Cumhuriyet Savcısı, Abdülmenaf Kaya’nın ölümüyle ilgili olarak, Lice’de tutuklu bulunan (bkz. yukarıda paragraf 20 ve 21) Hikmet Aksoy’un ifadesini almıştır.

34. Komisyon önündeki işlemler sırasında Hükümet’ten otopsi raporuna ekli olan fotoğrafları (bkz. yukarıda paragraf 27) sunması istenmiştir. Yetkili makamlar henüz bu fotoğrafları getirmemişlerdir.
D. Delillerin, Komisyonun Başvurucunun Kardeşinin Öldürülmesi Konusundaki Bulgularının ve Resmi Soruşturmanın Yeterliliğinin Değerlendirilmesi

1. Tanıklar

35. Diyarbakır’da iki Komisyon temsilcisi önünde beş tanığın sözlü ifadesi alınmıştır: (i) Olay yerinde cesedin otopsisini yapan Dr. Arzu Doğru; (ii) Teğmen Alper Sir; (iii) Kıdemli Çavuş Ahmet Gümüş; (iv) Kıdemli Çavuş Paşa Bülbül (v) Çavuş Altan Berk.

36. Başvurucu bu oturuma katılmamıştır. Komisyon’a, tanıklık ederse misillemeden korktuğunu bildirmiştir. Tam olarak nelerden korktuğunu bildirmemiştir. Bay Hikmet Aksoy da oturuma katılmamıştır. Hikmet Aksoy, 8 Kasım 1995’te Diyarbakır İnsan Hakları Derneği aracılığıyla Komisyon’a, hem kendisinin hem de ailesinin, tanıklık etmemesi için, polis tarafından baskı altında tutulduğunu ve bu yüzden tanıkların dinleneceği oturuma katılmayacağını bildirmiştir.

37. Çağrılmış olmalarına karşın, Lice Cumhuriyet Savcısı ve Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı da oturuma katılmamışlardır. Lice Cumhuriyet Savcısı programı müsait olmadığı için, Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı ise olaya ilşkin bilgilerinin ancak dosya kendisine geldikten sonrasıyla ilgili olduğu, dolayısıyla Abdülmenaf Kaya’nın ölümüyle ilgili olarak temsilcilere herhangi bir bilgi veremeyeceği için katılmamışlardır.
2. Delillerin Değerlendirilmesi Konusundaki Yaklaşım

38. Komisyon, önündeki belgeleri ve sözlü delilleri, makul şüpheden ari (beyond reasonable doubt) olma ölçütü çerçevesinde, bu ölçütün yeterince güçlü, açık ve uygun delillerin birarada bulunmasını gerektirdiğini dikkate alarak incelemiştir. Bundan dolayı Komisyon, başvurucunun, Bay Hikmet Aksoy’un ve iki Cumhuriyet savcısının Diyarbakır’daki oturuma katılmamalarının, delillerin karar vermeye yetecek düzeyde olup olmadıklarına karar verilmesi konusunda önemli bir etkiye sahip olduğunu vurgulamıştır. Komisyon buna ek olarak, olayın doğrudan tanığı olmaması dolayısıyla başvurucunun ifadesinin delil olmak açısından ancak sınırlı bir değer taşıyacağını vurgulamıştır. Buna karşın Hikmet Aksoy’un olayın görgü tanıklarından olması ve katılması durumunda, çapraz sorgulama sonucunda, verdiği bilgilerin doğruluğunun ve güvenilirliğinin değerlendirilmesinin mümkün olacak olması dolayısıyla, onun dinlenilmesinin değerli olacağı açıklanmıştır. Başvurucunun kardeşinin ölümüne (bkz. yukarıda paragraf 31-34) ilişkin olarak yerel düzeyde yapılan soruşturmada meydana gelecek herhangi bir eksiklik Komisyon’un varacağı sonuçları Sözleşme’nin 28. maddesinde kendisine verilen yetkilere dayanarak topladığı sözlü ve belgesel delillere dayandırmak zorunda kalması anlamına gelecekti.
3. Komisyon’un Değerlendirmesi

39. Komisyon’un Abdülmenaf Kaya’nın ölümüne ilişkin deliller konusundaki kararı şöyle özetlenebilir:

(i) Açık olan ve üzerinde uyuşmazlık olmayan tek olay Abdülmenaf Kaya’nın cesedinin 25 Mart 1993 tarihinde Dolunay Köyü yakınındaki bir derenin kenarındaki çalıların arasında bulunmuş olduğuydu. Cesedin üzerinde mavi-gri bir pantolon, bir kemer, bir yelek ve çorapsız olarak giyilmiş bir çift ayakkabı vardı. Cesedin boynunda, boğazında, kalbin üzerinde, vücudun sol üst bölümünde, göbek ve kasık çevresinde, sol kalçada ve her iki bacağın femurunda çok sayıda kurşun deliği saptanmıştır. Kurşunların etkisiyle bacak kemikleri kırılmıştı. Otopsi raporunda toplam kurşun deliği sayısı belirtilmemiş olmakla birlikte, bu sayı, temsilcilere verdiği sözlü ifadesinde Dr. Arzu Doğru tarafından yedi veya sekiz olarak tahmin edilmiştir. Uyuşmazlık konusu olmayan bir diğer nokta da, Dr. Arzu Doğru’nun ceset üzerinde olay mahallinde bir otopsi yaptığı ve cesedin otopsiden sonra Birinci Teğmen Alper Sir’in emriyle Çiftlibahçe Köyü’nden üç köylüye verildiğiydi.

(ii) Tanık olarak dinlenen askerlerin ayrıntıda eksik kalan ifadeleri (bkz. yukarıda paragraf 35) önemli ölçüde birbirine uygun ve Hükümet’in olaylara ilişkin yorumuyla (bkz. yukarıda paragraf 11-15) koşuttu.

(iii) Bununla birlikte Hükümet’in aktardığı bilgilerde şüpheye yol açacak birkaç nokta vardı: 50-60 askerle 20-35 PKK teröristinin girdiği ve 30-60 dakika süren silahlı çatışmada sadece bir ölü vardı; askerlerin silahlarının menzilinin 400-600 metre olduğu ve askerlerle teröristler arasındaki ateş etme uzaklığının 300-1000 metre olduğu düşünüldüğünde cesedin üzerindeki yaralar çok ciddiydi; çatışma sırasında ne ölen şahsın ne de diğer teröristlerin görülmüş oldukları dikkate alınırsa,cesedin her yanında kurşun yaralarının bulunması onun  tam anlamıyla ateş altında kalmış olduğunu göstermektedir; cesedin üzerindeki giysiler tipik PKK giysileri değildir; aktif bir teröriste ait olduğu düşünülmesine karşın ceset üç köylüye teslim edilmiştir; ve cesetle yanında bulunan silah arasında herhangi bir bağ kurmaya yarayacak herhangi bir laboratuvar sonucu yoktur.
4. Başvurucunun Kardeşinin Ölümüne İlişkin Bulgular

40. Komisyon, yukarıda değinilen noktalardan (bkz. paragraf 39 (iii)) hareketle Abdülmenaf Kaya’nın askerler tarafından başvurucunun iddia ettiği koşullar altında öldürüldüğünün toplanan yazılı ve sözlü delillerle makul şüpheden ari bir şekilde kanıtlandığı sonucuna varmanın mümkün olmadığını belirtmiştir.
5. Ölüm Konusundaki Yerel Soruşturmaya İlişkin Bulgular

41. Komisyon’un Abdülmenaf Kaya’nın öldürülmesi konusundaki araştırma ve soruşturmaya ilişkin kararı, 25 Mart 1993 tarihinde meydana gelen olayla ilgili olarak yetkililerce yapılmış ayrıntılı bir soruşturmanın bulunmadığı ve temsilcilerin soruşturmanın değişik aşamalarında sorumluluk üstlenmiş savcıları dinleme olanağına sahip olamadıkları bir ortamda verilmiştir. Komisyon, savcıların temsilciler önündeki oturuma katılmamak konusundaki mazeretlerinin ikna edici olmadığı kanaatine varmıştır.
Komisyon, ceset üzerinde yapılmış olan otopsinin kusurlu ve eksik olduğu görüşündedir. İlk olarak, cesede isabet eden kurşunların sayısının veya hangi uzaklıktan ateş edilmiş olduğunun tespit edilebilmesi için herhangi bir girişimde bulunulmamıştır; ve otopsi raporu girişteki ve çıkıştaki yaraların yerlerinin tespiti açısından son derece yetersizdir. İkinci olarak, ceset veya elbiseler üzerinde parmak izi ve barut araştırması yapılmamıştır. Otopsinin ve adli tıp araştırmasının güvenlik nedeniyle olay yerinde yapılmasının güç olduğunu kabul etmekle birlikte Komisyon, cesedin başka bir yere götürülerek, orada, örneğin vücuttaki kurşunlara ilişkin daha geniş bir araştırma yapılmamış olmasını altını çizmeye değer bulmuştur. Cesedin köylülere teslim edilmesi daha geniş bir araştırma yapabilme olanağını ortadan kaldırmıştır. Üçüncü olarak Komisyon, yetkili makamların, cesedin bir PKK’lıya ait olduğu konusunda hiçbir kuşku ve olayda güvenlik güçlerinin herhangi bir sorumluluklarının bulunabileceği olasılığını araştırma gereksinimi duymadıkları izlenimini edinmiştir. Komisyon, bu noktada, otopsi raporunda ölenin PKK teröristi olduğuna dair ibarenin, Cumhuriyet Savcısı Ekrem Yıldız’ın yetkisizlik kararında kullandığı ifadenin (bkz. yukarıda paragraf 31) ve Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı’nın Hikmet Aksoy’u ölenin PKK’yla bir ilişkisi olup olmadığı konusunda sorgulamamasının (bkz. paragraf 20 ve 21) altını çizmektedir.

II. İlgili Yerel Mevzuat ve Uygulama

42. Hükümet Komisyon’a ve Divan’a aşağıdaki mevzuatın davayla ilgili olduğunu bildirmiştir.
A. Güvenlik Güçlerinin Silah Kullanmaya Yetkili Olduğu Durumlar

43. 285 sayılı KHK’nin 23. maddesine göre, güvenlik güçleri ve silahlı kuvvetler görevlerini yerine getirirken bu KHK’nin çizdiği sınırlar içerisinde silah kullanabilirler. Dolayısıyla güvenlik güçleri, teslim ol çağrısına uymayan veya buna ateşle karşılık veren veya kendilerini meşru müdafaa durumunda bırakan bir kişiye ateş etme yetkisine sahiptirler.

44. Meşru müdafaaya ilişkin hüküm Türk Ceza Yasası’nın 49. maddesindedir. Bu hükme göre; “Gerek kendisinin gerek başkasının nefsine veya ırzına vukubulan haksız bir taarruzu filhal defi zaruretinin bais olduğu mecburiyetle, …, işlenilen fiillerden dolayı faile ceza verilemez…”

B. Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’nda Adam Öldürme Suçunun Araştırılması ve Soruşturulması

45. Ceza Yasası’nda taksirli adam öldürmeye (m. 452,459), kasten adam öldürmeye (m. 448) ve taammüden adam öldürmeye (m. 450) ilişkin düzenlemeler vardır. Bu suçlarda Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’nın 151. ve 153. maddeleri uygulama alanı bulmaktadır. 153. maddeye göre Cumhuriyet savcılarının ve emniyetin, kendilerine bildirilen suçları araştırmak ödevi vardır. Cumhuriyet savcıları CMUK m. 148’den hareketle bir soruşturma başlatılıp başlatılmayacağına karar verecektir. 165. maddeye göre soruşturma başlatmayan Cumhuriyet savcısına karşı itirazda bulunulması mümkündür.

46. Başvurucu, 285 sayılı KHK’nin, savcıların güvenlik güçlerine ilişkin araştırmalarda yetkilerini yerel idari birimlere devretmek zorunda olduklarını düzenleyen 4. maddesine dikkat çekmektedir. Başvurucuya göre yasa gücünde olan bu KHK yargısal denetime tabi değildir. 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın benzer bir hüküm içeren 15. maddesinin 3. fıkrası Anayasa Mahkemesi’nin 31 Mart 1992 tarihli bir kararıyla iptal edilmiştir. Başvurucuya göre herhangi bir hukuk eğitimi almamış, atanmış kamu görevlilerinden oluşan bu idari birimler bağımsızlıktan yoksundurlar ve güvenlik güçleri mensuplarına ilişkin bir soruşturmayı daha üst düzeydeki başka güvenlik güçleri mensuplarına havale etmektedirler. Bu görevliler soruşturmaya gerek olup olmadığı konusunda karar vermekte ve bu karar idari birimin kararı olarak ancak idari yargının denetimine tabi olmaktadır.
C. Türk Hukuku’nda Cezai Sorumlulukla Tazminat Sorumluluğu Arasındaki İlişki

47. Hükümet, Mahkeme’ye, Türk Hukuku’nda cezai sorumlulukla tazminat sorumluluğu arasındaki ilişkiye ilişkin bir açıklama sunmuştur.

Hukuk mahkemeleri bir kişinin kusurlu olup olmadığı konusunda karar verirken ceza hukukuyla bağlı değillerdir. Bir hukuk mahkemesi hakimi sorumluluk konusundaki ceza hukuku kurallarıyla ve ceza mahkemesinin beraat kararıyla bağlı değildir. Borçlar Kanunu’nun 53. maddesinde hukuk mahkemesi yargıcının ceza mahkemesi kararlarıyla bağlı olmadığı belirtilmiştir.

53. maddeye göre;

“Hakim kusur olup olmadığına yahut haksız fiilin failinin temyiz kudretini haiz bulunup bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun sorumluluğa dair hükümleriyle bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesinden verilen beraat kararıyla da bağlı değildir”.

48. Türk Hukuku’nda suç ve kusurun değerlendirilmesi özel hukuktaki gibi değildir. Ceza sorumluluğu sadece cezalarla ilgiliyken özel hukuk sadece davacının davalının kusurlu olduğunu ispatlayabildiği durumlarda zararın tazminiyle ilgilenir. Cezai sorumluluk ve tazminat sorumluluğu değişik düzeylerde ve değişik ölçütlere göre kararlaştırılır. Ceza sorumluluğunda kasıt veya taksir aranır oysa tazminat sorumluluğunda durum farklıdır.

49. CMUK’a göre, davacı istemde bulunursa Ceza Mahkemesi tazminata da hükmedebilir. Bu durumda ceza mahkmesinin tazminata ilişkin kararı bağlayıcıdır.

50. Tazminat istemini görüşmekte olan bir hukuk mahkemesi aynı konuda görüşülmekte olan ceza davasının sonucunu beklemek zorunda değildir. Hukuk mahkemesi ceza mahkemesinin sadece mahkumiyet kararlarıyla bağlıdır. Ceza mahkemesinin delil yetersizliğinden beraat kararı hukuk mahkemesi açısından bağlayıcı değildir. Özel hukuk sorumluluğu özel hukuk hükümlerine göre belirlenecektir. Bu konuda 1971 tarihli bir Yargıtay kararında şöyle denilmiştir: “Ceza yargılamasının beraatle sonuçlanmış olması, veya eylemin birden çok kişi tarafından yapılması halinde suçu işleyenin hangisi olduğunun tespit edilememiş olması durumlarında, daha sonra açılan tazminat davasının yargıcı ceza mahkemesi kararıyla bağlı olmayacaktır”.

KOMİSYON ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER

51. Başvurucu, Komisyon’a 23 Eylül 1993 tarihinde yapmış olduğu 22729/93 sayılı başvuruda, kardeşi Abdülmenaf Kaya’nın güvenlik güçlerince, 25 Mart 1993 tarihinde hukuka aykırı bir şekilde öldürüldüğünü ve ölümüne neden olan olayların yetkili makamlarca gereği gibi araştırılmadığını iddia etmiştir. Başvurucu, Sözleşme’nin 2., 3., 6., 13. ve 14. maddelerinin ihlal edildiğini iddia etmiştir.

52. Komisyon, 20 Şubat 1995’te başvuruyu kabul edilebilir bulduğunu açıklamıştır. 24 Ekim 1996 tarihli raporunda (madde 31), başvurucunun kardeşinin ölümüne ilişkin olayın yetkili makamlarca yeterince araştırılmaması nedeniyle, 2. maddenin ihlal edildiğine 27 oya karşı 3 oyla;  3. maddeye ilişkin herhangi bir ihlal bulunmadığına oybirliğiyle; Sözleşme’nin 6. maddesine ilişkin bir ihlalin bulunduğuna 27 oya karşı 3 oyla; Sözleşme’nin 13. maddesine ilişkin incelemeyi gerektiren herhangi bir konu bulunmadığına 28 oya karşı 2 oyla; ve Sözleşme’nin 14. maddesine ilişkin herhangi bir ihlal bulunmadığına oybirliğiyle karar verilmiştir. Komisyon’un görüşünün tam metni ve beş ayrık oy bu karara ek olarak yayınlanmıştır.

MAHKEME’YE SON SUNUŞLAR

53. Başvurucu gerek başvurusunda, gerek  sözlü olarak, davalı devletin Sözleşme’nin 2., 6. ve 13. maddelerini ve bu maddelerle bağlantılı olarak 14. maddeyi ihlal ettiğini tespit etmesini Mahkeme’den istemiştir. Komisyon önünde ileri sürülen 3. maddenin ihlaline ilişkin iddia Mahkeme önünde ileri sürülmemiştir. Mahkeme’den aynı zamanda 50. maddeye dayanarak tazminata hükmetmesi istenmiştir.

54. Buna karşılık Hükümet, Sözleşme organları  önünde başvurucu statüsünde bulunma hakkına sahip olduğunu gerek yazılı gerek sözlü olarak kanıtlayamaması dolayısıyla  Bay Kaya’nın başvurusunun kabul edilmemesi gerektiğini iddia etmiştir. Buna ek olarak Hükümet, Sözleşme’nin ihlal edilmediği iddiasıyla, Mahkeme’nin başvurucunun başvurusunu reddetmesini talep etmiştir.

KARAR

I. Davanın Konusu

55. Komisyon davayı Mahkeme’ye gönderirken Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlal edilmiş olup olmadığının araştırılmasını istemiştir (bkz. yukarıda paragraf 1). Buna karşın başvurucu bu iddiayı Mahkeme önünde ne yazılı ne de sözlü olarak (bkz. yukarıda paragraf 53) dile getirmiştir. Kamuya açık duruşmada Hükümet ve Komisyon Temsilcileri böyle bir iddiada bulunmamışlardır.

Mahkeme bu koşullar altında bu iddiayı incelemeyecektir.
II. Hükümetin İlk İtirazı

56. Hükümet, Bay Kaya’nın Sözleşme kurumları önündeki başvuru ehliyetini tartışma konusu yapmıştır. Hükümete göre, Sözleşme süreci İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi’nden Bay Abdullah Koç’a verilen bir ifadeyle başlatılmış olduğundan, Kaya’nın Komisyon’a gerçek anlamda bir başvuruda bulunduğundan söz etmek mümkün değildir (bkz. yukarıda paragraf 16). İfade Bay Koç tarafından yazılmış ve Bay Kaya tarafından  okunması mükün olmayan bir şekilde imzalanmıştır. Hükümet’e göre Komisyon, ortada bona fide bir başvuru bulunduğu yolundaki belirlemesiyle yanlış bir karar vermiştir.

Hükümet, Bay Kaya’nın işlemlere herhangi bir aşamada katılmadığı konusunda ısrar etmiştir. Kaya, Komisyon temsilcilerinin 9 Kasım 1995’te Diyarbakır’da yaptıkları oturuma ve Mart 1996’da Strasbourg’da Komisyon tarafından yapılması istenilen duruşmaya da katılmamıştır.

Hükümet, bu noktalardan hareketle Mahkeme’nin, bir “başvurucu” bulunmaması nedeniyle davayı reddetmesini istemiştir.

57. Başvurucunun hukuki tamsilcileri Hükümet’in bu konudaki iddialarını reddetmişlerdir. Mahkeme önünde başvurucunun Sözleşme organlarına başvurma arzusunu her zaman taşıdığını söylemişlerdir. Başvurucu, daha önce iki kez Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’nde ifade vererek (bkz. yukarıda paragraf 16-18), ölüm sonrası raporunun bir kopyasını almak için başarısız kalan girişimlerde bulunarak ve olayın görgü tanığı olan köylülerle bağlantı kurmaya çalışarak, sürece aktif bir şekilde katılmıştır. Başvurucunun temsilcilerin bulunduğu toplantıya katılmamasının nedeni yetkili makamların misilleme girişiminde bulunmalarından korkmasıdır. Dahası, Diyarbakır Hapishanesi’nden gönderdiği imzalı bir yazıyla işlemlere Mahkeme önünde devam edilmesi konusundaki arzusunu ifade etmiştir (bkz. yukarıda paragraf 2).
58. Komisyon temsilcileri Hükümet’in ilk itirazlarını kabul etmemişlerdir.
59. Mahkeme, Hükümet’in Bay Kaya’nın başvuru ehliyetine ilişkin itirazlarının Komisyon önündeki kabul edilebilirlik aşamasında veya daha sonraki aşamalarda ileri sürülmemiş olduğunu belirtir. Kabul edilebilirlik aşamasında ileri sürülen tek itiraz içhukuk yollarının tüketilmemiş olmasıydı ki bu itiraz da başvurunun kabul edilebilirliği ile ilgili olmayıp, başvurucunun 6. maddenin ihlaline ilişkin iddialarının karşılanması amacıyla ileri sürülmüş bir karşı iddiaydı (bkz. aşağıda paragraf 100).

60. Dolayısıyla Hükümet’in Bay Kaya’nın Komisyon’a başvuru ehliyeti (bkz. 25 Eylül 1997 tarihli Aydın-Türkiye kararı, Reports of Judgements and Decisions 1997-…, p. …) ve başvurunun geçerliliği konularındaki itirazlarda bulunma hakkından kendi isteğiyle vazgeçtiği kabul edilmek gerekir. Bu nedenle Hükümet’in ilk itirazı reddedilmiştir.
III. Sözleşme’nin 2. Maddesine İlişkin İhlal İddiaları

61. Başvurucu, kardeşinin 25 Mart 1993 tarihinde, güvenlik güçleri tarafından, herhangi bir yargı kararı olmaksızın öldürüldüğünü ve bunun Sözleşme’nin 2. maddesinin ihlali anlamına geldiğini iddia etmiştir. Yetkili makamların kardeşinin öldürülmesi olayıyla ilgili yeterli araştırmayı yapmak konusundaki eksiklikleri de 2. maddenin ihlali anlamına gelmektedir. 2. maddeye ilişkin bu iki ihlal davalı Devletin içhukukundaki yaşama hakkının yeterince korunmamasıyla da birleşmektedir.

Sözleşme’nin 2. maddesine göre;

“1. Herkesin yaşama hakkı kanunla korunur. Kanunun ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın yerine getirilmesi dışında hiç kimse kasten öldürülemez.
2. Öldürme, aşağıdaki durumlardan birinde kuvvete başvurmanın kesin zorunluluk haline gelmesi sonucunda meydana gelmişse, bu maddenin ihlali suretiyle yapılmış sayılmaz:

a) Bir kimsenin kanundışı şiddete karşı korunması;
b) Kanuna uygun olarak tutuklama yapılması veya kanuna uygun olarak tutuklu bulunan bir kişinin kaçmasının önlenmesi;
c) Ayaklanma veya isyanın, kanuna uygun olarak bastırılması.”

62. Hükümet, başvurucunun iddialarını, kardeşinin terörist bir saldırı sırasında hukuka uygun olarak öldürüldüğünü ve yetkili makamların bu ölüm olayıyla ilgili olarak yürüttükleri araştırmanın tamamıyla yeterli olduğunu belirterek reddetmiştir.

Komisyon, 2. maddenin, başvurucunun kardeşinin öldürülmesi olayının yetkili makamlarca yeterince araştırılmamış olması nedeniyle ihlal edilmiş olduğunu saptamıştır.
A. Başvurucunun Kardeşinin Hukuka Aykırı Bir Şekilde Öldürülmüş Olduğu Yolundaki İddia

1. Mahkeme Önündeki İddialar
(a) Başvurucu

63. Başvurucu, kardeşinin güvenlik görevlileri tarafından yaşamlarına yönelik herhangi bir tehdit yokken (bkz. yukarıda paragraf 39) kasten öldürüldüğü sonucuna varılmasına yol açacak,  yeterince güçlü ve açık deliller bulunduğunu iddia etmiştir. Kullanılan şiddetin 2. maddenin ikinci paragrafında belirtilen amaçlarla uyumlu olduğunu ve orantılı olduğunu kanıtlamak yükü devlete düşüyordu. Oysa, ölenin terörist olduğuna ve güvenlik güçlerinin terörist bir saldırı karşısında kendi kendilerini korumak zorunda kaldıklarına dair iddialarını kanıtlamayı başaramamışlardır.

64. Başvurucu buradan hareketle, Hükümet’in ölen kişinin yanında bulunmuş olan silahı kullandığına dair herhangi bir delil getiremediğini ve eğer ölen kişi bir teröristse niye bir terörist gibi giyinmemiş olduğunu mantıklı bir şekilde açıklayacak herhangi bir gerekçe ileri sürmemiş olduğunu vurgulamıştır. Dahası, ölenin silahlı bir çatışmada ölen, kimliği belirlenememiş bir terörist olduğu iddiası, bir Cumhuriyet savcısının ve bir doktorun ölüm sonrası araştırmalarda bulunmak için özel olarak bölgeye gönderilmiş olmasıyla ve ölenin eşyalarının ve gömülmek üzere cesedinin köylülere verilmesiyle bağdaşmamaktadır (bkz. yukarıda paragraf 13 ve 14).

65. Bunun yanında, hükümet, ölüm olayının gerçekleştiği gün herhangi bir silahlı çatışmanın meydana gelmiş olduğunu kanıtlayacak deliller ileri sürememiştir. İddia edilen silahlı çatışmayı kanıtlayacak bir tek kurşun bulunamamıştır. Ayrıca teröristlerin geri çekilmek için kullanmış olmaları olasılığı olan yolda herhangi bir kan izine de rastlanmamıştır.

66. Başvurucunun kardeşinin bir silahlı çatışmada öldürülmüş olduğu kanıtlanabilmiş olsaydı bile, Hükümet bu ölümün Sözleşme’nin 2. maddesinin 2. paragrafındaki koşullar altında gerçekleşmiş olduğunu kanıtlayamayacaktı. Başka herhangi bir ceset bulunamayışı ve ölenin cesedi üzerinde bulunan kurşun yaralarının yerleri, sayıları ve ciddiyetleri göz önünde bulundurulursa, kullanılan şiddetin orantılı bir şiddet olmadığı açıkça ortaya çıkacaktır. Bu olgular başvurucunun kardeşinin kasıtlı bir şekilde öldürüldüğünü doğrulamaktaydı.
67. Kendi ifadeleri ve Hikmet Aksoy’un  17 haziran 1994 tarihinde Cumhuriyet Savcısı’na verdiği ifade (bkz. yukarıda paragraf 16-21), Komisyon’un üzerinde uyuşmazlık bulunmayan olgular olarak sıraladığı olaylarla uyum içindeydi ve kardeşinin güvenlik güçlerince kasıtlı bir şekilde öldürüldüğüne dair ikna edici kanıtlar içermekteydi. Başvurucu da  Aksoy da, 9 Kasım 1995’te Diyarbakır’da temsilcilerin yaptıkları sorgulamaya kendi ellerinde olmayan sebeplerden dolayı gitmemişlerdi. Her ikisi de yetkili makamlardan gelebilecek misillemeden korkmuşlardı. Nitekim Aksoy’un korkuları doğru çıkmış ve kendisi kısa bir süre sonra tutuklanmıştı.
(b) Hükümet

68. Hükümet başvurucunun iddialarının dayanaksız olduğunda ve temsilciler önünde çapraz sorgulamaya alınmamış kişilerin ifadelerine dayandığında ısrar etmiştir. Başvurucu olayın doğrudan görgü tanığı değildir. Aksoy ise, PKK’yla bağlantısı bulunduğu kanıtlanmış bir uyuşturucu madde kaçakçısı olduğundan güvenilir bir tanık değildir. Aksoy da başvurucu da temsilciler tarafından önündeki oturuma bilerek ve isteyerek katılmamışlardır. Aksoy’un misilleme korkusunu ileri sürmesi kabul edilebilir değildir çünkü kendisi, hapishanede bulunduğu sırada bile, Cumhuriyet Savcısı’na güvenlik güçleri aleyhine kouşmaktan çekinmemiştir (bkz. yukarıda paragraf  20 ve 21).

69. Başvurucunun iddialarının güvenilirliğini zedeleyen iki nokta daha vardı. Örneğin başvurucunun ikinci ifadesinde (bkz. yukarıda paragraf 18) iddia edilmiş olduğu gibi yaralı olsaydı, ölenin 300-400 metre koşmuş olması mümkün olmazdı. Ayrıca güvenlik güçleri tarafından kasten öldürülmüş olsaydı, iddia edildiği gibi bir güvenlik güçleri mensubunun gidip de Aksoy’a bunu bildirmesi (bkz. yukarıda paragraf 21) sözkonusu olmazdı.

70. Buna karşın, temsilcilerin karşısında tanıklık eden tüm güvenlik güçleri mensupları şehadetlerinde tutarlı idiler. Olay günü bir silahlı saldırının gerçekleşmiş olduğu ve teröristlerin çekilmesinin ardından çalıların arasında  kimliği belirsiz silahlı bir teröristin cesedinin bulunduğu yolundaki gözlemler, olayla ilgili olmayan bir başka davadaki duruşmada o bölgeden bir belediye başkanı tarafından da dile getirilmiştir.

71. Hükümet, ayrıca, Komisyon tarafından olayların resmi açıklanmasına (bkz. yukarıda paragraf 39)  ilişkin olarak yapılan ve başvurucu tarafından da dayanak olarak kullanılan değerlendirmeleri dayanaksız bulduğunu açıklamıştır. Teröristler tabii ki başka kayıplar da vermişlerdir; nitekim kaçarken kullandıkları yol üzerinde kan izlerine rastlanmıştır. Ayrıca daha önceki deneyimlerden de bilinmektedir ki kayıp olmaması silahlı bir çatışma olmadığı anlamına gelmemektedir. Cesedin üzerinde bulunan kurşun sayısı da askerlerin kullandıkları otomatik silahların menzili ve gücüyle orantılıdır. Başvurucunun kardeşinin sadece birkaç saniye açıkta kalması birçok kurşuna hedef olmasına yetmiştir. Bunların yanında, ölenin yaşı veya görünüşü terörist olmadığını kanıtlamamaktadır.

72. Sonuç olarak Hükümet Mahkeme’den, başvurucunun kardeşinin güvenlik güçleriyle girilen silahlı bir çatışmada öldüğünü ve ölümün meşru müdafaadan kaynaklandığını tespit etmesini istemektedir.
(c) Komisyon

73. Komisyon temsilcileri, Mahkeme’de, Komisyon’un 25 Mart 1993 tarihinde meydana gelen olayları aydınlatma girişiminin başvurucunun ve Hikmet Aksoy’un temsilciler önünde tanıklık etmeye gelmemeleri dolayısıyla sekteye uğradığını bildirmişlerdir. Temsilciler dört kamu görevlisini tanık olarak dinlemişler ve bu kamu görevlilerinin dördü de güvenlik güçlerinin ateş altında kaldıklarını, karşılık verdiklerini ve daha sonra sivil giyimli bir şahsın cesedinin Dolunay Köyü yakınlarındaki bir derenin kenarında çalıların arasında bulunduğunu söylemişlerdir. Buna karşın, Komisyon, ölen kişinin silahlı bir çatışmada ölen bir terörist olmayabileceğini düşündüren olguları sıralamıştır (bkz. yukarıda paragraf 39). Bunun yanında Komisyon, başvurucunun kardeşinin öldürülmesinin bir spekülasyon ve tahmin konusu olarak kaldığını ve maktulün iddia edildiği gibi kasıtlı olarak öldürüldüğünü kesin olarak kanıtlamanın mümkün olamadığını saptamıştır.
2. Mahkemenin Değerlendirmesi

74. Mahkeme, başvurucunun kardeşinin nasıl öldüğü konusunda farklı ifadeler olduğunu saptar. Hem başvurucu hem de Hükümet, Komisyon tarafından sıralanan üzerinde uzlaşma sağlanamamış noktaları (bkz. yukarıda paragraf 39) kendi tezlerini güçlendirir şekilde algılamışlar ve tezlerini Mahkeme’ye sundukları iddialarla ve belgelerle desteklemişlerdir. Aynı zamanda dikkat edilmelidir ki benzer iddialar ve belgeler Komisyon’a da sunulmuş ve Komisyon bunları 25 Mart 1993 tarihinde meydana gelen olayları aydınlatmak için dikkate almıştır. Buna karşın Komisyon, 25 Mart 1993 günü meydana gelen olayları kesin olarak aydınlatmaya muktedir olamamıştır.

75. Bu noktada Mahkeme’nin yerleşmiş içtihadına göre olayların ve olguların saptanmasının ve sorgulanmasının Komisyon’un görevi olduğunu (Sözleşme’nin 28/1. ve 31 maddeleri) belirtmek gerekir. Mahkeme, Komisyon’un bulgularıyla bağlı olmamakla ve önündeki materyali değerlendirmek suretiyle kendi takdirine dayanarak karar vermek durumunda bulunmakla birlikte, bu alanda yetkilerini kullanması son derece istisnai bir durumdur (27 Eylül 1995 tarihli McCann ve diğerleri-Birleşik Krallık kararı, Series A, no. 324, s. 50; 18 Aralık 1996 tarihli Aksoy-Türkiye kararı, Reports of Judgements and Decisions 1996-s. …; yukarıda sözü edilen Aydın kararı; ve 28 Kasım 1997 tarihli Menteş-Türkiye kararı, Reports 1997-s. …).

76. Mahkeme, Komisyon’un varmış olduğu karardan farklı bir karara varmasını gerektirecek herhangi bir ayrıksı durumun bulunduğu kanaatinde değildir. Hızlı karar vermesi gerektiği için Komisyon, başvurucunun kardeşinin öldüğü koşulları tam olarak aydınlatma olanağı bulamamıştır. Komisyon’un delil toplama faaliyeti, başvurucunun ve Aksoy’un  temsilciler önünde tanıklık etmeye gelmemeleri üzerine önemli ölçüde sekteye uğramıştır; ayrıca Aksoy’un ve başvurucunun Abdülmenaf Kaya’nın öldürülmesi olayının görgü tanıkları olduklarını iddia ettikleri köylülerin dinlenilmesi de mümkün olmamıştır. Temsilcilerin, tanıkların tanıklıklarının değerini ve çapraz sorgulamadaki konumlarını gözlemleyememeleri Komisyon’un karar vermek için gereksinim duyduğu gerçeğe (bkz. yukarıda paragraf 38) ulaşılması konusunda önemli bir engel teşkil etmiştir (bkz. örneğin yukarıda adı geçen Aydın kararı).

77. Başvurucunun, Hükümet’in bazı açıklamalarından dolayı Komisyon üyelerinin zihinlerinde uyanan şüphelere dayandığını da belirtmek gerekir. Mahkeme bu şüphelerin hala geçerli olduğunu ve Hükümet’in yaptığı açıklamalarla (bkz.  yukarıda paragraf 70) ortadan kaldırılamamış olduğunu belirtir. Ancak, tamamı göz önünde bulundurulduğu zaman, başvurucunun iddialarının kanıtlanmış olduğu konusunda da mahkeme ikna olmuş değildir. Ulaşılması gereken delil düzeyine ulaşmak için güçlü, açık ve uygun delillerin bulunması gerekirken, temsilcilerin önünde verilmiş  ve başvurucunun iddiasını doğrulayacak herhangi bir sözlü ifadenin bulunmaması, mahkeme nezdinde iki tarafın iddialarının aynı düzeyde kabul edilebilir bulunmasına yol açmıştır.

78. Mahkeme, Komisyon’un bulgularını ve delilleri dikkatle inceledikten sonra, elindeki delillerin, başvurucunun kardeşinin iddia edildiği gibi güvenlik güçleri tarafından bilerek ve istenerek öldürülmüş olduğu sonucuna, her türlü şüpheden ari olarak varmasını mümkün kılmadığını bildirir.

A. Araştırmanın Yetersizliği İddiası Hakkında
1. Mahkeme Önündeki İddialar
(a) Başvurucu

79. Başvurucu, kardeşinin ölümüne ilişkin herhangi bir resmi soruşturma yapılmadığını ileri sürmüştür. Olay yerinde hazırlanmış olan otopsi raporu ceset üzerindeki kurşun yaralarının ebadı, sayısı ve biçimi konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir. Ayrıca rapor, cesedin ellerinde veya giysilerinde barut bulunup bulunmadığı ve kurşunların nereden atılmış olabileceği konularında da herhangi bir bilgi içermediğinden eksik kalmış bir rapordur. Cesedin, çekilmiş olduğu iddia edilen fotoğrafları hiçbir zaman ele geçirilememiş ve nerede dosyalandıklarına (bkz. yukarıda paragraf 34) dair herhangi bir kayıt tutulmamış olduğu ortaya çıkmıştır. Otopsi tamamlanır tamamlanmaz cesedin köylülere verilmesi kararı (bkz. yukarıda paragraf 14) ceset ve giysiler üzerinde daha ileri bir adli tıp araştırması yapılmasını olanaksız kılmıştır.

80. Cumhuriyet Savcısı olayın gerçekleştiği yerde yeterli bir araştırma yapmamıştır. Silahın üzerinde parmak izlerinin saptanması için herhangi bir araştırma yapılmadığı gibi, kurşunlar da daha sonra yapılacak analizler için alınmamıştır. Olaya ilişkin raporu (bkz. yukarıda paragraf 14) imzalayan veya Komisyon temsilcileri önünde ifade veren askeri tanıkların hiçbiri şikayetçinin kardeşinin iddia edilen saldırıda öldüğünü gördüklerini söylemedilerse de, Cumhuriyet Savcısı tarafından, ne olay yerinde, ne de daha sonra askerlerden herhangi birinin ifadesine başvurulmamıştır. Cumhuriyet Savcısı ilk andan itibaren ölenin bir terörist olduğu ve bir silahlı çatışmada ölü olarak ele geçirildiği konusunda kendi kendini ikna etmiştir. Ölüm sebebine ilişkin tüm olasılıkları ortadan kaldıran bu düşünce Savcı’nın yaklaşımı üzerinde  belirleyici olmuştur.

81. Başvurucu, iddialarını, son derece yüzeysel ve yetersiz olan bu araştırmanın Sözleşme’nin ikinci maddesinde yer alan “yaşama hakkı”nın korunması konusunda bir eksiklik oluşturduğunu söyleyerek tamamlamıştır.
(b) Hükümet

82. Hükümet, olay yerindeki koşullar altında ancak asgari düzeyde bir araştırmanın yapılabileceğini ileri sürmüştür. Başvurucunun kardeşinin güvenlik güçleriyle girdiği silahlı bir çatışmada öldüğü çok açıktı. Öldüğü sırada silahlıydı ve öldürmeye çalışırken öldürüldü. Çok açık bir tehlike olmasına karşın, Cumhuriyet Savcısı ve Dr. Doğru büyük bir cesaret örneği göstererek olay mahallinde bir otopsi gerçekleştirmişlerdir. Bir otopsi raporu, bir gömülme belgesi hazırlanmış ve o sırada henüz kimliği belirlenememiş olan ceset köylülere teslim edilmiştir. Kimliğin tespit edilmesi için resmi girişimler daha sonra yapılmış ve Cumhuriyet Savcısı dosyayı soruşturmanın ilerletilmesi için Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne iletmiştir. Devlet Güvenlik Mahkemesi de dosyayı Lice’deki ilgili idari makama göndermiştir.

83. Hükümet’e göre içinde bulunulan koşullarda Sözleşme’nin 2. maddesi çerçevesinde daha fazla bir şey beklemek mümkün değildir.
(c) Komisyon

84. Komisyon’a göre, başvurucunun hangi koşullarda ölmüş olduğuna dair kesin bir bilgi yoktur. Bu nedenle, yetkili makamların, özellikle belirleyici olabilecek bazı noktaları açığa çıkarmak suretiyle ölenin silahlı bir çatışma sırasında öldürülmüş bir terörist (bkz. yukarıda paragraf 39) olup olmadığı şüphesini kesin bir şekilde ortadan kaldıracak derinlemesine bir araştırma yapmaları gerekirdi. Buna karşın, otopsi, adli tıp incelemesi, ölüm anının açıklanması ve Cumhuriyet Savcısı Ekrem Yıldız tarafından alınan önlemler açısından  bakıldığında, yapılan araştırma son derece yetersizdi. Savcı, güvenlik güçlerinin ifadelerine bile başvurmaksızın ölenin terörist olduğuna kani bir şekilde araştırmayı sürdürmüştür. Ayrıca Devlet Güvenlik Mahkemesi de, Hikmet Aksoy’un 17 Haziran 1994 tarihinde öne sürmüş olduğu iddiaları, doğruluğunu araştırmaya değer bulmamıştır.

85. Bu noktalardan hareketle Komisyon, Sözleşme’nin 2. maddesindeki yaşama hakkının korunması açısından değerlendirildiğinde araştırmanın yetersiz olduğu sonucuna varmıştır.
2. Mahkemenin Değerlendirmesi

86. Mahkeme, kamu görevlilerinin keyfi bir biçimde adam öldürmelerinin Sözleşme’nin 2. maddesinde yasaklanmasının, uygulamada kamu makamlarının kullandıkları şiddetin hukuksallığını denetleyecek bir makamın bulunmaması durumunda bir anlamı olmayacağını tespit eder. 2. maddedeki yaşama hakkı, 1. maddede devletin genel ödevini düzenleyen,  “kendi yetki alanı içindeki herkese bu Sözleşmenin birinci bölümünde açıklanan hak ve özgürlükleri tanımak (bunları güvence altında bulundurmak)” hükmüyle birlikte okunduğunda, bireyler kamu görevlilerinin eylemleri sonucu öldürüldükleri zaman etkili bir araştırmanın yapılmasını gerektirir (bkz. yukarıda sözü edilen McMann ve diğerleri kararı, s. 48)

87. Mahkeme, 2. maddedeki yaşama hakkının korunmasının, kamu görevlileri tarafından kullanılan şiddetin belli koşullar altında hukuka uygun mu aykırı mı olduğunun  bağımsız bir şekilde incelenmesini, bu konularda kamu görevlilerinden hesap sorulabilmesini gerekli kıldığını açıklar.

88. Mahkeme, Hükümet’in sözkonusu olayın  hukuka uygun öldürmeyi içeren bir olay olduğunun çok açık biçimde ortada olması nedeniyle sadece asgari formalitelerin yerine getirildiği yönündeki açıklamasını hatırlatır. Mahkeme’nin Hükümet’in iddialarını doğrulayacak delillerin bulunmadığı bir ortamda bunu kabul etmesi mümkün değildir. Ayrıca, güvenlik güçleri tarafından hukuka uygun bir öldürmenin gerçekleştiğinin çok açık olduğu bir olayın sözkonusu olduğu bir durumun bulunduğu varsayılsa bile, yerine getirilen “asgari formaliteler” yetersizdir.

89. Mahkeme, Cumhuriyet Savcısı’nın, tüm işlemleri, ölenin güvenlik güçleriyle çatışma sırasında ölen bir terörist olduğu önyargısından hareketle gerçekleştirmiş olmasından son derece etkilenmiştir. Olay yerindeki askerlerden herhangi bir ifade alınmamış ve bölgede iddia edildiği gibi yoğun bir çatışma yaşandığının göstergesi olabilecek boş kovanların bulunması için herhangi bir çaba gösterilmemiştir. Bağımsız bir araştırma yürüten bir görevli olarak, olay yerinde delil toplamalı, olayların gelişimine ilişkin kendi düşüncesini oluşturmalı ve tipik bir çiftçi gibi giyinmiş olmasına karşın ölenin iddia edildiği gibi bir terörist olduğu konusunda kendi kendini ikna etmeliydi. Bunun yanında, Savcı’nın, askerlerin olaya ilişkin ifadelerini almak konusunda hazırlıklı olduğunu gösterecek herhangi bir işaret de yoktu.

Savcı’nın, askerlerin söyledikleri herşeyi aynen kabul etmek konsundaki hazırlıklılığı ölenin ellerinde ve giysilerinde barut bulunması için ve silahın üzerinde parmak izi bulunması için herhangi bir çaba göstermemiş olmasının nedenini de ortaya koymaktadır. Her durumda, cesedin daha sonra köylülere teslim edilmiş olduğu ve dolayısıyla ceset üzerindeki kurşunlar dahil olmak üzere hiçbir konuda daha ileri analiz yapılmasının mümkün olmadığı da dikkate alınırsa bu kusurlar ciddi kusurlar olarak kabul edilmelidir. Olay yerinde daha ileri inceleme için alınan şeyler ölen tarafından kullanıldığı iddia edilen silah ve mühimmattan ibaretti. O zaman için bunun değerinin ne olduğu bir yana, Cumhuriyet Savcısı’nın balistik incelemenin (bkz. yukarıda paragraf 31) sonucunu beklemeden yetkisizlik kararı vermesi de dikkate değerdir.

Otopsi raporu sadece kurşun yaralarının biçimini, ciddiyetini ve konumlarını içermekteydi. Mahkeme, Komisyon’un, raporun bazı önemli konularda, özellikle de kurşun sayısı ve kurşunun atıldığı yaklaşık mesafenin ölçülmesi konularında son derece eksik kaldığına ilişkin görüşünü paylaşmaktadır. Yapılan otopsinin baştansavma niteliği ve raporda belirtilen bulgular, hukuka uygun öldürme konusunda kesin olarak emin olmayı gerektirecek bir incelemenin ve hatta sadece asgari bir incelemenin bile yapılmış olduğu sonucuna varılmasını mümkün kılmamaktadır; geride yanıtlanması gereken birçok kritik soru kalmaktadır.

Mahkeme, olay yerinde yapılan ölüm sonrası ve adli tıp araştırmasının terörist şiddete açık bir yerde olduğunu dolayısıyla standart uygulamanın gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını teslim etmektedir. Bunu Dr. Doğru da raporunda belirtmiştir (bkz. yukarıda paragraf 29). Bu nedenle, doktorun ve Cumhuriyet Savcısı’nın cesedi, vücut, giysiler ve kurşun yaraları üzerinde araştırma yapılmak üzere daha güvenli bir yere götürmek konusunda herhangi bir talepte bulunmamış olmaları şaşırtıcıdır.

90. Olaydan sonra da Cumhuriyet Savcısı, başvurucunun kardeşi hakkında, örneğin aktif bir PKK üyesi olup olmadığının araştırılması, Dolunay Köyü’ne yakın yerlerde yaşayan köylülerin olay günü bir silahlı çatışma duyup duymadıklarının soruşturulması veya güvenlik güçleri mensuplarının olayla ilgili olarak dinlenilmesi suretiyle bilgi alma girişiminde bulunmamıştır. Dolayısıyla Cumhuriyet Savcısı’nın ölenin güvenlik güçleriyle çatışma sırasında ölen bir terörist olduğuna dair inancı başka herhangi bir delille sınanmamış ve yetkisizlik kararı da  güvenlik güçlerinin gerçekleştiği iddia edilen silahlı çatışmada herhangi bir şekilde orantısız güç kullanmaktan dolayı kusurlu bulunabilmeleri olasılığını ortadan kaldırmıştır. Ayrıca, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne bağlı Cumhuriyet Savcısı’nın, Hikmet Aksoy’un 17 Haziran 1994 tarihinde vermiş olduğu ifadenin doğruluğunu, örneğin 25 Mart 1993 tarihinde orada tutuklu bulunup bulunmadığını, Lice Jandarma Karakolu’ndaki hapishane kayıtlarından araştırmak suretiyle öğrenmeye çalışmadığı da dikkate alınmak gerekir.

91. Mahkeme, Türkiye’nin güney-doğusunda yaşam kaybının trajik  ve sıklıkla rastalanan bir durum olduğunu tespit eder (bkz. yukarıda adı geçen Aydın kararı). Buna karşın ne silahlı çatışmaların yaygınlığı ne de ölümlerin çokluğu, güvenlik güçlerinin yer aldığı silahlı çatışmalarda özellikle de başvuru konusu olaydaki gibi çeşitli belirsizliklerin olduğu durumlarda Sözleşme’nin 2. maddesinden kaynaklanan etkili ve bağımsız bir araştıma yapılması ödevini ortadan kaldırır.

92. Bu noktalardan hareketle, Mahkeme de, Komisyon gibi, yetkili makamların başvurucunun kardeşinin ölümünü aydınlatabilmek için etkili bir araştırma yürütemedikleri sonucuna varır. Bundan dolayı Sözleşme’nin 2. maddesi ihlal edilmiştir.
B. İçhukukta “Yaşama Hakkı”nın Yeterince Korunmadığı İddiası

93. Başvurucu, 285 sayılı KHK’nin 4. maddesinin 1. fıkrasına (bkz. yukarıda paragraf 46) göre güvenlik güçleri mensuplarına ilişkin araştırmaların ve soruşturmaların, kararları güvenlik güçlerinin yaklaşımlarından etkilenen idari makamlarca yapılacağını iddia etmektedir. Bu nedenledir ki kardeşinin ölümüne ilişkin araştırmada birçok eksiklikler yer almış ve güvenlik güçlerinin doğruluğu sınanmamış tanıklıkları sonucunda kardeşinin hukuka uygun bir şekilde öldürüldüğü ortaya konulmuştur. Güvenlik güçlerince hukuka aykırı olarak öldürme iddialarını bağımsız bir biçimde soruşturacak bir mekanizmanın eksikliği davalı Devlet’in içhukukunda yaşama hakkının yeterince korunmadığı anlamına gelmektedir.

94. Bu iddiaya ne Hükümet ne de temsilciler katılmışlardır.

95. Mahkeme, daha önce başvurucunun kardeşinin ölümüne ilişkin olarak etkili bir araştırmanın yapılmamış olmasından dolayı Sözleşme’nin 2. maddesine ilişkin bir ihlalin varlığının tespit edilmiş olması dolayısıyla bu iddianın incelenmesini gerekli görmemiştir.

IV. Sözleşme’nin 6. Maddesinin 1. Fıkrasının ve 13. Maddesinin İhlaline İlişkin İddialar

96. Başvurucu, kardeşinin ölümüne ilişkin resmi incelemenin yetersizliğinin kendisini ve ölenin yakın akrabalarını tazminat talebi için mahkemeye başvurmamaya ittiğini ve böylece Sözleşme’nin 6. maddesinin 1. fıkrasının ihlal edildiğini iddia etmiştir. 6. maddenin 1. fıkrasına göre; “Temel haklarıyla ilgili anlaşmazlıkların çözümlenmesinde…herkes davasının…bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önünde görülmesini isteme hakkına sahiptir…”

97. Başvurucu, ölenin akrabalarının ölüm olayıyla ilgili gerçeklerin aydınlatılabilmesi için başvurabilecekleri etkili bir mekanizma bulunmadığını iddia etmiştir. Böyle bir eksiklik Sözleşme’nin 13. maddesinin ihlali anlamına gelir. Bu maddeye göre; “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiili resmi görev ifa eden kimseler tarafından bu sıfatlarına dayanılarak yapılmış da olsa, durumun düzeltilmesi için ulusal bir makama başvurma hakkına sahiptir.”
1. Mahkeme Önündeki İddialar
(a) Başvurucu

98. Başvurucuya göre, soruşturmayı yürüten makamın, kardeşinin güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada ölen bir terörist olduğu yolundaki inancı göz önünde bulundurulursa, ulusal düzeydeki herhangi bir hukuk mahkemesine veya idare mahkemesine tazminat için yapılacak başvurudan herhangi bir sonuç alınması olanaksızdı. Cumhuriyet Savcısı’nın ölüm-sonrası raporuna girişi ile yetkisizlik kararı vermiş olması birlikte değerlendirildiğinde, ölenin yakınlarının, ölenin yetkili makamların tazminat sorumluluğunu gerektirecek, hukuka aykırı bir şekilde öldürüldüğü gibi bir iddiayla açacakları davayı kazanmayı ummaları olanaksız görünüyordu.

99. Başvurucunun iddiasına göre, ölenin akrabalarının, tazminat talebinden ayrı olarak olay günü olanların neler olduğunun ortaya çıkarılmasını isteyebilecekleri bağımsız bir mekanzimaya gereksinimleri vardı. Ölenin yakınları, davalı Devlet ülkesinde güvenlik güçlerince hukuka aykırı bir şekilde öldrülmenin etkili bir biçimde soruşturulacağı bir sistemin eksikliğinin mağduruydular. Başvurucu, bu noktadan hareketle, resmi soruşturmanın ciddi eksikliklerini, Cumhuriyet Savcısı’nın yaklaşımını ve dosyanın şu anda 285 sayılı KHK’nin 4. maddesinin 1. fıkrası doğrultusunda idari makamların elinde olmasını da içerecek şekilde ortaya koymuştur.
(b) Hükümet

100. Hükümet, başvurucunun, Mill Savunma Bakanlığı aleyhine tam yargı davası ve kardeşini öldürdüklerini iddia ettiği güvenlik güçleri mensupları aleyhine de adli yargıda tazminat davası açabileceğini bildirerek yanıt vermiştir. Adli yargıda tazminat davasının açılabilmesi için kardeşinin kasten öldürüldüğünü gösterecek deliller bulmaya, örneğin kardeşinin üzerine ateş açılması emrini veren teğmenin (bkz. yukarıda paragraf 21) veya Hikmet Aksoy’a kardeşinin öldürüldüğünü bildiren teğmenin kimliğini belirlemeye çalışabilirdi. Türk Hukuku’na göre bir hukuk mahkemesinin böyle bir davayı inceleyebilmesi için bir ceza soruşturmasının yapılmış olması gerekmeyeceği gibi, hukuk mahkemesi bu konudaki ceza mahkemesi kararı ile de bağlı olmayacaktır (bkz. yukarıda paragraf 47-50).

101. Hukuksal yolların mevcudiyetine karşın başvurucu herhangi bir aşamada tazminat isteminde bulunmak veya resmi bir makama kardeşinin ölümüne ilişkin şikayette bulunmak için girişimde dahi bulunmamıştır. Bu noktadan hareketle başvurucunun içhukuk yollarını tüketmemiş olduğu kabul edilmek gerekir. Dolayısıyla, Sözleşme’nin 6. maddesinin 1. fıkrasının ihlali sözkonusu değildir.
(c) Komisyon

102. Komisyon, 25 Mart 1993 tarihinde meydana gelen olaylarla ilgili olarak yürütülen soruşturmadaki eksikliklerden hareketle Sözleşme’nin 6. maddesinin 1. fıkrasının ihlal edilmiş olduğunu saptamıştır. Bu eksiklikler başvurucuyu herhangi bir mahkemeye başvurmaktan alıkoymuştur. Bu sonuca varan Komisyon Sözleşme’nin 13. maddesine ilişkin bir ihlalin var olup olmadığını araştırma gereksinimi duymamıştır.

103. Dinleme aşamasında temsilci, Mahkeme’nin Aksoy-Türkiye davasındaki başvurucunun Sözleşme’nin 6. ve 13. maddelerine ilişkin iddialarına ilişkin yaklaşımının öğrenilmesini gerekli bulmamıştır.
2. Mahkeme’nin Değerlendirmesi
(a) Sözleşme’nin 6. maddesinin 1. fıkrası

104. Kamu görevlileri tarafından öldürülen birinin yakın akrabalarının Sözleşme’nin 6. maddesinin 1. fıkrasından hareketle adli yargıda tazminat davası açabilecekleri konusunda bir tartışma olmamıştır. Hükümet, başvurucunun, cezai bir soruşturmadan veya ceza mahkemesi kararlarından bağımsız olarak ya hukuk mahkemesinde ya da idare mahkemesinde tazminat davası açması gerektiğini belirtmiştir. Buna karşın başvurucu herhangi bir aşamada yerel mahkemeler önünde bir tazminat davası açmadığı için bu hipotez sınanamamıştır.

105. Bu durumda Mahkeme, başvurucu örneğin güvenlik güçleri mensuplarına karşı bir dava açsaydı, yerel mahkemelerin nasıl bir karar alabilecekleri konusunda herhangi bir karar verebilecek durumda değildir. Öte yandan Mahkeme, başvurucunun 6. maddeye ilişkin şikayetinin soruşturma makamlarının kardeşinin ölümüyle ilgili olarak yürüttükleri soruşturmadaki olumsuzlukların etkili koruma mekanizmalarına ulaşma ve dolayısıyla kendisinin ve yakın akrabaların ölüm olayı karşısındaki üzüntülerinin giderilmesi konusundaki olumsuz etkileriyle ilgili genel şikayetiyle birleşmiş olduğunu tespit eder. Başvurucunun 6. maddenin ihlaline ilişkin şikayetini Sözleşme’ye taraf olan devletlerin daha genel ödevi olan 13. maddedeki ödevleriyle ilişkili olarak ele almak uygun olacaktır. Ancak, bu durumda ölenin akrabalarına bir tazminat ödenmesi mümkün olamayacaktır (bkz. yukarıda da adı geçen Aksoy  ve Aydın kararları).
(b) Sözleşme’nin 13. maddesi

106. Mahkeme, Sözleşme’nin 13. maddesinin Sözleşme’de yer alan hakların ve özgürlüklerin yerel düzeyde korunması mekanizmalarının içhukukta düzenlenmesini güvence altına aldığını hatırlatır. Dolayısıyla, 13. maddenin etkisi, Sözleşme’nin ihlaline ilişkin bir şikayetin yerel düzeyde dile getirilmesini ve yerel makamlarca düzeltilmesini sağlamaktır. Ancak bu düzeltmenin hangi yolla yapılacağına karar verme yetkisi Sözleşme’nin tarafı olan devletlere bırakılmıştır. 13. madde altındaki sorumluluğun konusu başvurucunun Sözleşme’nin hangi maddesinin ihlalini iddia ettiğine bağlıdır. Buna karşın 13. maddede sözü edilen yol hem hukuksal açıdan hem de uygulama açısından etkili olmalıdır; yani kararın uygulanması sırasında yetkili makamların eylemleri veya ihmalleri sonucunda uygulama adaletsizliğe yol açmamalıdır (bkz. yukarıda sözü edilen Aksoy, Aydın ve Menteş kararları).

107. Başvuru konusu olayda başvurucu kendisinin ve yakın akrabaların Abdülmenaf Kaya’nın öldürülmesine yol açan olayların aydınlatılması için başvurabilecekleri bir yola sahip olmadıklarını iddia etmiştir. Mahkeme’ye göre yetkili makamların ihlal ettikleri iddia edilen hak, Sözleşme’nin düzenlediği en temel haklardan biri olup, bu hakkın ihlal edilmesi halinde ölenin yakınlarının hak arama yollarının güvence altına alınmış olması gerekir. Özellikle ölenin yakınlarının ölenin kamu görevlileri tarafından hukuka aykırı bir şekilde öldürüldüğüne dair savunulabilir derecede güçlü iddialarının bulunduğu durumlarda, 13. maddede sözü edilen hak arama yolları, tazminatın yanında sorumluların kimliklerinin tespit edilmesini ve cezalandırılmalarını sağlayacak bir soruşturmanın yapılmasını ve akrabaların soruşturma sürecine aktif katılımlarının sağlanmasını da içerecektir (bkz. yukarıda sözü edilen Aksoy ve Aydın kararları). Görüldüğü gibi etkili bir soruşturmanın yürütülmesi konusunda 13. maddenin gerekleri Sözleşme’ye taraf olan bir devletin 2. maddeden kaynaklanan ödevlerinden daha geniştir.

Başvuru konusu davada akrabaların Abdülmenaf Kaya’nın güvenlik güçlerince hukuka aykırı bir şekilde öldürüldüğünü ileri sürebilmeleri açısından ciddiye alınması gereken iddiaları vardır. Başvurucunun bu etkiye sahip olan iki ifadesi vardır. Bunların her ikisi de ölüm olayına tanık oldukları iddia edilen köylülerin verdikleri bilgilere dayanmaktadır. Dahası, Hikmet Aksoy tarafından verilmiş olan ifade de başvurucunun iddialarına koşut iddialar taşımaktadır. Güvenlik güçlerinin olayla ilgili olarak verdikleri bilgilerde de açıklanmaya gereksinim duyan noktalar vardır. Mahkeme tarafından Abdülmenaf Kaya’nın hukuka aykırı bir şekilde öldürüldüğünün şüpheden ari bir şekilde tespit edilemediği doğrudur. Buna karşın, başvurucunun iddialarının tamamıyla kanıtlanamamış olması, iddialarının Sözleşme’nin 13. maddesi anlamında tartışılabilir iddialar olamayacağı anlamına gelmez (bkz. 27 Nisan 1988 tarihli Boyle ve Rice-United Kingdom kararı, Series A, no. 131, s. 23). Mahkeme’nin bu konulardaki kararı iddia konusu üzerinde etkili bir soruşturma yürütülmesi gerekliliği ile çelişmemektedir.

108. Mahkeme, olay mahallinde yapılan otopsi  ve adli tıp incelemesi konusunda daha önce saptamış olduğu ciddi eksiklikleri ve yetkili makamların ölüm sebebine ilişkin olasılıkları dikkate almak konusundaki başarısızlıklarını anımsatır (bkz. yukarıda paragraf 89-92). Ölüm olayıyla ilgili etkili bir araştırmanın eksikliği, başvurucunun ve yakın akrabaların Abdülmenaf Kaya’nın ölümü üzerine yetkili makamlara karşı başvurabilecekleri etkili bir yolun bulunmadığı anlamına da gelir. Bu durum tazminatı da içerecek şekilde herhangi bir başvuru yolunun bulunmaması anlamına gelir ve Sözleşme’nin 13. maddesinin ihlali niteliğindedir.

Bu durumda Sözleşme’nin 13. maddesi ihlal edilmiştir.

V. Sözleşme’nin 2.,6., ve 13. Maddelerinin Sözleşmenin 14. Maddesiyle Bağlantılı Olarak İhlali İddiası

109. Başvurucu, Sözleşme’nin 2.,6. ve 13. maddelerinden hareketle, kendi haklarının ve ölen kardeşinin haklarının etnik kökenlerinden dolayı 14. maddeyle bağlantılı olarak ihlal edildiğini iddia etmiştir. 14 madde hükmü şöyledir:

“Bu Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal ya da başka görüşler, ulusal veya sosyal köken, ulusal bir azınlığa mensup olma, servet, doğuş veya herhangi başka bir durum bakımından hiçbir ayrım gözetilmeksizin sağlanır”.

110. Başvurucu, ölen kardeşinin yaşamının ve güney-doğuda yaşayan Kürt halkının yaşamlarının Kürt-olmayan kişilerinkinden daha az korunduğunu iddia etmiştir. Bölgede yürütülen askeri operasyonlardan Kürt halkının son derece kötü etkilendiğini ve güvenlik güçlerinin sivillerin yaşamını tehdit eden riskleri azaltmak için gerekli önlemleri almak konusunda başarısız olduklarını iddia etmiştir. Dahası, güvenlik güçlerinin yaklaşımı Kürt halkını bir şekilde PKK’yla bağlantılı görmekti. Teröristlerle siviller arasında herhangi bir ayrım yapılmamaktaydı. Nitekim ölen kardeşi tipik bir çiftçi gibi giyinmiş olmasına karşın, güvenlik güçleri ve savcı tarafından PKK’lı olarak nitelenmişti.

111. Hükümet, başvurucunun bu yöndeki iddialarını da 2. madde altındaki yerel düzeyde başvuru yollarına ulaşmanın mümkün olmadığı yolundaki iddialarıyla birlikte reddetmiştir.

112. Komisyon, kendisine sunulan delillerin başvurucunun 14. maddenin ihlaline ilişkin iddiasını karşılamadığı sonucuna varmıştır.

113. Mahkeme de Komisyon’la aynı fikirdedir. Başvurucu bu iddiayı doğrulayacak herhangi bir delil ileri sürmemiştir.

VI. Sözleşmeyi İhlal Eden İdari Uygulama İddiası

114. Başvurucunun iddiasına göre, davalı Devlet’te Sözleşme’nin 2. ve 13. maddelerinin ihlaline resmi olarak göz yumulmaktadır ve bu durum kendisinin ve kardeşinin de mağdurları arasında bulundukları ihlalleri yaygınlaştırmaktadır. Başvurucu, güney-doğuda güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirilen öldürme olaylarında idari araştırmaların tam olarak yapılmamasının ve sorumluların soruşturulamamalarının yerleşmiş bir uygulama olduğunu ileri sürmüştür.

115. Başvurucu, Sözleşme’nin ihlaline ilişkin iddiaların reddedilmesinin de yetkili makamlar tarafından bir politika haline getirildiğini ve bunun, mağdurların hak arama yollarını kullanmalarını engellediğini ileri sürmüştür. Bu politikanın bir sonucu olarak hukuka aykırı öldürmeler ya hiç araştırılmamakta veya isteksiz bir araştırma yürütülmektedir.

116. Bu iddiaları ne Hükümet ne de Komisyon kabul etmiştir.

117. Mahkeme’ye göre Komisyon’un sunmuş olduğu deliller başvurucunun dayandığı Sözleşme maddelerinden herhangi birinin ihlalinin idari uygulama haline getirildiği sonucuna varılmasını mümkün kılmamaktadır.
VII. Sözleşme’nin 50. Maddesinin Uygulanması

118. Başvurucu zararının 50. maddeye göre giderilmesini istemiştir. Bu maddeye göre;

“Mahkeme bir Yüksek Sözleşen Tarafın yargı mercileri veya herhangi başka bir resmi mercii tarafından verilmiş olan bir kararın veya alınmış olan bir tedbirin bu Sözleşme’den doğan yükümlülüklere tamamen veya kısmen aykırı düştüğü hükmüne varırsa ve eğer ilgili tarafın içhukuku bu karar veya tedbirin sonuçlarını ancak kısmen gidermeye elverişli ise, Mahkeme kararında gerektiği takdirde zarar gören tarafa adil bir tatmin şekline hükmolunur”.

A. Manevi Zararlar

119. Başvurucu, kardeşinin kasten ve hukuka aykırı bir şekilde öldürülmesinin Sözleşme’nin en temel hükümlerinden birinin ihlali anlamına geldiğini iddia etmiştir. Dahası, güvenlik güçlerinin elinde ölmesi hayatta kalan dul eşini ve yedi çocuğunu herhangi bir destekten ve gelirden yoksun bırakmıştır. Başvurucu 30,000 İngiliz sterlingi tazminat talep etmiştir.

Mahkeme’den, yetkililerin kardeşinin öldürülmesinden sonra yeterli araştırmayı yapmamalarından ve kardeşini silahlı çatışma sırasında ölü olarak ele geçen bir terörist olarak nitelemelerinden dolayı 10,000 İngiliz sterlingi tazminat istemiştir. Bunun yanında, davalı Devlet’in 13. maddenin ihlalini idari bir uygulama haline getirmek suretiyle Sözleşme’nin 6., ve 13. maddelerini ihlal etmesi dolayısıyla da 20,000 sterling tazminata hükmedilmesini istemiştir (bkz. yukarıda paragraf 114 ve 115).

120. Hükümet başvurucunun istemlerini reddetmiştir. İddiaları dayanaksız kalmış ve başvurucu iddialarını yerel mahkemeler önünde ileri dahi sürmemiştir.

121. Komisyon temsilcisi başvurucunun istemleri konusunda yorum yapmamıştır.

122. Mahkeme, başvurucunun kardeşinin iddia edildiği gibi hukuka aykırı bir şekilde öldürüldüğünün kanıtlanamadığını tespit eder. Bununla birlikte Sözleşme’nin 2. ve 13. maddelerinin ihlaline ilişkin bulgulardan hareketle Mahkeme, ölenin hayatta kalan dul eşinin ve çocuklarının ölümün etkili bir şekilde araştırılmamasından dolayı bir miktar tazminatla tatmin edilmeleri gerektiği sonucuna varmıştır. Bu noktada Mahkeme, başvurunun sadece başvuranın  kendisi ve ölen kardeşi adına değil ama ölenin dul eşi ve çocukları adına da yapılmış olduğunu belirtir. Mahkeme bu noktadan hareketle 10,000 İngiliz sterlingi tazminata hükmeder. Öte yandan başvurucunun kendi kaybından emin olmadığı için Mahkeme onun adına herhangi bir tazminata hükmetmez.
B. Mahkeme Masrafları

123. Başvurucu, Sözleşme kurumları önündeki hazırlık ve savunma sürecinde yapılan harcamalar ve mahkeme masrafları için 19,840.60 İngiliz sterlingi talep etmiştir. Başvurucu bu konudaki taleplerini şu şekilde sıralamıştır: Birleşik Krallık’taki hukuki temsilcilerinin masrafları 15,420.60 ve Türk hukuki temsilcilerinin masrafları 1,000; Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’nden Bay Abdullah Koç ve Bay Sedat Aslantaş’a 250; idari masraflar 1,950; çeviri masrafları 480; temsilcilerin Türkiye’de tanık dinledikleri oturumdaki çeviri masrafları için 185; fotokopi, posta ve telekomünikasyon masrafları 255 ve Türkiye’deki diğer idari masraflar 300.

124. Başvurucu Avrupa Konsey’inden hukuki yardım almamıştır. Başvurucu, yukarıda sıralanan masrafların gerçek ve gerekli, ve davanın karmaşıklığı göz önünde bulundurulduğunda makul olduğunu ileri sürmüştür. Mahkeme tarafından kararlaştırılan tazminat miktarının doğrudan doğruya Birleşik Karllık’taki hukuki temsilcilerinin banka hesabına ve yıllık %8 faizle yatırılmasını talep etmiştir.

125. Hükümet, istenilen miktarın istenme gerekçesinin açıkça ortaya konulmadığı, ve Türkiye’deki avukatların ücretleriyle kıyaslandığında gereksiz ve abartılı olduğu nedeniyle istemin reddedilmesini talep etmiştir.

126. Komisyon temsilcisi başvurucunun talep ettiği miktar üzerinde yorum yapmamıştır.

127. Mahkeme bir orta yol bularak ve başvurucunun verdiği ayrıntıları hesaba katarak, başvurucunun İngiliz ve Türk avukatlarından kaynaklanan masraflarını 17,000 İngiliz sterlingi olarak belirlemiştir.
C. Gecikme Faizi:

Mahkeme’nin bilgisine göre Birleşik Krallık’ta uygulanan kanuni faiz %8’dir.
Mahkeme, Bu Noktalardan Hareketle

1. Hükümetin başvurucunun başvuru ehliyetine ilişkin ilk itirazını 8 oya karşılık 1 oyla reddetmiştir.

2. Başvurucunun kardeşinin Sözleşme’nin 2. maddesinin ihlal edilmesi suretiyle hukuka aykırı bir şekilde öldürüldüğü iddiasının kanıtlanamadığına oybirliğiyle karar vermiştir.
3.  Davalı Devlet’in yetkili makamlarının, başvurucunun kardeşinin öldürülmesi olayıyla ilgili olarak etkili bir soruşturma yürütmemiş olmaları dolayısıyla Sözleşme’nin 2. maddesini ihlal ettiklerine sekiz oya karşı bir oyla karar vermiştir.

4. İçhukukta yaşama hakkının yeterince korunmadığı bu nedenle Sözleşme’nin 2. maddesinin ihlal edildiği yolundaki iddianın incelenmesine gerek olmadığına oybirliğiyle karar vermiştir.
5. Sözleşme’nin 13. maddesinin ihlal edildiğine sekiz oya karşı bir oyla karar vermiştir.

6. Başvurucunun Sözleşme’nin 6. maddesinin 1. fıkrasına dayanan iddiasının incelenmesine gerek olmadığına oybirliğiyle karar vermiştir.

7. Sözleşme’nin 2., 6. ve 13. maddelerinin 14. maddeyle bağlantılı olarak ihlal edilmemiş olduğuna oybirliğiyle karar vermiştir.

8. Sekiz oya karşı bir oyla,

(a) davalı Devlet’in Abdülmenaf Kaya’nın hayatta kalan dul eşine ve çocuklarına, üç ay içinde, manevi zarar karşılığında 10,000 İngiliz Sterlinginin Türk parası olarak karşılığını ödemesine,
(b) Üç ayın geçmesinden itibaren her ay için %8 faiz yürütülmesine karar vermiştir.

9. Oybirliğiyle,

(a) davalı Devlet’in başvurucuya, üç ay içinde, mahkeme masrafları karşılığında, 17,000 İngiliz Sterlinginin
(b) Üç ayın bitiminden itibaren %8 faiz yürütülerek ödenmesine karar vermiştir.

10. Başvurucunun tatmin için ileri sürdüğü diğer talepleri reddetmiştir.

YARGIÇ GÖLCÜKLÜ’NÜN KARŞI OYU

1. Aşağıdaki nedenlerle bu davadaki çoğunlukla aynı görüşte değilim.

2. Bu davada Bay Kaya’nın 25. maddeden hareketle başvuru ehliyetine sahip olduğu kanıtlanamamıştır, çünkü kardeşinin ölümünden sonra herhangi bir ulusal makama başvurmamakla kalmamış aynı zamanda olayların seyriyle, olayda yer alan kişilerle ve tanıklarla ilgili olarak da herhangi bir bilgi aktarmamıştır. Kardeşinin ölümünden altı gün sonra Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’ne giderek orada bir ifade vermiştir. Bu ifadenin yazılışından başka bir kişi tarafından kaleme alınmış olduğu anlaşılmaktadır. İfade dolaylı anlatımla yazılmıştır.

Önümüzdeki davada  gerçek bir başvurucunun bulunduğunu kabul etmek yalnızca bir iddiayı kabul etmek anlamına gelir.

3. Başvurucu yetkili ulusal makamlar, Komisyon veya onun Türkiye’ye giden temsilcileri tarafından Komisyon’a başvuru yapıldıktan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önündeki duruşmanın sonuna kadar hiçbir zaman görülememiş ve dinlenememiştir.
Başvurunun incelenmesine Komisyon’daki aşamada ve Mahkeme aşamasında hiçbir şekilde katılmamıştır. Olayın görgü tanığı olduğu iddia edilen ve işlemler başlar başlamaz gözden kaybolan (bkz. Komisyon’un raporu) Hikmet Aksoy da aynı şekilde başvurunun incelenmesine hiçbir aşamada  katılmamıştır.

4. Apaçık ortada olan bu noktalara karşın Komisyon başvuruyu kabul edilebilir bulmuş ve esasa girerek şu sonuca varmıştır: “…Komisyon yazılı ve sözlü delillerin değerlendirilmesinden başvurucunun kardeşinin başvurucu tarafından iddia edildiği gibi güvenlik güçleri tarafından kasten öldürüldüğünün hertürlü şüpheden ari bir şekilde kanıtlandığına kanaat getirememiştir” (Komisyon raporu).

5. Benim görüşüme göre Komisyon başvuruyu görüşmek yerine gündeminden çıkarmalıydı.

6. Komisyon, Türkiye aleyhine bu başvuru gibi başvurulardaki gerçekleri ve bu başvuruların gerçek niteliğini anladığı zaman benzer bir başvuruda doğru kararı (Başvuru no. 22057/93, Siyamet Kapan-Türkiye, 13 Ocak 1997 tarihli karar, Decisions and Reports 89, s. 17) vermiştir (Kaya-Türkiye başvurusunu görüştükten sonra). Adıgeçen karar şöyledir:

Sözleşme’nin 25. maddesinin 1. fıkrası
“a) Bu maddenin kurduğu sistem bireysel başvuruya dayanır ve Komisyon re’sen harekete geçmeyeceği gibi actio popularis’i de kabul etmeyecektir.
b) Başvurucular başvurularını yaptıkları andan itibaren işlemlere katılacaklardır. Komisyon başvurucuların başvurularını savunmaktaki yeteneklerine ve arzularına güvendiğinden bu durum gerçekleşmedikçe incelemeye devam etmeyecektir.”

Sözleşme’nin 30 maddesinin 1. fıkrası
“Başvurunun güvenilirliğinden ve başvurucunun temsilcileri tarafından sunuluşunun geçerliliğinden kuşkulanır. Gözkorkutma iddialarına bakılmaksızın katılmak başvurucunun görevidir. Başvurucunun Komisyon veya temsilcileri önüne çıkmaması ve temsilcilerinin onun isteklerini içeren elyazısıyla yazılmış bir dilekçeyi sağlayamamaları durumunda, temsilcileri başvurucu adına hareket etme yetkilerini gösterememişler demektir. Genel ilgi gerçekleşmemiştir. Başvuru listeden çıkarılır.”

7. Vurgulamam gerekir ki Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’nin aldığı ifade dışında gerçek bir başvurucunun varlığına ilişkin herhangi bir kanıt yoktur.

8. Karşı çıkılmamış bu noktalara karşın Mahkeme, Bay Kaya’nın Sözleşme’nin 25. maddesi çerçevesinde başvuru ehliyetinin tam olduğunu, davalı Hükümet’in ehliyet konusundaki itirazı Komisyon aşamasında ileri sürmeyip bu olanaktan kendi isteğiyle vazgeçtiğini belirterek kabul etmiştir.

9. Hükümet’in bu konuyu Komisyon önünde ileri sürmediği doğrudur. Ancak bunun sebebi son ana kadar başvurucunun davasını savunmaya geleceği düşüncesiyle boşuna beklemiş olmalarıdır.

10. Buna karşın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Sözleşme’nin 45. maddesini uygulamak suretiyle başvuruyu listesinden çıkaracak yerde, Komisyon’un, başvurunun güvenilirliğinden şüphe edilmesi durumunda listeden çıkarılacağına ilişkin daha sonraki kararını bilmesine karşın davayı kabul etmiştir.

11. Yukarıdaki düşünceler beni Kaya davasının esasına girmekten alıkoysa da, Mahkeme’nin çoğunluğunun 2. maddenin ve 13. maddenin ihlallerine ilişkin kararlarına da katılmadığımı belirtmek isterim.

12. 2. madde hakkında sadece bir başka davada (Gündem-Türkiye) Komisyon’un Sözleşme’nin 3., 5. ve 8. maddelerinin ve 1. Protokol’ün 1. maddesinin başvurucunun Komisyon’un önüne hiç çıkmaması nedeniyle ve iddiaların her türlü şüpheden ari bir şekilde kanıtlanamaması nedeniyle ihlal edilmediğine karar verdiğine dikkat çekmek isterim.  Bu kararla tamamen aynı görüşteyim. Bana göre iddialar şüpheden ari bir şekilde kanıtlanmadıkça Sözleşme’nin herhangi bir maddesinin (özellikle de 6. ve/veya 13. maddenin) ihlaline hükmedilmesi mantıksızdır. Buna davalı Hükümet’in olayı ortaya çıkarabilmek için elinden gelen herşeyi yapmış olduğunu da katmak gerekir. Devletlerin Sözleşme’yi imzalamakla altına girdikleri yükümlülüğün sonuçları elde etmek değil önlemleri almak olduğunu tekrarlamak gerekir mi bilmiyorum.

13.  6. ve/veya 13 maddelerle ilgili olarak sadece Komisyon’un bazı kararlarını anmakla yetineceğim.

Aytekin-Türkiye davasında (22880/93, 18 Eylül 1997) Komisyon haklı olarak Devletin yaşama hakkını korumak konusundaki pozitif yükümlülüğünü yerine getirmediğini ve 2. maddenin ihlal edildiğini ancak 13. maddeye ilişkin herhangi bağımsız bir konunun bulunmadığını 29 oya karşı bir oyla kararlaştırmıştır. Komisyon aynı sonuca Ergi-Türkiye davasında ( başvuru no. 23818/94, 20 mayıs 1997) da ulaşmıştır (22 oya karşı 9 oyla). Yasa-Türkiye davasında (başvuru no. 22495/93, 8 Nisan 1997) da Komisyon hem 6. maddeye hem de 13. maddeye ilişkin olarak aynı sonuca varmıştır (otuz oya karşı iki oyla). Dikkat edilmesi gerekir ki yukarıda sayılan kararların tümü önümüzdeki olaydakinden (bkz. Bay Bratza’nın ve Bay Reffi’nin karşıoyu) daha önce kabul edilmiştir. Başvurucunun ölüm olayına ilişkin olarak tatmin edici ve etkili bir soruşturmanın yapılmamış olması yönündeki iddiası bana göre 6. ve 13. maddeler kapsamında değerlendirilmesi gereken bir iddia değildir.

14. Son olarak, başvurucu herhangi bir yerel makama başvurmamakla yetinmediği ve fakat Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’ne açıklamalarda bulunduktan hemen sonra ortadan kaybolduğu zaman içhukuk yollarının nasıl olup da tüketilmiş sayılabildiğini merak ediyorum.

15. Olayda başvurucu olduğu iddia edilen kişinin İngiliz temsilcilerinin ücretlerinin doğrudan doğruya Birleşik Krallık’taki hesaplarına yatırılmasını istemeleri de olayda gerçek bir başvurucu bulunmadığını kanıtlamıyor mu?

16. Ölenin dul eşine ve çocuklarına manevi tazminat verilmesine kesinlikle katılmıyorum. Ne onlar ne de başvurucu iddia ettikleri üzüntülerini gidermek için ve davalarını savunmak için herhangi bir şey yapmışlardır. Komisyon’un bu konuda herhangi bir yorum 0yapmamış olması ilginç değil midir?

17. İç hukuk yollarının tüketilmemiş olması ve başvurucu olduğu iddia edilen kişinin davranışları konusunda Akdıvar ve diğerleri-Türkiye ve Menteş ve diğerleri-Türkiye davalarındaki karşı oylarıma gönderme yapıyorum.
KAYA / TÜRKİYE DAVASI 178
19 ŞUBAT 1998  (158/1996/777/978) 178
DAVANIN ESASI 178
I. DAVANIN ÖZEL KOŞULLARI 178
1. Başvurucu 178
2. Olaylar 178
A. 25 mart 1993’te Meydana Gelen Olaylar 179
1. Başvurucuya Göre Olayların Gelişimi 179
2. Hükümet’e Göre Olayların Gelişimi 179
B. İfadeler Işığında Elde Edilen Belgeler 180
1. Başvurucu Tarafından Yapılan Açıklamalar 180
a) 31 Mart 1993’te İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi’nden Abdullah Koç’un Aldığı İfade 180
b) İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi’nden Sedat Aslantaş’ın Aldığı Ek İfade 181
2. Hikmet Aksoy’un İfadeleri 181
a) Lice Cumhuriyet Savcısı Özkan Küçüköz Tarafından 17 Haziran 1994 Tarihinde Alınan İfade 181
b) Terörle Mücadele Şubesi’nde İki Polis Tarafından 22 Kasım 1995 Tarihinde Alınan İfade 182
c) 23 Kasım 1995 Tarihinde Cumhuriyet Savcısı’na Verilen İfade 182
3. 25 Mart 1993 Tarihli Otopsi Raporu 182
C. Yerel Makamlar Önündeki İşlemler 183
D. Delillerin, Komisyonun Başvurucunun Kardeşinin Öldürülmesi Konusundaki Bulgularının ve Resmi Soruşturmanın Yeterliliğinin Değerlendirilmesi 183
1. Tanıklar 183
2. Delillerin Değerlendirilmesi Konusundaki Yaklaşım 184
3. Komisyon’un Değerlendirmesi 184
4. Başvurucunun Kardeşinin Ölümüne İlişkin Bulgular 185
5. Ölüm Konusundaki Yerel Soruşturmaya İlişkin Bulgular 185
II. İLGİLİ YEREL MEVZUAT VE UYGULAMA 186
A. Güvenlik Güçlerinin Silah Kullanmaya Yetkili Olduğu Durumlar 186
B. Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’nda Adam Öldürme Suçunun Araştırılması ve Soruşturulması 186
C. Türk Hukuku’nda Cezai Sorumlulukla Tazminat Sorumluluğu Arasındaki İlişki 186
KOMİSYON ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER 187
MAHKEME’YE SON SUNUŞLAR 188
KARAR 188
I. DAVANIN KONUSU 188
II. HÜKÜMETİN İLK İTİRAZI 188
58. Komisyon temsilcileri Hükümet’in ilk itirazlarını kabul etmemişlerdir. 189
59. Mahkeme, Hükümet’in Bay Kaya’nın başvuru ehliyetine ilişkin itirazlarının Komisyon önündeki kabul edilebilirlik aşamasında veya daha sonraki aşamalarda ileri sürülmemiş olduğunu belirtir. Kabul edilebilirlik aşamasında ileri sürülen tek itiraz içhukuk yollarının tüketilmemiş olmasıydı ki bu itiraz da başvurunun kabul edilebilirliği ile ilgili olmayıp, başvurucunun 6. maddenin ihlaline ilişkin iddialarının karşılanması amacıyla ileri sürülmüş bir karşı iddiaydı (bkz. aşağıda paragraf 100). 189
III. SÖZLEŞME’NİN 2. MADDESİNE İLİŞKİN İHLAL İDDİALARI 189
A. Başvurucunun Kardeşinin Hukuka Aykırı Bir Şekilde Öldürülmüş Olduğu Yolundaki İddia 190
1. Mahkeme Önündeki İddialar 190
(a) Başvurucu 190
(b) Hükümet 190
(c) Komisyon 191
2. Mahkemenin Değerlendirmesi 191
A. Araştırmanın Yetersizliği İddiası Hakkında 192
1. Mahkeme Önündeki İddialar 192
(a) Başvurucu 192
(b) Hükümet 193
(c) Komisyon 193
2. Mahkemenin Değerlendirmesi 194
B. İçhukukta “Yaşama Hakkı”nın Yeterince Korunmadığı İddiası 195
IV. SÖZLEŞME’NİN 6. MADDESİNİN 1. FIKRASININ VE 13. MADDESİNİN İHLALİNE İLİŞKİN İDDİALAR 196
1. Mahkeme Önündeki İddialar 196
(a) Başvurucu 196
(b) Hükümet 196
(c) Komisyon 197
2. Mahkeme’nin Değerlendirmesi 197
(a) Sözleşme’nin 6. maddesinin 1. fıkrası 197
(b) Sözleşme’nin 13. maddesi 197
V. SÖZLEŞME’NİN 2.,6., VE 13. MADDELERİNİN SÖZLEŞMENİN 14. MADDESİYLE BAĞLANTILI OLARAK İHLALİ İDDİASI 198
VI. SÖZLEŞMEYİ İHLAL EDEN İDARİ UYGULAMA İDDİASI 199
VII. SÖZLEŞME’NİN 50. MADDESİNİN UYGULANMASI 199
A. Manevi Zararlar 200
B. Mahkeme Masrafları 200
C. Gecikme Faizi: 201
MAHKEME, BU NOKTALARDAN HAREKETLE 201
YARGIÇ GÖLCÜKLÜ’NÜN KARŞI OYU 201

İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
GUERRA VE DİĞERLERİ / İtalya Kararı*
Guerra ve Diğerleri / İtalya davasında 19 Şubat 1998’de Strasbourg’da verilen kararda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 10. Maddesinin (ifade özgürlüğü) önündeki davada uygulanabilir olmadığına (2’ye karşı 18 oyla), 8. Maddenin (özel ve aile yaşamına saygı hakkı) uygulanır olduğuna ve ihlâl edildiğine (oybirliğiyle) ve davanın 2. Maddeye (yaşama hakkı) göre incelenmesine gerek olmadığına (oybirliğiyle) hükmetmiştir. Mahkeme, Sözleşmenin 50. Maddesi uyarınca başvurucuların her birine manevi zararları için 10.000.000 İtalyan Lireti (ITL) ödenmesine karar vermiştir.
Karar, Başkan Yardımcısı Bay Rudolf Bernhardt tarafından açık duruşmada okunmuştur.

I. DAVANIN OLUŞUMU

A. OLAYLAR

Hepsi de İtalyan vatandaşı olan kırk başvurucu, İtalya’nın (Foggia ili) Manfredonia kasabasında, Monte Sant’Angelo belediyesi sınırları içinde bulunan Enichem Tarım Şirketi’nin kimyevi ürünler fabrikasına yaklaşık bir kilometre uzakta, yaşamaktadır.
Fabrika 1988’de, Avrupa Toplulukları Konseyi’nin çevreye ve bölge nüfusunun iyiliğine zararlı olan belli endüstriyel etkinliklerin doğurduğu büyük kaza tehlikelerine ilişkin 82/501/EEC sayılı Direktif’ini (“Seveso” direktifi) İtalyan hukukuna aktaran 18 Mayıs 1988 tarih ve 175 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle (“CBK”) koyulan ölçütlere göre “yüksek risk”li olarak sınıflandırılmıştır.

Başvurucular fabrikanın üretim döngüsü boyunca atmosfere önemli miktarlarda tehlikeli madde yaydığını ileri sürmüşlerdir.
Geçmişte kötü işleme nedeniyle kazalar ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında en ciddisi, 26 Eylül 1976’da 150 kişinin akut arsenik zehirlenmesiyle hastaneye başvurmasıyla ortaya çıkmıştır.
Manfredonia Bölge Konseyi’nin atadığı teknik uzmanlar komitesinin 8 Aralık 1988 tarihli raporunda, coğrafi konumu nedeniyle fabrikadan atmosfere yayılanların çoğunlukla Manfredonia üzerine yöneldiği saptanmıştır. Raporda fabrikanın komiteye araştırma yapma izni vermediği ve fabrikanın kendi yaptığı bir çalışmanın sonuçlarının yayılım (emisyon) temizleme donanımının yetersiz olduğunu ve çevresel etki değerlendirmesinin tamamlanmamış olduğunu gösterdiği belirtilmektedir.
1989’da fabrika ürünlerinden birinin (caprolactam) üretimini durdurmuş, ancak suni gübre üretmeye devam etmiş ve bu nedenle tehlikeli bir fabrika sınıfında kalmayı sürdürmüştür.
2 Ekim 1992’de Endüstriyel Güvenlik Önlemleri Eşgüdüm Komitesi, Foggia Valisi tarafından hazırlanan acil durum planı hakkındaki mütalaasını vermiştir. 3 Ağustos 1993’te bu plan Sivil Savunma Dairesi’nin ilgili komitesine gönderilmiştir. 12 Ağustos 1993’te bu dairenin müsteşarı Vali’ye yazılı olarak planın görüşü alınmak üzere derhal Eşgüdüm Komitesi’ne sunulacağı konusunda güvence vermiş ve acil durumlara ilişkin planlamadan kaynaklanan hassas konular nedeniyle olabildiğince çabuk bir biçimde uygulamaya konulacağını umduğunu belirtmiştir.
14 Eylül 1993 tarihinde Çevre Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı, hem suni gübre üretimi hem de caprolactam üretimine yeniden başlanması hali ile ilgili olarak fabrika tesislerinde bir dizi iyileştirmenin yapılmasını emretmiş ve Vali’ye kendisinin sorumluluğundaki acil durum planı ve CBK’nin 17. Maddesi uyarınca bölge nüfusunun bilgilendirilmesi için gereken önlemler hakkında talimatlar verilmiştir.
1994’te suni gübre üretiminin durdurulmasından sonra, yalnızca bir termoelektrik güç istasyonu ve su besleme ve atık su arıtma tesisi çalışmaya devam etmiştir.
Bununla birlikte, Monte Sant’Angelo belediye başkanı, İnsan Hakları Avrupa Komisyonu’na gönderdiği 7 Aralık 1995 tarihli mektupta sonuçların saptanması amacıyla yapılan soruşturmanın halen sürdüğünü ve kendisine bunlarla ilgili herhangi bir belgenin ulaşmadığını belirtmiştir. Belediye başkanı, Bölge Konseyi’nin halen, hangi güvenlik önlemlerinin alınması gerektiğine ve bir kaza durumunda ve bu kazanın halka bildirilmesi için hangi yolların izlenmesi gerektiğine karar vermeden önce, Sivil Savunma Dairesi’nden gelecek talimatı beklediğini belirtmektedir. Belediye başkanı, fabrika yeniden üretime başlarsa, halkı bilgilendirmek için gereken önlemlerin soruşturma sonuçları elde edilir edilmez alınabileceğini de iletmiştir.

B. AVRUPA İNSAN HAKLARI KOMİSYONU ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER

Komisyona 18 Ekim 1988’de yapılan başvurunun kısmen kabul edilir olduğu 6 Temmuz 1995’te beyan edilmiştir.
Dostça çözümü sağlamak için başarısız kalan bir girişimden sonra Komisyon, olayları ortaya koyan ve Sözleşmenin 10. Maddesinin ihlal edildiği görüşünü (8’e karşı 21 oyla) belirten bir raporu 29 Haziran 1996’da kabul etmiştir.
Komisyon davayı 16 Eylül 1996 tarihinde Mahkeme’ye havale etmiştir.

II. KARAR ÖZETİ

A. DAVANIN KAPSAMI

Başvurucular Komisyon önünde iki şikâyette bulunmuşlardır. İlk olarak, yetkili makamların Enichem Tarım Şirketi’nin Manfredonia’daki kimyevi ürünler fabrikasının (“fabrika”) neden olduğu kirlilik riskini azaltmaya ve büyük kaza riskini önlemeye uygun tavır almadıklarını; bu durumun Sözleşmenin 2. Maddesiyle garanti altına alınan fiziksel bütünlük ve yaşama haklarını çiğnediğini savunmuşlardır. İkinci olarak, İtalyan Devletinin 175/88 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 11/3. ve 17/2. maddeleri uyarınca büyük bir kaza durumunda ortaya çıkacak risk ve nasıl hareket edileceği konusunda bilgi verme gereğini yerine getirmek için adımlar atmaması; bunun sonucu olarak başvurucular Sözleşmenin 10. Maddesinde yer alan bilgi edinme haklarının ihlâl edildiği kanısına varmışlardır.
6 Temmuz 1995’te Komisyon, çoğunluğun oyuyla, Hükümetin 2. Madde yönünden iç hukuk yollarının tüketilmediği ilk itirazını kabul etmiş fakat 10. Maddeye göre yapılan başvurunun kabul edilir olduğunu beyan etmiştir.
Mahkeme’ye sundukları dilekçelerinde ve duruşmada başvurucular ayrıca Sözleşmenin 2. ve 8. Maddelerine de dayanmışlar, ilgili bilgilerin kendilerine verilmemesinin özel ve aile yaşamlarına saygı hakkıyla yaşama haklarını ihlâl ettiğini savunmuşlardır.
Mahkeme, davadaki olayların hukuken nasıl nitelendirileceği konusunda (tek) yetkili olduğundan kendini bir başvurucunun, hükümetin ya da Komisyonun nitelendirmesiyle bağlı görmemektedir. Bir şikâyet, yalnızca dayanılan hukuksal neden ya da savlarla değil, içerdiği iddia edilen olaylarla nitelendirilir.
Mahkeme önündeki davada, 2. ve 8. Maddelere dayanan nedenler başvuruda ya da başvurucuların Komisyon önündeki işlemlerde verdikleri ilk dilekçelerinde açıkça ortaya konulmuş değildir. Bununla birlikte, bu nedenlerin davada dayanılan maddeyle yakın bağlantı içinde olduğu açıktır; yani hepsi de fabrikaya hemen hemen bir kilometre uzaklıkta yaşayan başvuruculara bilgi verilmesi özel ve aile yaşamları ve fiziksel bütünlükleri üzerinde bir etkiye sahip olacaktır.

Yukarıda belirtilenleri ve Komisyonun kabul edilirlik kararını göz önünde tutarak, Mahkeme davayı 10. Madde yönünden olduğu gibi 2. ve 8. Maddeler yönünden de incelemeye yetkili olduğunu kabul etmiştir.

[Bkz. Kararın 39-41 ve  44-46. Paragrafları.]

B. SÖZLEŞMENİN 10. MADDESİ

1. Hükümetin ilk itirazı

Hükümet, iki bölümden oluşan, iç hukuk yollarının tüketilmediği ilk itirazında bulunmuştur: İlk olarak, başvurucular Medeni Yargılama Yasasının 700. Maddesi uyarınca bir acil başvuru yapabilirlerdi; ikinci olarak, cezaî bir şikâyette bulunabilirlerdi.

İlk bölüm: Medeni Yargılama Yasasının 700. Maddesi ancak başvurucuların şikâyetinin kirliliği azaltmaya ya da önlemeye yönelik bir önlemin uygulanmamasıyla ilgili olması durumunda kullanılabilir bir hukuksal başvuru yoludur; Mahkeme önündeki davada şikâyet bir kaza durumunda risklerin ne olduğu ve ne yapılacağına ilişkin bilgi sağlanmamasına dayanmaktadır. Oysa bir acil başvuru muhtemelen fabrikanın çalışmasının geçici olarak durdurulmasıyla sonuçlanabilir.

İkinci bölüm: Başvurucular cezai bir şikâyette bulunarak en çok fabrika yöneticilerinin mahkum edilmesini sağlayabilirler, ancak kesinlikle herhangi bir bilgi verilmesini sağlayamazlar.

İtiraz bu nedenle reddedilmelidir (1’e karşı 19 oyla).

[Bkz. Kararın 48-49. Paragrafları ve Hüküm kısmının 1. fıkrası.]

2. Şikâyetin esası

Mahkeme, Foggia Valisi’nin fabrika tarafından sunulan raporu temel alarak bir acil durum planı hazırlamış olmasına ve bu planın 3 Ağustos 1993’te Sivil Savunma Dairesi’ne gönderilmiş olmasına karşın, başvurucuların hâlâ konuyla ilgili bilgi almayı beklediklerini kaydeder.

Basın özgürlüğüne getirilen sınırlamalar hakkındaki davalarda Mahkeme, birçok kereler halkın, gazetecilerin kamu yararını ilgilendiren konularda bilgi ve fikirleri açıklama özel işlevlerinin doğal sonucu olarak bilgi edinme hakkına sahip olduğunu kabul etmiştir. Bununla birlikte Mahkeme önündeki davayı oluşturan olaylar, başvurucular ilgili İtalyan mevzuatının kurduğu sistemin işlememesinden yakındıklarından, bu tip davalardaki olaylardan açıkça ayrılabilir niteliktedir.

Mahkeme, Sözleşmenin 10. Maddesinin 2. Fıkrasında anılan bilgi edinme özgürlüğünün, temel olarak kişinin, diğerlerinin ona açıklamak istediği ya da isteyebileceği bilgileri edinmesinin Hükümet tarafından sınırlamasını yasaklamakta olduğunu tekrar eder. Bu özgürlük bir Devlete, Mahkeme önündeki davaya benzer koşullarda, kendiliğinden bilgi toplama ve yayma gibi pozitif yükümlülükler getirir biçimde yorumlanamaz.

Sonuç olarak 10. Madde bu davada uygulanamaz.

[Bkz. Kararın 53-54. Paragrafları ve Hüküm kısmının 2. fıkrası.]

C. SÖZLEŞMENİN 8. MADDESİ

Mahkeme ilk olarak, bütün başvurucuların, suni gübre ve caprolactam üretimi nedeniyle 1988’de yüksek riskli olarak sınıflandırılan fabrikadan yaklaşık bir kilometre uzaklıktaki Manfredonia’da yaşadıklarını belirtir. Üretim döngüsü sırasında fabrika, yüksek miktarlarda yanıcı gaz ve aralarında arsenik trioksitin de bulunduğu diğer zehirli maddeler yaymaktadır. 1976’da, atık kulesinin patlamasının ardından, 150 kişi akut arsenik zehirlenmesi nedeniyle hastaneye kaldırılmıştır.

Zehirli yayılımın başvurucuların aile ve özel yaşamlarına saygı hakları üzerinde doğrudan potansiyel bir tehlike oluşturması, 8. Maddenin uygulanabilir olduğu anlamına gelmektedir.

Mahkeme, İtalya’nın başvurucuların aile ve özel yaşamlarına “müdahale” ettiğinin söylenemeyeceğini kabul eder; başvurucular Devletin bir hareketinden değil, fakat hareketsiz kalmasından şikâyetçi olmuşlardır. Ancak, 8. Madde asıl olarak bireyleri kamu makamlarının keyfi müdahalesine karşı korumayı amaçlamakla birlikte, yalnızca Devleti böyle bir müdahaleden kaçınmaya mecbur etmekle kalmaz: Bu esasen negatif yükümlülüğe ek olarak, özel ve aile yaşamına etkili bir saygının doğasından kaynaklanan pozitif yükümlülükler de olabilir.

Mahkeme önündeki davada araştırılması gereken şey, başvurucuların 8. Maddenin garanti altına aldığı özel ve aile yaşamlarına saygı haklarına etkili bir koruma sağlamak için ulusal makamların gereken önlemleri alıp almadığıdır.

14 Eylül 1993’te Çevre Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı birlikte Temmuz 1989’da fabrika tarafından sunulan güvenlik raporu üzerine kararlar almıştır. Bu kararlarda, hem sürmekte olan suni gübre üretimi hem de caprolactam üretimine yeniden başlanması hali ile ilgili olarak fabrika tesislerinde iyileştirmeler yapılması emredilmiş ve Vali’ye ¬1993’te hazırlamış olduğu¬ acil durum planı ve bölge nüfusunun bilgilendirilmesi için gereken önlemler hakkında talimatlar verilmiştir.

Bununla birlikte, 7 Aralık 1995 itibarıyla Bölge Konseyi’ne bu kararlarla ilgili herhangi bir belge hâlâ ulaşmamıştır.

Mahkeme, aşırı çevre kirliliğinin bireylerin iyiliğini etkileyeceğini ve onların, özel ve aile yaşamlarını olumsuz etkileyecek biçimde, evlerini kullanmalarını engelleyeceğini tekrar eder. Önündeki davada başvurucular, suni gübre üretiminin 1994 yılında durdurulmasına kadar, fabrikada meydana gelen bir kazada özellikle tehlikeye maruz bir kent olan Manfredonia’da yaşamayı sürdürmeleri durumunda kendilerinin ve ailelerinin karşılaşacabileceği riskleri değerlendirmelerini sağlayacak gerekli bilgiler için beklemişlerdir.

Mahkeme, bu nedenlerle, davalı Devletin başvurucuların özel ve aile yaşamlarına saygı haklarını sağlama yükümlülüğünü, Sözleşmenin 8. Maddesine aykırı olarak, yerine getirmediği kanısına varmıştır.

Sonuç olarak bu hüküm ihlâl edilmiştir.

[Bkz. Kararın 57-60. Paragrafları ve Hüküm kısmının 3. fıkrası.]
D. SÖZLEŞMENİN 2. MADDESİ

Fabrikada çalışan işçilerin kanserden öldüğünü belirten başvurucular, söz konusu bilgilerin kendilerine verilmemesinin Sözleşmenin 2. Maddesiyle garanti altına alınan yaşama haklarını çiğnediğini de ileri sürmüşlerdir.

Mahkeme, 8. Maddenin ihlâl edildiği sonucuna vardığını dikkate alarak davanın 2. Madde yönünden incelenmesine gerek bulunmadığını kabul etmiştir.
[Bkz. Kararın 61-62. Paragrafları ve Hüküm kısmının 4. fıkrası.]

E. SÖZLEŞMENİN 50. MADDESİ

1. Zarar

Mahkeme, başvurucuların şikâyet edilen bilgilerin verilmemesi nedeniyle maddi zarara uğradıklarını kanıtla¬yamadıklarını kabul etmiştir. Bunun dışındakiler yönün¬den, başvurucuların kuşkuya yer olmayacak biçimde manevi zarara uğradıklarını kabul etmiş ve her birine 10.000.000 ITL ödenmesine hükmetmiştir.

2. Ücret ve giderler

Mahkeme, başvurucuların adli yardım olarak aldıkları miktarı ve başvurunun geç yapılmış olmasını dikkate alarak bu konudaki talebi reddetmiştir.

3. Diğer talepler

Son olarak başvurucular Mahkeme’den, davalı Devleti, ilgili tüm endüstriyel bölgeyi arıtmaya, bölge ve yerel nüfus üzerinde epidemolojik bir çalışma yapmaya ve kanserojen olduğuna inanılan maddelere maruz kalan bölge sakinlerinin karşılaşabilecekleri ciddi etkilerin belirlenmesi için bir soruşturma başlatmaya zorlayan bir karar vermesini talep etmişlerdir.

Mahkeme, Sözleşmenin kendisine böyle bir talebi kabul etme yetkisi vermediğini belirtir. Mahkeme, iç hukuk sisteminde, bunu Sözleşme hükümleriyle uyumlu kılmak ya da Sözleşmenin ihlâline neden olan durumu düzeltmek için hangi araçların seçileceğine karar verme yetkisinin Devlete ait olduğunu tekrar eder.
[Bkz. Kararın 67, 70, 71 ve 74. Paragrafları ve Hüküm kısmının 5 ve 6. fıkraları.]
Karar, yirmi yargıçtan oluşan bir Büyük Daire tarafından verilmiştir. Bunlar: Bay R. Bernhardt (Alman), Başkan, Bay Thór Vilhjálmsson (İzlandalı), Bay F. Gölcüklü (Türk), Bay F. Matscher (Avusturyalı), Bay B. Walsh (İrlandalı), Bay R. Macdonald (Kanadalı), Bay C. Russo (İtalyan), Bay A. Spielmann (Lüksemburglu), Bayan E. Palm (İsveçli), Bay A. N. Loizou (Kıbrıslı), Sir John Freeland (Britanyalı), Bay M. A. Lopes Rocha (Portekizli), Bay G. Mifsud Bonnici (Maltalı), Bay J. Makarczyk (Polonyalı), Bay B. Repik (Slovak), Bay P. Jambrek (Sloven), Bay P. Kuris (Litvanyalı), Bay E. Levits (Leton), Bay J. Casadevall (Andoralı) ve Bay P. van Dijk (Hollandalı).
Yargıçlar Walsh, Palm, Bernhardt, Russo, Macdonald, Makarczyk, van Dijk, Jambrek, Thór Vilhjálmsson ve Mifsud Bonnici ayrı görüş bildirmişler ve bunlar karara eklenmiştir.

 

İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
BAHADDAR / Hollanda Kararı*
Bahaddar / Hollanda davasında 19 Şubat 1998’de Strasbourg’da verilen kararda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2’ye karşı 7 oyla, başvurucunun İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 26. Maddesi uyarınca iç hukuk yollarını tüketmediğine ve bu nedenle Mahkeme’nin davanın esasını inceleyemeyeceğine hükmetmiştir.

Karar, Başkan Yardımcısı Bay Rudolf Bernhardt tarafından açık duruşmada okunmuştur.
I. DAVANIN OLUŞUMU

A. OLAYLAR

Başvurucu, Bay Shammsuddin Bahaddar, 1966 doğumlu bir Bangladeş vatandaşıdır. Halen Hollanda’da yaşamaktadır.

Başvurucu, Bangladeş’in Chittagong dağlık bölgesinde yerleşik Chakma kabilesinden olduğunu belirtmektedir. Başvurucu, çocukluğundan beri, Chittagong dağlık bölgesinin özerkliğini sağlamaya çalışan bir örgütün (Jana Sanghati Samiti) yasadışı silahlı kanadı olan Shanti Bahini’nin aktif üyesi olduğunu ileri sürmektedir. Başvurucunun etkinlikleri Shanti Bahini adına para toplamayı ve ordu birimlerinin hareketleri hakkında bilgi elde etmeyi içermektedir.

Gasp suçu nedeniyle hakkında yakalama emrinin çıkarıldığını öğrenen başvurucu, Haziran 1990’da Bangladeş’i terketmiştir. Hollanda’ya ulaştıktan sonra 13 Temmuz 1990’da, kendisine siyasi mülteci statüsü tanınması ya da buna alternatif olarak insani nedenlerle oturma izni verilmesi için başvurmuştur. Her iki başvuru da Adalet Bakanı Yardımcısı tarafından 16 Temmuz 1991’de reddedilmiştir.
Başvurucu, Bakan Yardımcısından bu kararı tekrar değerlendirmesini istemiş ve, bu başvuru kendiliğinden yürürlüğü durdurucu bir etki doğurmadığından, başvurusu hakkında bir karar verilinceye kadar ülke dışına çıkarılmasını önlemek için bir yargısal emir elde etmek istemiştir. 14 Kasım 1991’de Lahey Bölge Mahkemesi Başkanı bu konuda bir yargısal emir vermiştir.
Yabancılar Danışma Kurulunun görüşünü aldıktan sonra Bakan Yardımcısı, 26 Mart 1993’te 16 Temmuz 1991 tarihli kararın tekrar incelenmesine gerek olmadığına karar vermiştir.
Başvurucu, Danıştay Yargı Bölümü’ne itiraz etmiş ve itiraz gerekçelerini daha sonraki bir tarihte sunabileceğini belirtmiştir. Başvurucu, yine, bu işlemler sonuçlanıncaya kadar ülke dışına çıkarılmasını önlemek için bir yargısal emir elde etmek istemiş; Lahey Bölge Mahkemesi Başkanı 14 Kasım 1991’de bu konuda bir yargısal emir vermiştir.
7 Mart 1994’te Danıştay İdari Davalar Bölümü Başkanı, basit yargılama usulüne göre, itiraz nedenlerinin süre geçtikten sonra sunulması nedeniyle başvurucunun itirazının kabul edilemez olduğunu açıklamıştır.
Başvurucu, Başkanın bu kararı aleyhine, İdari Davalar Bölümünün bir dairesine, itirazda bulunmuştur. 22 Eylül 1993 tarihinde yapılan duruşmada başvurucunun avukatı, daha erken bir tarihte itiraz nedenlerini sunmanın imkânsız olduğunu; Bakan Yardımcısı başvurucunun sunduğu belgelerin gerçekliğinden kuşkulandığından Bangladeş’ten ek kanıtların getirilmesi  gerektiğini belirtmiştir.
29 Eylül 1994’te İdari Davalar Bölümü itirazı, davanın esasını değerlendirmeksizin reddetmiştir. Başvurucunun itiraz nedenlerini sunmak için sürenin uzatılmasını talep etmediğini ve her halde bu nedenleri sunmak için yeterli fırsatının olduğunu kabul etmiştir.
Başvurucu 5 Aralık 1994’te siyasi mülteci statüsü tanınması ya da insani nedenlerle oturma izni verilmesi için tekrar başvurmuştur. Bu başvurular, hiçbir yeni olay ortaya konulmaması nedeniyle, 12 Ocak 1995’te Adalet Bakanı Yardımcısı tarafından kabul edilmez bulunmuştur. Başvurucu bu karara karşı Lahey Bölge Mahkemesi’ne itirazda bulunmuş, ancak bu itiraz için gerekçelerini öngörülen süre içinde sunmamıştır. Itiraz bu nedenle 21 Haziran 1995’te kabul edilmez bulunmuştur.

B. AVRUPA İNSAN HAKLARI KOMİSYONU ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER
Komisyona 2 Aralık 1994’te yapılan başvurunun kabul edilir olduğu 22 Mayıs 1995’te beyan edilmiştir.
Dostça çözümü sağlamak için başarısız kalan bir girişimden sonra Komisyon, olayları ortaya koyan ve oybirliğiyle başvurucunun Bangladeş’e iadesinin Sözleşmenin 2. Maddesini ihlal etmeyeceği ancak bunun 3. Maddenin ihlâline neden olacağı görüşünü (5’e karşı 26 oyla) belirten bir raporu 26 Kasım 1996’da kabul etmiştir.
Dava, Komisyon tarafından 28 Ekim 1996 tarihinde Mahkeme önüne getirilmiştir

II. KARAR ÖZETİ

Hükümetin ilk itirazı

Hükümet, başvurucunun itiraz nedenlerinin sunulması için usuli gereklere uymadığını ve bu nedenle de Sözleşmenin 26. Maddesi uyarınca kendine tanınan iç hukuk yollarını tüketmemiş olduğunu iddia etmiştir.
Mahkeme, 3. Maddenin içerdiği kötü muamele yasağının iade vakalarında mutlak olmasıyla birlikte bu Maddeye dayanan başvurucuların mevcut ve etkili iç hukuk yollarını tüketme koşulundan doğal olarak muaf tutulmadıklarını kabul eder. Bu bakımdan, iç hukuk tarafından konulan usuli koşullara ve süre sınırlamalarına uyulması gerekir. Bir başvurucuyu bu tür kurallara uyma yükümlülüğünden kurtaran özel durumların olup olmadığı her davadaki olaylara bağlı olacaktır. Mülteci statüsü için yapılan başvurularda, başvurucunun başvurusunu desteklemek için kaçtığı ülkeden kanıt elde etmesi gerekebileceğinden, başvuruların sunulmasına ilişkin süre sınırının başvurucuya iddiasını kanıtlamak için gerçek bir fırsat vermeyecek biçimde çok kısa olmaması ya da çok katı uygulanmaması gerekir.
Eldeki davada başvurucu, itiraz nedenlerini sunmak için öngörülen süre sınırına uymamış ve böyle bir olanağı olmasına karşın sürenin uzatılmasına ilişkin bir istemde bulunmamıştır. Mahkeme’ye göre, başvurucuyu öngörülen süre sınırına uymaktan muaf tutan özel durumlar bulunmamaktadır. Süre geçtikten sonra bile başvurucunun mülteci statüsü için ya da insani nedenlere dayanan oturma izni için yerel makamlara yeni başvurular yapabilme olanağının bulunması da ayrıca anlamlıdır. Mahkeme, yerel işlemler sürecinin hiçbir aşamasında iade edilme kararına karşı başvurucunun geçici bir yargısal emir isteminin reddedilmediğini ve sonuç olarak yakın bir 3. Maddeye aykırı muamele tehdidi altında olmadığını belirtir.
Bu koşullarda Mahkeme, başvurucunun Komisyona başvurmadan önce mevcut iç hukuk yollarını tüketmediği ve bu nedenle Mahkeme’nin davanın esasını inceleyemeyeceği sonucuna varmıştır.

[Bkz. Kararın 43-49. Paragrafları.]
Karar dokuz yargıçtan oluşan bir Daire tarafından verilmiştir. Bunlar; Bay R. Bernhardt (Alman) Başkan, Bay Thór Vilhjálmsson (İzlandalı), Bay L.-E. Pettiti (Fransız), Bay I. Foighel (Danimarkalı), Bay J.M. Morenilla (İspanyol), Bay D. Gotchev (Bulgar), Bay P. Kuris (Litvanyalı), Bay P. van Dijk (Hollandalı), Bay T. Pantiru (Moldovyalı).
Bir Yargıç, Bay P. van Dijk, ayrı görüş belirtmiş; iki Yargıç, Bay Foighel ve Bay Morenilla karşıoy kullanmış ve bunlar karara eklenmiştir.

İnsan Hakları Mahkemesi Kararı

BOTTA / İtalya Kararı

Botta / İtalya davasında 24 Şubat 1998’de Strasbourg’da verilen kararda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi oybirliğiyle İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 8. ve 14. Maddelerinin uygulanabilir olmadığına hükmetmiştir.

Karar, Başkan Yardımcısı Bay Rudolf Bernhardt tarafından açık duruşmada okunmuştur.
I. DAVANIN OLUŞUMU

A. OLAYLAR

Başvurucu Bay Maurizio Botta, Trezzano sul Naviglio’da (Milan) yaşayan 1939 doğumlu bir İtalyan vatandaşıdır.

Başvurucu, 26 Mart 1991 tarihinde Comacchio (Ferrara) belediye başkanına yazarak, Lido degli Estensi kıyısındaki özel plajların hiçbirinin, ilgili yasanın gereklerine karşın, özürlü insanların plaja ve denize girmelerini sağlayacak araçlarla donatılmamış olduğundan şikâyetçi olmuştur.

Ertesi yıl, bu durumun düzeltilmesi için herhangi bir adımın atılmadığını gören başvurucu, yerel sahil görevlisinden gereken araçlarla donatılmamış bir kamuya açık plaja arabasıyla girmesine izin verilmesini istemiş ve bu izni almıştır.

9 Ağustos 1991’de, Deniz Ticaretinden sorumlu Bakanı, Ravenna liman müdürünü ve Comacchio belediye başkanını ve belediye başkan yardımcısını İtalyan Ceza Yasasının 328. maddesi kapsamında bir suç oluşturan resmi bir görevi ihmal ettikleri (omissione Divan atti d’ufficio) suçlamasıyla şikayet etmiştir.
12 Mayıs 1992’de, Ferrara soruşturma yargıcı soruşturmasını tamamladıktan sonra, plajlarla ilgili imtiyaz sözleşmelerinin hepsi de plajların özürlü insanlar için gereken araçlarla donatılması yükümlülüğüne ilişkin bir koşul içerdiğinden Ceza Yasasında tanımlanan suçun işlendiğine dair kanıt bulunmaması nedeniyle takipsizlik kararı vermiştir.

16 Eylül 1992’de, savcılık başvurucuya, şikayeti hakkında takipsizlik kararı verildiğini telefonla bildirmiştir.

9 Ağustos 1997’de Comacchio Bölge Konseyi söz konusu sahilin, bu kuruluşlarla ilgili yasa uyarınca en geç 30 Nisan 1999’da tamamlanmak üzere, iyileştirilmesine ilişkin planı kabul etmiştir.

B. AVRUPA İNSAN HAKLARI KOMİSYONU ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER

Komisyona 30 Temmuz 1992’de yapılan başvurunun kabul edilebilir olduğu 15 Ocak 1996 beyan edilmiştir.

Dostça çözümü sağlamak için başarısız kalan bir girişimden sonra Komisyon, olayları ortaya koyan ve altıya karşı yirmi dört oyla 8. Maddenin ihlal edilmediği, ve oybirliğiyle 8. Madde ile birlikte değerlendirilen 14. Maddenin ihlal edilmediği görüşünü belirten bir raporu 15 Ekim 1996’da kabul etmiştir.

Komisyon, davayı 4 Aralık 1996’da Mahkemeye göndermiştir.

II. KARAR ÖZETİ

A. SÖZLEŞMENİN 8. MADDESİ

Başvurucu öncelikle, özel plaj işletmelerine atfedilebilir ihmalleri, yani özürlü insanların kullanabileceği araçların bulunmamasını, gidermek için uygun önlemleri almada İtalyan Devletinin başarısızlığından kaynaklanan kişiliğini geliştir¬mesinin ve özel yaşamının zedelendiğinden şikâyet etmiştir.

Mahkemenin görevi Bay Botta tarafından ileri sürülen hakkın, Sözleşmenin 8. Maddesinde ortaya koyulan “özel yaşama saygı” kavramı ile bağdaşıp bağdaşmadığını belirlemektir.

Mahkeme’ye göre özel yaşam kişinin fiziksel ve pisikolojik bütünlüğünü içerir; Sözleşmenin 8. Maddesinde yer alan garanti herşeyden önce, dışarıdan bir müdahale olmaksızın, her bireyin diğer insanlarla olan ilişkilerinde kişiliğini geliştirmesini sağlamaya yöneliktir.

Eldeki davada başvurucu esas olarak devletin bir eyleminden değil, eylemde bulunmamasından şikâyetçi olmuştur. 8. Maddenin temel amacı bireyi kamu makamlarının keyfi müdahalelerine karşı korumak olmakla birlikte bu, devleti yalnızca böyle bir müdahaleden kaçınmak zorunda bırakmakla kalmaz: Bu negatif yükümlülüğün yanısıra özel ya da aile yaşamına saygının doğasından kaynaklanan pozitif yükümlülükler de olabilir. Bu yükümlülükler, bireylerin kendi aralarındaki ilişkiler alanında bile özel yaşama saygının sağlanabilmesine yönelik önlemlerin alınmasını içerebilir. Bununla birlikte saygı kavramı kesin bir biçimde tanımlanmamıştır. Bu tür yükümlülüklerin var olup olmadığını saptayabilmek için, genel çıkar ile bireylerin çıkarları arasında sağlanması gereken adil dengenin gözönünde tutulması gerekir ki devletin bunda her halde takdir yetkisi vardır.

Mahkeme, bir başvurucunun talep ettiği önlemlerle başvurucunun özel ve/ya da aile yaşamı arasında yakın ve doğrudan bağlantı bulunduğunda, devletin bu tip yüküm¬lülükleri olduğunu kabul etmektedir.

Bununla birlikte eldeki davada Bay Botta tarafından ileri sürülen hak, yani tatilleri sırasında normal olarak ikamet ettiği yerden uzaktaki bir yerde kıyıya ve denize ulaşabilme hakkı, devletin özel plaj işletmelerinin ihmallerini gidermek ve başvurucunun özel yaşamını düzeltmek için almaya zorlandığı önlemlerle doğrudan bağlantısının tasavvur edilebilir olmadığı geniş ve belirsiz bir alanı olan kişilerarası ilişkilerle ilgilidir.

Bu nedenle 8. Madde burada uygulanamaz.

[Bkz. Kararın 26. ve  30-34. Paragrafları ve Hüküm kısmının 1. fıkrası.]

B. SÖZLEŞMENİN 14. MADDESİ

14. Madde, Sözleşmenin ve Protokollerinin maddi hükümlerinin tamamlayıcısı niteliğindedir. Yalnızca bu hükümlerin güvence altına aldığı hakların ve özgürlüklerin kullanılmasıyla bağlantılı olarak bir etkisinin olması nedeniyle bağımsız bir varlığa sahip değildir. 14. Maddenin uygulanması bu hükümlerin ihlal edilmiş olması koşuluna bağlı değilse de -maddenin otonomluğu bu kadardır- davayı oluşturan olaylar bu hükümlerin bir ya da birkaçının sınırları içinde kalmadıkça 14. Maddenin uygulanmasına yer bulunmamaktadır.

Mahkeme 8. Maddenin uygulanabilir olmadığı sonucuna vardığından 14. Madde davaya uygulanamaz.
[Bkz. Kararın 36. ve 38. Paragrafları ve Hüküm kısmının 2. fıkrası.]
Karar dokuz yargıçtan oluşan bir Daire tarafından verilmiştir. Bunlar; Bay F. Gölcüklü (Türk), Başkan, Bay F. Matscher (Avusturyalı), Bay C. Russo (İtalyan), Bay R. Pekkanen (Fin), Sir John Freeland (Britanyalı), Bay L. Wildhaber (İsviçreli), Bay G. Mifsud Bonnici (Maltalı), Bay B. Repik (Slovak) ve Bay P. Jambrek (Sloven).

İnsan Hakları Mahkemesi Kararı

AKDIVAR VE DİĞERLERİ/ Türkiye Davası* (50. MADDE)
(99/ 1995/ 605/ 693)
(1 Nisan 1998)
Akdıvar ve Diğerleri/ Türkiye Davası’nda, Mahkeme İçtüzüğü A’nın 51. maddesi uyarınca, Büyük Daire biçiminde toplanan Mahkeme ; şu üyelerden oluşmuştur: R. Bernhardt (Başkan), Thor Vilhjalmsson, F. Gölcüklü, A. Spielmann, N. Valticos, E. Palm, I. Foighel, A. N. Loizou, M. A. Lopes Rocha, L. Wildhaber, G. Mifsud Bonnici, J. Makarczyk, D. Gotchev, B. Repik, K. Jungwiert, P. Kuris, U. Lohmus, E. Levits.
KARAR

8.  Sözleşmenin 50. madde hükmü şöyledir:
“Divan kararı, bir Yüksek Akid tarafından adli makamları veya resmi bir makam tarafından alınmış olan bir kararın veya vaz’edilmiş bulunan bir tedbirin işbu Sözleşmeden doğan mükellefiyetlere tamamen veya kısmen aykırı olduğunu beyan ederse ve eğer mezkur Akid tarafın dahili mevzuatı bu kararın veya tedbirlerin neticelerini ancak kısmen izaleye müsaitse, Divan kararında, buna mahal varsa, hakkaniyete uygun bir surette mutazarrır tarafı tatmin eder.”

9. Başvurucular, bu hükme dayanarak, inter alia, kendilerini köylerini terketmeye zorlayan güvenlik güçlerinin, evlerini tahrip etmelerinden dolayı uğradıkları zararın tazminini talep ettiler.
Hükümet, bu sorunla ilgili olarak, başvurucularla bir anlaşmaya varıldığını ileri sürdü.

I. BİR ANLAŞMANIN VAROLUP OLMADIĞI

10.  Sözleşme’nin 50. maddesi uyarınca yapılacak başvurularla ilgili Mahkeme İçtüzüğü A’nın 54. maddesinin 4. fıkrası şöyledir:

“Mahkeme, zarar gören tarafla sorumlu taraf arasında bir anlaşmaya varıldığı konusunda bilgilendirilirse, bu anlaşmanın hakkaniyete uygun olma niteliğini doğrulayacak ve anlaşmanın hakkaniyete uygun olduğu sonucuna vardığında, vereceği bir kararla davayı listeden çıkaracaktır. İçtüzüğün 49/ III. Maddesi bu koşullarda uygulanacaktır.”

11. Hükümet, başvurucularla, inter alia, onlara hem ev ve iş sağlanması ve hem de tazminat olarak toplam bir milyar Türk Lirası verilmesi konularını içeren bir anlaşmaya varıldığını ileri sürmüştür. Bu anlaşma, başvurucuların kendilerine evlerinin ve gelir kaynaklarının iadesine ilişkin tercihlerine uygun düşmektedir. Hükümet, 18 Ekim 1996 tarihli, dört başvurucunun kendi adlarına ve toplantıya katılmayan diğer başvurucular adına imzaladıkları, bu anlaşma metnini Mahkeme’ye sunmuştur.
Hükümet, anlaşmadaki ibarelerden, başvurucuların toplantıya kendi iradeleriyle katıldıkları ve istemeleri halinde yasal temsilcilerinin kendilerine eşlik etmelerine engel olacak herhangi bir nedenin bulunmadığının anlaşıldığını ileri sürmektedir. Bununla birlikte, başvurucuların avukatları, kendi siyasal emellerine ulaşmak için, bölgedeki olağanüstü koşulları istismar ederek, başvurucuları bir anlaşma olduğunu inkara yöneltmişlerdir. Başvurucuların anlaşmayı inkar etmeleri için Diyarbakır’daki temsilcileri tarafından zorlandıkları muhtemeldir.
Anlaşmanın, uzlaşmanın temel noktalarını ortaya koyduğu ve Türk Hukuku’na göre geçerli olduğu iddia edilmiştir. Buna göre, Türk Borçlar Kanunu’nun 23 ve 24. maddeleri uyarınca geçerli olarak yapılan bir anlaşmadan keyfi olarak caymak mümkün değildir.

12.  Başvurucular, dört başvurucunun, hükümetin temsilcileri ile yapılan bu toplantıya katılmayı reddetmeleri durumunda, polis tarafından zorlanarak getirileceklerine inandıkları için avukatları olmaksızın katıldıklarını ileri sürmüşlerdir. Başvuruculara, Avrupa Mahkemesi önündeki davanın dört yıl daha süreceği ve herhangi bir tazminata hükmedilmeyeceği ve hatta, kendi lehlerine tazminata hükmedilmesi halinde bile, bu tazminatın ödenmeyebileceği söylenmiştir. Sonuç olarak, anlaşma dört başvurucu tarafından imzalanmıştır. Bunların üçü toplantıda bulunmayan başvurucular adına imza atmışlardır.

13.  Başvurucuların avukatları, Mahkeme’ye 50. maddenin amacına uygun olarak yapılacak bir anlaşmanın, başvurucuların usulüne uygun olarak yetkili kılınmış avukatları kendilerine eşlik etmeksizin ya da onların önerileri olmaksızın yapılamayacağını  belirtmiş ve bunun anlaşmanın bütünüyle kabul edilemez olması sonucunu doğuracağını belirtmişlerdir. Daha sonra, 27 Kasım 1996 tarihinde başvurucuların yasal temsilcilerinden Bay Baydemir, Mahkeme’ye gönderdiği yazıda, toplantıya katılmayan üç başvurucunun, hiç kimseye kendi adlarına bu anlaşmayı imzalaması için yetki vermediklerini ve toplantıya katılan  başvurucuların da, anılan koşullar altında imzalanan bu protokolle kendilerini bağlı saymadıklarını belirtmiştir.

14.   Mahkeme, Mahkeme İçtüzüğü A’nın 54/ 4. maddesinin “zarar gören tarafla sorumlu taraf arasında varılan anlaşma” şeklinde bir hüküm içerdiğine işaret etmiştir. Mahkeme önündeki sunuşlardan, anlaşma konusunun başvurucularla  Hükümet arasında tartışmalı olduğu anlaşılmaktadır.
Yukarıdaki tartışmalardan hareketle, protokolün müphem ve sonucu belirsiz lafzı ve içeriğinden hareketle taraflar arasında 54/ 4. maddenin amaçladığı anlamda bir anlaşmanın olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu nedenle, Mahkeme, başvurucuların tazminat taleplerini incelemelidir.

II. MADDİ ZARAR

15.  Başvurucular maddi tazminat taleplerini; evlerinin, ekili arazilerinin, ev eşyalarının ve çiftlik hayvanlarının kaybına dayandırmışlardır. Ayrıca tazminatın, kalacakları yeni yerlerin masraflarını da karşılamasını talep etmişlerdir. Hükümet, bir uzmanlar komisyonu tarafından hazırlanan ve başvurucular tarafından talep edilen tutara itiraz eden bir değer raporu sunmuştur (Bkz. paragraf 6 yukarıda).

A. Evler

16.  Hükümet tarafından seçilen uzmanlar, Dicle Belediyesi’nce tutulan kayıtlar doğrultusunda, Ahmet Akdıvar (100 m2), Ali Akdıvar (60 m2) ve Zülfükar Çiçek adına (300 m2) olmak üzere  sadece üç evin kayıtlı olduğunun saptandığını belirtmişlerdir. Uzmanlar, tazminatın takdirinde, metre kare başına 3.482.000 Türk Lirası’nın esas alınmasını önermişlerdir.

17.  Başvurucular, yaşadıkları kırsal yörede, mülklerin kaydettirilmesi geleneğinin bulunmadığını ve bunun nesilden nesile geçerek bir adet haline geldiğini belirtmişlerdir. Başvurucular, Ahmet Akdıvar (200 m2), Ali Akdıvar (200 m2), Zülfükar Çiçek (600 m2), Abdurrahman Akdıvar (250 m2), Abdurrahman Aktaş (300 m2), Mehmet Karabulut (200 m2) ve Ahmet Çiçek’in (500 m2) evleri için tazminat talep etmişlerdir. Başvurucular, uzmanlar tarafından metre kare başına ödenmesi önerilen miktarı kabul etmekle birlikte, uzmanlar tarafından listesi yapılan evlerin, büyüklükleri konusundaki tespite katılmamışlardır.

18.   Mahkeme, başvurucuların evlerinin güvenlik güçleri tarafından yakıldığı yolundaki kararını hatırlatmaktadır (Bkz. ana karar, Reports of Judgements and Decisions 1996-IV, s. 1214, paragraf 81). Olayların gerçekleştiği alanın kırsal bir alan olduğu ve uzmanların başvurucuların köyüne gidemedikleri gözönünde tutulduğunda (Bkz. paragraf 6 yukarıda); Mahkeme, dört başvurucunun evlerine ilişkin bir kayıt bulunmadığı tespitini ikna edici bulmamaktadır.
Mahkeme, kayıtlı olan evler için,  uzmanlarca belirtilen yüzölçümleri esas alarak, yine onlar tarafından belirtilen metre kare bedeli üzerinden tazminat ödenmesine karar vermiştir.

19.  Mahkeme, geriye kalan evler için de tazminat ödenmesinin uygun olacağı kanısındadır. Bununla birlikte, bunların yüzölçümlerini gösteren bir kanıtın bulunmayışı; bu konuda yapılacak olan bir hesaplamanın bir ölçüde spekülatif bir nitelik taşıması sonucunu doğuracaktır. Mahkeme, ödenmesi gereken tazminatı, başvurucular tarafından ileri sürülen yüzölçümün yarısını esas alarak hesaplayacaktır.

20. Bu nedenle, Mahkeme, bu başlık altında şu miktarların ödenmesine hükmetmiştir:
(a)    348.240.000  TL (Ahmet Akdıvar);
(b)    208.944.000  TL (Ali Akdıvar);
(c)  1.044.720.000 TL (Zülfükar Çiçek);
(d)    435.300.000  TL (Abdurrahman Akdıvar);
(e)    522.360.000  TL (Abdurrahman Aktaş);
(f)     348.240.000  TL (Mehmet Karabulut);
(g)     870.600.000 TL (Ahmet Çiçek).
B. Ekili ve ekilebilir arazi

21. Başvurucular, hem ekili ve ekilebilir arazilerinin, hem de kazanç elde etmeyi umdukları aşağıda belirtilen mallarının kaybından dolayı tazminat talep etmişlerdir:
– Ahmet Akdıvar (2 akre  meyva bahçesi, 3 akre üzüm bağı, 10 akre ekilebilir arazi ve 2 akre meşe korusu);
– Ali Akdıvar (8 akre meyva bahçesi, 2 akre üzüm bağı, 20 akre ekilebilir arazi  ve 3 akre meşe korusu);
– Zülfükar Çiçek (96 akre meyva bahçesi, 70 akre üzüm bağı, 30 akre ekilebilir arazi  ve 5 akre meşe korusu);
– Abdurrahman Akdıvar (24 akre meyva bahçesi, 12 akre üzüm bağı, 3 akre ekilebilir arazi  ve 20 akre meşe korusu);
– Abdurrahman Aktaş (10 akre meyva bahçesi, 12 akre üzüm bağı ve 20 akre meşe korusu);
– Mehmet Karabulut (36 akre meyva bahçesi, 14 akre üzüm bağı, 15 akre ekilebilir arazi  ve 2 akre meşe korusu);
– Ahmet Çiçek (48 akre meyva bahçesi, 48 akre üzüm bağı ve 20 akre meşe korusu).
Başvurucular, uzmanların akre başına yıllık kazanç kaybına ilişkin değerlendirmelerini kabul etmişlerdir.

22.  Hükümet’in uzmanları, sadece üç başvurucunun kayıtlı arazilerinin bulunduğunu belirtmiştir (sırasıyla 3 akre, 2500 m2, 3 akre). Bununla beraber, akre başına bir yılda   mahrum kalınan gelirin hesaplanması için, başvurucular tarafından beyan edilen arazi büyüklükleri ile aşağıdaki miktarların çarpılmasını önermişlerdir: üzüm bağları karşılığında 6.710.000 TL, meyve bahçeleri karşılığında 7.020.000 TL, ekilebilir arazi karşılığı olarak 2.875,000 TL ve meşe korulukları için 13.500.000 TL.

23.  Mahkeme, ana kararda başvurucularının gayrimenkullerinin kamulaştırıldığına ilişkin bir ibarenin bulunmadığını ve başvurucuların hala bunların sahibi olduklarını belirtmiştir.
Bu nedenle, Mahkeme, bu arazilerin kaybı nedeniyle bir tazminat ödenmesine hükmetmemiştir.
24.  Başvurucular, diğer yanda, evlerinin tahrip edilmiş olması nedeniyle köylerini terk etmek zorunda kalmışlar ve kendi arazilerinden yararlanamamışlardır.
Bu nedenle, başvurucular, gelirlerinin kaybı nedeniyle bir talepte bulunma hakkına sahiptirler.

25.  Mahkeme, başvurucuların, uzmanların akre başına yıllık gelir kaybının hesaplanmasına ilişkin önerisini kabul ettiklerini beyan etmiştir. Mahkeme, başvurucuların sahip olduklarını iddia ettikleri arazilerin büyüklüklerine ilişkin olarak bağımsız deliller ileri sürememiş olmalarını akılda tutarak ve hakkaniyete uygun bir değerlendirmeyle; ödenmesine karar verilecek tutarın, beş yıllık gelir kaybına tekabül etmesine ve bunun başvurularca ileri sürülen yüzölçümleri esas alınarak yapılmasına karar vermiştir.

26. Bu nedenle, Mahkeme, bu başlık altında şu miktarların ödenmesine hükmetmiştir:
(a)     449.600.000 TL (Ahmet Akdıvar);
(b)     837.900.000 TL (Ali Akdıvar);
(c)   6.486.850.000 TL (Zülfükar Çiçek);
(d)   2.638.125.000 TL (Abdurrahman Akdıvar);
(e)   2.103.600.000 TL (Abdurrahman Aktaş);
(f)    2.083.925.000 TL (Mehmet Karabulut);
(g)   4.645.200.000 TL (Ahmet Çiçek).

C. Ev eşyaları

27.  Hükümet’in uzmanları, ev eşyalarının kaybı ile ilgili olarak  da bir takım rakamlar önermişlerdir. Bu değerlendirme, 1997 yılı Şubat ayında Diyarbakır’daki bazı dükkanların ev eşyaları fiyatları esas alınarak yapılmıştır.

28.  Başvurucuların talepleri uzmanlarca belirlenen miktardan biraz daha fazladır.

29.  Mahkeme, uzmanlar tarafından önerilen tutarı makul bulmuş ve aşağıdaki belirtilen miktarda tazminat ödenmesine karar vermiştir.

(a)    263.050.000 TL (Ahmet Akdıvar);
(b)    233.300.000 TL (Ali Akdıvar);
(c)     279.050.000 TL (Zülfükar Çiçek);
(d)    298.650.000 TL (Abdurrahman Akdıvar);
(e)    313.750.000 TL (Abdurrahman Aktaş);
(f)     243.650.000 TL (Mehmet Karabulut);
(g)     300.450.000 TL (Ahmet Çiçek).

D. Çiftlik hayvanları ve hayvan yemleri

30.  Uzmanlar, başvurucuların hiçbirinin, Bölge Tarım Kurulu nezdinde kayıtlı çiftlik hayvanlarının bulunmadığını belirtmiştir. Uzmanlar,  bununla birlikte, başvurucuların çiftlik hayvanları ile ilgili talepleri ile bağlantılı olarak, onların taleplerinden daha az bir miktara tekabül eden bir bedel önermişlerdir.

31.  Başvurucuların bu konuda, bağımsız bir delil sunamamış olmalarına karşın, Mahkeme, bu başlık altında başvuruculara uzmanlar tarafından önerilen tutarın ödenmesine hükmetmiştir. Bununla birlikte, Mahkeme, başvurucuların çiftlik hayvanlarına ve hayvan yemine ilişkin olarak ileri sürdükleri rakamları, bunlar kayıtlı olsun olmasın kabul etmiştir.
Mahkeme böylece, aşağıdaki miktarların ödenmesine karar vermiştir:
(a)  6 sığır, 20 koyun ve kışlık yem karşılığı olarak 460.000.000 TL (Ahmet Akdıvar);
(b)  7 sığır, 25 koyun ve kışlık yem karşılığı olarak 552.500.000 TL (Ali Akdıvar);
(c)  17 sığır, 60 koyun ve kışlık yem karşılığı olarak 1.035.500.000 TL (Zülfükar Çiçek);
(d)  10 sığır, 40 koyun ve kışlık yem karşılığı olarak 880.000.000 (Abdurrahman Akdıvar);
(e)  12 sığır, 35 koyun ve kışlık yem karşılığı olarak 882.500.000 (Abdurrahman Aktaş);
(f)  8 sığır, 30 koyun ve kışlık yem karşılığı olarak 605.000.000 TL (Mehmet Karabulut);
(g)  15 sığır, 45 koyun ve kışlık yem karşılığı olarak 1.112.500.000 TL (Ahmet Çiçek).

E. Diyarbakır’da yaşamanın maliyeti

32.  Başvurucular Kasım 1992 tarihinde evlerinin tahrip edilmesini müteakiben yerleştikleri Diyarbakır’da yaşadıkları konutların kira bedellerinin taraflarına ödenmesini talep ettiler. Uzman raporunda bu konu ile ilgili herhangi bir açıklama yoktur.

33.  Mahkeme, bu başlık altında da bir ödeme yapılmasını, bu başlık altında yapılan harcamaların, ana karardaki, ihlale ilişkin tespitle yakından bağlantılı olması nedeniyle gerekli görmüştür.
Mahkeme, başvurucular tarafından, Kasım 1992- Ocak 1998 tarihleri dönemine bağlı olarak talep edilen 2.000.000 TL/ ay (Abdurrahman Akdıvar 2.250.000 TL talep etmiştir) tutarındaki meblağı makul bulduğunu belirtmiştir. Ahmet Çiçek’le birlikte yaşayan Zülfükar Çiçek’in bu konuda bir talebi yoktur.
Mahkeme, 62 aylık bu süre için, aşağıdaki tutarların ödenmesine karar vermiştir:
(a)    124.000.000 TL (Ahmet Akdıvar);
(b)    124.000.000 TL (Ali Akdıvar);
(c)    139.500.000 TL (Abdurrahman Akdıvar);
(d)    124.000.000 TL (Abdurrahman Aktaş);
(e)    124.000.000 TL (Mehmet Karabulut);
(f)     124.000.000 TL (Ahmet Çiçek).

F. Özet

34.  Başvuruculara, maddi zararların karşılığı olarak ödenmesine karar verilen toplam tutarlar aşağıda belirtilmiştir. Türkiye’deki yüksek enflasyon oranı gözönünde tutularak, bu miktarlar Uzmanlar Komisyonu tarafından yapılan değerleme sonucunda (örn. 17 Eylül 1997) ulaşılan tutarın gerçek değerini koruması için, bu tutar İngiliz Sterlini’ne çevrilmiştir. Bu tarihte 1 İngiliz Sterlini 271.530 TL’ye karşılık gelmekteydi (Türk Merkez Bankası tarafından tespit edilen döviz kuru).
(a)  1.644.890.000 TL,  6,057.85 Sterlin (Ahmet Akdıvar);
(b)  1.956.644.000 TL,  7,205.99 Sterlin (Ali Akdıvar);
(c)  8.846.120.000 TL, 32,578.79 Sterlin (Zülfükar Çiçek);
(d)  4.391.575.000 TL, 16,173.44 Sterlin (Abdurrahman Akdıvar);
(e)  3.946.210.000 TL, 14,533.23 Sterlin (Abdurrahman Aktaş);
(f)  3.404.815.000 TL,  12,539.36 Sterlin (Mehmet Karabulut);
(g)  7.052.750.000 TL, 25,974.10 Sterlin (Ahmet Çiçek).

III. MANEVİ ZARAR

35.  Başvurucular, kendilerine manevi tazminat olarak 20.000’er İngiliz Sterlini verilmesini talep ettiler. Ayrıca, Sözleşme’den kaynaklanan haklarının ihlal edilmiş olması nedeniyle de, kendilerine cezai tazminat olarak 5.000 İngiliz Sterlini verilmesini talep ettiler.
36.   Hükümet, manevi zarar karşılığı tazminata hükmedilmesi durumunda, Türkiye’ye hakim olan ekonomik koşulların dikkate alınmasını talep etti. Bu bağlamda, yetişkin bir işçinin aylık asgari ücretinin yaklaşık olarak 53 İngiliz Sterlini’ne denk olduğu ileri sürüldü.

37.  Mahkeme, bu başlık altında ödenmesine hükmedilecek tazminatın, Sözleşme’nin 8., 1 No’lu Protokolün 1. ve 25. maddenin 1. fıkrasını ihlal eden fiillerin ciddiyetinin gözönünde tutularak belirlenmesi gerektiğini belirtmiştir (Bkz. ana karar, Reports 1996-IV, s. 1215, paragraf 88 ve s. 1217-1218, paragraf 106).
Mahkeme, başvurucuların her birine, 8.000 İngiliz Sterlini ödenmesine karar vermiştir.

38.  Mahkeme, cezai tazminata ilişkin talebi reddeder.

IV. MASRAF ve HARCAMALAR
A. 50. madde işlemleri

39.  Başvurucular, 50. madde uyarınca yapılan masraf ve harcamalar için 8.140 İngiliz Sterlini talep ettiler.

40.  Hükümet, bu taleple ilgili yorum yapmadı.

41.  Mahkeme, 50. madde uyarınca yürütülen işlemlerin, bu davada, karmaşık sorunların ortaya çıkmasına ve başvurucuların avukatları tarafından üç kez ayrıntılı inceleme yapılmasına neden olduğunu tespit etmiştir. Mahkeme, masraf ve harcamaların gerçek olduğunu ve gerekli olarak yapıldığını ve makul bir miktara tekabül eden bu talebin, masraf ve harcamaların bütünü ve yüklenmesi muhtemel Katma Değer Vergisi de dikkate alınarak kabul edilmesi gerektiğini belirtmiştir.

B. Ana kararda harcamalara ilişkin olarak verilen hükme riayet

42.  Başvurucular, ana kararda, harcamaların İngiliz Sterlini olarak ödenmesinin öngörülmesine karşın, Hükümetin borçlu olduğu masrafların, yetkililer tarafından başvurucular adına açılan hesaba, eşit paylar halinde olmak üzere, sadece bir kısmını ödediğini belirtmişlerdir. Ödenmesi gereken tutar, Türk Lirası olarak, ana karar alındıktan yaklaşık dört ay sonra, 13 Ocak 1997 tarihinde ödenmiştir. Sonuç olarak, masrafların devlet tarafından eksik olarak ödenmesi, başvurucuların 13 Ocak 1997 tarihinden bugüne kadar, %8’lik faiz oranı üzerinden, 5,681.89 Sterlin kaybına neden olmuştur.

43.  Hükümet, bu konuda yorum yapmamıştır.

44.   Mahkeme, Sözleşme’nin 53. maddesi uyarınca, Yüksek Akit taraflara, Mahkeme’nin taraf oldukları kararlarını uymayı üstlendiklerini belirtmiştir. Bunun ötesinde 54. madde hükmü de şöyledir:
“Mahkeme’nin kararı, bu kararın yerine getirilmesini gözetecek olan Bakanlar Komitesi’ne verilir.”
Ana kararda ödenmesine karar verilen masrafların ödenmesi konusundaki eksiklik sorunu, Mahkeme kararının, sorumlu Devlet tarafından uygun bir şekilde infazıyla ilgili bir sorundur. Sonuç olarak, bu sorun Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nce çözüme bağlanması gereken bir sorundur.

V. ESKİ HALİN İADESİ TALEBİ

45.  Başvurucular, bunun yanında, Mahkeme’nin, Hükümet’in (1) başvurucuların Kelekçi köyündeki yaşamlarını devam ettirebilmeleri için gerekli onarımları yaptırmasına; ve (2) köylerine dönmelerine engel olacak nedenleri ortadan kaldırmasına karar vermesinin, tatmin için verilecek tazminin önemli bir parçası olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Başvuruculara göre, bu konunun Mahkeme tarafından teyidi, Sözleşme hükümlerinin gelecekte ve sürekli olarak ihlalini önlenmesi ve özellikle mülklerinin de facto kamulaştırılmasına engel olmak bakımından önem taşımaktadır.

46.  Hükümet, eski halin iadesinin, bölgede hakim olan olağanüstü koşullar dikkate alındığında, uygun olmayacağını belirtmiştir. Bununla birlikte, yörede yaşayanlar kendilerini terörist zulümden korunmuş hissettiklerinde, yaşadıkları yerlere geri dönmeleri mümkün olacaktır.

47.  Mahkeme, bir ihlal olduğunu tespit eden kararların, sorumlu Hükümete, ihlali sona erdirmek ve ihlalin neden olduğu sonuçları ortadan kaldırarak, ihlalden önceki durumu yeniden sağlamak borcunu yüklediğini belirtmiştir (restitutio in integrum). Bununla birlikte restitutio in integrum’un sorumlu Devlet için mümkün olmaması halinde, Devletler Mahkeme’nin kararına nasıl uyacaklarını belirleme konusunda serbesttirler. Mahkeme bu konuda, emir ve beyanlar vermez. Kararın gereklerinin yerine getirilip getirilmediğini izlemek, Sözleşme’nin 54. maddesi uyarınca, Bakanlar Komitesi’nin görevidir (Bkz. 30 Ekim 1995 tarihli Papamichalopulos ve Diğerleri/ Yunanistan kararı (50. madde), Seri A no. 330-B, s. 58-59, paragraf 34 ve emirler için bkz. inter alia, 13 Temmuz 1995 tarihli Tolstoy Miloslavysky/ Birleşik Krallık kararı, Seri A no. 316-A, s. 82, paragraf 69-72).

VI. GECİKME FAİZİ

48.  Mahkemeye ulaşan bilgilere göre, kararın alındığı tarihte, Birleşik Krallık’ta yıllık yasal faiz oranı %8’dir.
BU NEDENLERLE, MAHKEME
1.  Bire karşı onyedi oyla, sorumlu devletin, başvurucularla bir anlaşmaya varıldığı konusundaki iddiasının reddine;
2.  Bire karşı onyedi oyla, sorumlu devletin, başvuruculara üç ay içinde, ödeme gününde Türk Lirası’na çevrilmek üzere, aşağıdaki tutarların ödemesine,
(a)  Maddi zarara ilişkin olarak:
(i)  Ahmet Akdıvar’a, 6057 (altı bin elli yedi) Sterlin, 85 (seksen beş) pence ,
(ii)  Ali Akdıvar’a, 7.205 (yedi bin iki yüz beş) Sterlin, 99 (doksan dokuz) pence,
(iii)  Zülfükar Çiçek’e, 32.578 (otuz iki bin beş yüz yetmiş sekiz) Sterlin, 79 (yetmiş dokuz) pence,
(iv)  Abdurrahman Akdıvar’a, 16.173 (on altı bin yüz yetmiş üç) Sterlin, 44 (kırk dört) pence,
(v)  Abdurrahman Aktaş’a, 14.573 (on dört bin beşyüz yetmiş üç) Sterlin, 23 (yirmi üç) pence,
(vi)  Mehmet Karabulut’a, 15.539 (on beş bin beşyüz otuz dokuz) Sterlin, 36 (otuz altı) pence,
(vii)  Ahmet Çiçek’e, 25.974 (yirmi beş bin dokuz yüz yetmiş dört) Sterlin, 10 (on) pence;
(b)  Manevi tazminat olarak, herbirine 8.000 (sekiz bin) Sterlin;

3.  Bire karşı on yedi oyla, Sorumlu Devletin başvuruculara, üç ay içinde, masraf ve harcamalar karşılığı olarak 8.140 (sekiz bin yüz kırk) Sterlin ile yüklenecek KDV’nin ödenmesine,
4.  Bire karşı on yedi oyla, yukarıda belirtilen üç aylık sürenin sona ermesinden itibaren %8’lik yıllık basit faiz oranının uygulanmasına,
5.  Başvurucuların tatmin için ileri sürdüğü diğer iddiaların reddine,
karar vemiştir.

YARGIÇ GÖLCÜKLÜ’NÜN KARŞI OYU
Ana kararda, iç başvuru yollarının tüketilmediği yönünde oy kullandığım için, Sözleşme’nin 50. maddesi uyarınca görülen bu davaya bakmaktan muafım.
AKDIVAR VE DİĞERLERİ/ TÜRKİYE DAVASI (50. MADDE)
99/ 1995/ 605/ 693     (1 NİSAN 1998) 217
KARAR 217
I. BİR ANLAŞMANIN VAROLUP OLMADIĞI 217
II. MADDİ ZARAR 218
A. EVLER 218
B. EKİLİ VE EKİLEBİLİR ARAZİ 219
C. EV EŞYALARI 220
D. ÇİFTLİK HAYVANLARI VE HAYVAN YEMLERİ 220
E. DİYARBAKIR’DA YAŞAMANIN MALİYETİ 220
F. ÖZET 221
III. MANEVİ ZARAR 221
IV. MASRAF VE HARCAMALAR 221
A. 50. MADDE İŞLEMLERİ 221
B. ANA KARARDA, HARCAMALARA İLİŞKİN OLARAK VERİLEN HÜKME RİAYET 222
V. ESKİ HALİN İADESİ TALEBİ 222
VI. GECİKME FAİZİ 223
BU NEDENLERLE, MAHKEME 223
YARGIÇ GÖLCÜKLÜ’NÜN KARŞI OYU 223

İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
SELÇUK VE ASKER / Türkiye Davası*
(12/1997/796/998-999)
24 Nisan 1998
Bu davada İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Dair Sözleşmenin (“Sözleşme”) 43. ve Mahkeme İçtüzüğü A’nın ilgili hükümleri uyarınca bir Daire olarak toplanan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, şu üyelerden oluşmuştur: Bay R. Bernhardt (Başkan), Bay F. Gölcüklü, Bay A. N. Loizou, Sir John Freeland, Bay G. Mifsud Bonnici, Bay J. Makarczyk, Bay P. Jambrek, Bay U. Lohmus, Bay E. Levits.

DAVANIN ESASI

I. DAVANIN ÖZEL KOŞULLARI

A. Giriş

8. İlk başvurucu Bayan Keje Selçuk 1939 doğumludur. Dul ve beş çocuk annesidir. Ikinci başvurucu Bay İsmet Asker 1933 doğumludur. Bayan Fatma Asker ile evli ve yedi çocuk sahibidir.

Kürt asıllı Türk vatandaşı olan başvurucuların ikisi de Haziran 1993’e kadar İslamköy’de yaşamışlar ancak bu tarihten sonra Diyarbakır’a göç etmişlerdir.

9. Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde yaklaşık olarak 1985’ten itibaren, güvenlik güçleriyle PKK (Kürdistan İşçi Partisi) üyeleri arasında ciddi çatışmalar sürmektedir. Hükümetin sağladığı en yeni verilere göre bu çatışma şimdiye dek 4036 sivilin ve 3884 güvenlik görevlisinin yaşamına malolmuştur.

Divan’ın davayı değerlendirdiği tarihte, Türkiye’nin Güneydoğu bölgesindeki on bir ilden onunda 1987’den beri süren olağanüstü hal uygulaması vardı.
10. Yaklaşık olarak 150 haneden oluşan dağınık bir topluluk olan İslamköy, olağanüstü hal bölgesi sınırları içinde yer alan Türkiye’nin güneydoğusundaki Diyarbakır iline bağlı Kulp ilçesinde dağlık bir alanda bulunmaktadır ve PKK üyelerinin kullandığı bir yola yakındır.
Bu davadaki olaylar tartışmalıdır.

B. Başvurucuların  olayları anlatımı

11. Başvurucular, Kulp Jandarma Karakol Komutanı (“KK”) Recep Cömert komutasındaki askerlerin 16 Haziran 1993 tarihinde İslamköy’deki evlerini kasten yaktıklarından ve on gün sonra dönerek kısmen Bayan Selçuk’a ait olan değirmeni yaktıklarından şikâyetçi olmuşlardır.

12. Başvurucular bundan birkaç ay önce köylülerin, İslamköy’ü terketmemeleri durumunda, PKK tarafından kullanıldığı iddia edilen bazı evlerin yıkılacağı konusunda güvenlik güçleri tarafından uyarıldığını ancak daha sonra bu tehditten vazgeçildiğini düşündüklerini belirtmişlerdir.

13. Bununla birlikte, başvuruculara göre, 16 Haziran 1993 sabahı çok sayıda asker, daha önce birkaç kez köye geldiği için “Recep” olarak bildikleri KK Cömert komutasında İslamköy’e gelmiştir.

Askerler ilk önce Bay ve Bayan Asker’in evine gitmiş, zorla içeri girmiş ve arama yapmışlar ve Asker ailesine evi boşaltmalarını söylemiş-lerdir. Ancak Bay ve Bayan Asker içeride eşyalarını ve mobilyalarını kurtarmaya çalışırken askerlerin evi yaktığını farketmişlerdir. Bay Asker, Komisyon Temsilcilerine (bkz. aşağıda paragraf 26), evin arkasında ahıra açılan bir kapıdan kaçamamış olsalardı karısının ve kendisinin boğula-bileceğini söylemiştir. Yangını söndürmeye teşebbüs eden köylüler, askerler tarafından engellenmiştir. Ev, ahır ve yiyecek stokları ile kavak ağaçlarını da içermek üzere Bay Asker’in bütün malvarlığı tamamen yok olmuşur.

14. Güvenlik güçleri daha sonra Bayan Selçuk’un evine gitmişlerdir. Bayan Selçuk’u ve onunla birlikte olan bazı komşu çocuklarını zorla dışarı çıkarmışlar, eve gaz dökerek yakmışlardır. Köylülerin yardım etmesi yine engellenmiş ve KK Cömert Bayan Selçuk’u iterek onu köyü terketmeye zorlamıştır. Bayan Selçuk o geceyi İslamköy’de bir komşunun evinde geçirmiş ve ertesi gün Diyarbakır’a kızının yanına gitmiştir.

15. Yaklaşık olarak on gün sonra, 25 Haziran 1993’te ya da bu tarih dolaylarında, askerler köye tekrar gelmişler ve Bayan Asker ile diğer üç kişinin ortak malı olan değirmeni yakmışlardır. Köyde üç evi daha yakmışlar, bunlardan ikisi harap olmuştur. Bayan Selçuk’un kayınbiraderi Bay Nesih Selçuk, Diyarbakır’a telefon ederek onu olaydan haberdar etmiştir.

16. Bay ve Bayan Asker İslamköy’ü 25 Haziran 1993’te ya da bu tarih dolaylarında terketmişler; ayrılırken yangından çıkan dumanları görmüş-lerdir. Önce Kulp’a gitmişler, Bay Asker burada Kaymakamlığa güvenlik güçlerinin neden olduğu kayıpları ortaya koyan ve tim komutanı olarak “Recep”in adını belirten bir dilekçe vermiştir. Kaymakam görünüşe göre dilekçeyi kabul ederek polise havale etmiş ancak Bay Asker dilekçesine bir yanıt alamamıştır.
O zamanki İslamköy muhtarı Bay Sait Memiş de, iddiaya göre, olaydan yaklaşık on gün sonra Kaymakamı evlerin yakıldığından haberdar etmiş ancak bunu PKK’nın yaptığını belirtmiştir.

C. Hükümetin olayları anlatımı

17. Komisyon Temsilcilerine verdiği ifadede (bkz. aşağıda paragraf 26) KK Cömert, 15 Temmuz 1991 ila 3 Ağustos 1993 tarihlerinde Kulp Merkez Jandarma Karakolu Komutanı olduğunu açıklamıştır. İslamköy’ü üç kez ziyaret etmiştir ve Bay Asker ile diğer köy sakinlerinin çoğunu tanımak-tadır. Bununla birlikte 1993’ün Haziran ayı boyunca köyü ziyaret etmemiş ve kendisine bu dönemde evlerin yandığına ilişkin bilgi gelmemiştir. Başvurucuların kendisinin adını neden vermiş oldukları konusunda düşüncesi sorulduğunda, Temsilcilere kendisi hakkında bu tür asılsız iddia-ların geçmişte gazetelerde ve bir kitapta yeraldığını anlatmıştır.

18. Hükümet, başvurucuların şikâyetlerinin başkaları tarafından uydu-rulduğunu ve onların PKK’nın baskısıyla ve ya da para elde etmek amacıyla hareket ettiklerini ileri sürmüştür.

Hükümet, başvurucuların evlerinin ve malvarlıklarının, köylüler genel olarak güvenlik güçleriyle iyi ilişkiler içinde oldukları için bölgede Devlet’in yerine geçme iddiasında olan PKK tarafından bir ceza ve uyarı olarak tahrip edildiğini belirtmiştir. Özellikle iki başvurucu hükümet karşıtı eylemlere karışmamış, yasalara uyan yurttaşlardır. Söz konusu olayların gerçekleştiği tarihte Bay Asker’in oğlu, PKK’nın bölge halkını kaçınmaya zorladığı askerlik görevini yapmaktaydı ve Bayan Selçuk’un oğullarından biri orduda görevlidir, diğeri de devlet memurudur.

19. Hükümet, Bayan Selçuk’un değirmeninin yakıldığı konusunda şüphelidir ancak böyle bir şey olsa bile bunun güvenlik güçleri tarafından yapıldığını reddetmektedir.

20. Hükümet bundan başka Bay Asker’in, alındığına dair bir belge ortaya koyamaması ve böyle bir dilekçenin kayıtlarda yer almaması nede-niyle, Kulp Kaymakamlığına herhangi bir dilekçeyle başvurduğunu kabul etmemiştir.

D. Yerel makamlar önünde yapılan işlemler

21. 15 Nisan 1994’te Komisyon’un başvuruları Hükümet’e bildirmesinin ardından, anlaşıldığı kadarıyla Adalet Bakanlığı (Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü) Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı ile bağlantıya geçmiş, Başsavcılık başvurucuların herhangi bir şikâyette bulu-nup bulunmadıklarının araştırılması ve böyle bir şikâyette bulunmamışlar-sa soruşturma başlatılmasını emreden bir yazıyı 4 Mayıs 1994’te Kulp Cumhuriyet Savcılığı’na göndermiştir.

22. Başvurucuların herhangi bir dilekçesine rastlanmadığından Kulp Cumhuriyet Savcısı 1994/57 sayılı dosyada soruşturma açmıştır. 11 Mayıs 1994’te Kulp jandarmasından, başvurucuların nerede olduklarının araştırıl-masını ve mümkün olan en kısa sürede kendisiyle görüşmeye gelmeleri için çağrılmalarını talep etmiş ve 18 Mayıs 1994’te Kaymakamlığa yazarak Bay Asker tarafından verilen bir dilekçenin olup olmadığını sormuştur. Kaymakam adına Jandarma Yüzbaşı Ali Ergülmez tarafından gönderilen 26 Mayıs 1994 tarihli yazıda, kayıtların incelenmesinden Bay Asker tarafından yapılmış bir şikâyetin olmadığının anlaşıldığı belirtilmiştir.

23. Bay Asker 20 Haziran 1994’te, Bayan Selçuk da 21 Haziran 1994’te Cumhuriyet Savcısına ifade vermiştir.

24. 18 Ağustos 1994’te Cumhuriyet Savcısı, Bölge Jandarma Komutanın-dan 16 Haziran 1993’te İslamköy’de KK Cömert komutasında bir operasyon yapılıp yapılmadığı ve başvurucuların evlerinin bu birimler tarafından yakılıp yakılmadığı konusunda derhal bilgi verilmesi talebinde bulun-muştur.
Komisyon’a ulaştırılan soruşturma dosyasındaki belgelerde bu araştırmaya ilişkin bir yanıt bulunmamaktadır. Aynı biçimde, bu dosyaya göre yakma olaylarını gerçekleştirdikleri iddia edilen faillerin ya da olaylara tanıklık edebilecek diğer köylülerin ifadelerinin alınmadığı anlaşılmaktadır.

25. 30 Kasım 1994’te Cumhuriyet Savcısı Bay Erdal Yatmış takipsizlik kararı vererek, konunun güvenlik güçleri ile PKK arasındaki yoğun bir çarpışma sırasında 1993’ün kış aylarında meydana gelen mülke zarar verme iddialarıyla ilgili olduğunu ve güvenlik güçleri bu sırada idari görevlerini yerine getirdiğinden soruşturma yetkisinin İdare Kurulu’nda (bkz. aşağıda paragraf 44) bulunduğunu belirtmiştir. Bu karar gereğince dosya 30 Kasım 1994’te Kulp Kaymakamlığına gönderilmiştir.

E. Komisyon’un olaylar hakkındaki bulguları

26. Komisyon tarafların yardımıyla bir soruşturma yürütmüş ve yazılı tanık beyanları ile söz konusu döneme ilişkin Kulp jandarmasının görev çizelgelerini de içeren yazılı delilleri kabul etmiştir. Komisyon’un üç Temsilcisi, Şubat 1996’da Ankara’da başvurucular, Bay Asker’in karısı ve Bayan Selçuk’un kayınbiraderi ve İslamköy’ün ya da komşu mezraların eski sakinleri olan diğer beş kişi (Necmettin Korkmaz, Tevfik Karaaslan, Sait Memiş, Celal Şeker ve Şah Şimşek) ve Çavuş Cömert’ten oluşan on tanığın sözlü ifadelerini dinlemiştir. Ayrıca Komisyon sekreteryasının ve Temsilci-lerin yineledikleri taleplere karşın Hükümet, güvenlik güçlerinin Haziran 1993’te Kulp bölgesindeki etkinlikleriyle ilgili tüm kayıtları vermekten kaçınmıştır.
Sözlü delillerle ilgili olarak Komisyon, çevirmenler aracılığıyla (bazı durumlarda Kürtçeden Türkçeye ve Türkçeden İngilizceye) sözlü olarak elde edilen delilleri değerlendirmedeki güçlüğün farkında olmuştur. Bu nedenle Komisyon, Temsilcileri karşısına çıkan tanıkların sözlerine verilecek anlam ve önem konusunda özenli bir dikkat göstermiştir. Yazılı ve sözlü deliller açısından Komisyon, başvurucuların ve tanıkların kültürel koşul-larının kaçınılmaz olarak tarihlerin ve diğer ayrıntıların (özellikle sayısal ayrıntıların) kesinliğini engellediğinin farkında olmuş ve bunun tek başına tanıklığın geçerliliğini olumsuz etkilediğini düşünmemiştir.
Komisyon’un olaya ilişkin bulguları şöyle özetlenebilir:

27. 16 Haziran 1993 tarihinde sabahın erken saatlerinde İslamköy köyüne büyük bir jandarma kuvveti gelmiştir. Bunların KK Cömert komu-tasındaki bir kısmı Bay Asker’in evine gitmiştir. Ev yakılmış ve bu, evin ve içindekilerin büyük bölümünün harap olmasına yol açmıştır. Bay ve Bayan Asker malvarlıklarını kurtarmaya teşebbüs ederek evin içine girmişlerdir: bu olay ya jandarmalar gaz dökerek evi yaktıkları sırada ya da hemen önce olmuştur. Evin Asker ailesi içerdeyken yakıldığı saptanamamıştır. Köylüler ne olduğuna bakmak için gelmişler ve yangını söndürmeye çalışmaları engellenmiştir.

28. Aralarında KK Cömert’in de bulunduğu bir grup jandarma daha sonra Bayan Selçuk’un evine yönelmiştir. Bayan Selçuk’un itirazlarına rağmen evine gaz dökülmüş ve ya KK Cömert tarafından ya da onun emri üzerine ev yakılmıştır. Aralarında Komisyon Temsilcilerine ifade veren iki kişinin de bulunduğu köylülerin yangını söndürmeleri engellenmiştir. Bayan Selçuk’un evi ve evin içindekiler tamamen yok olmuştur.

29. Bay ve Bayan Asker köyü terketmişler ve yaklaşık on gün sonra geri dönmüşlerdir. Bayan Selçuk bir ya da birkaç geceyi köyde geçirmiş ve daha sonra kız kardeşinin yanında kalmak üzere Diyarbakır’a gitmiştir.

30. 26 Haziran 1993’te ya da bu civarlarda bir jandarma kuvveti İslamköy’e gelmiştir. Jandarmalar köyün yakınındaki yolda ve köyde görülmüşlerdir. İslamköy’de bir çayın üzerine kurulu Bayan Selçuk ve diğerlerine ait olan değirmen yakılmış ve yıkılmıştır. Bunlar olurken KK Cömert değirmende jandarmalarla birlikte görülmüştür.

31. Bay Asker evinin harap edilmesini bir dilekçe vererek Kulp Kaymakamlığına şikâyet etmiştir. Buna yanıt olarak herhangi bir girişimde bulunulmamıştır.

32. Bu olayların ardından Bayan Selçuk ve Bay ve Bayan Asker sürekli olarak oturmak üzere Diyarbakır’a gitmişlerdir. İslamköy, artan PKK eylemleri nedeniyle 1994 yılı sonunda tamamen terkedilmiştir.
II. İLGİLİ İÇ HUKUK VE UYGULAMA

A. İdari sorumluluk
33. Türk Anayasasının 125. Maddesine göre:

“İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.
(…)
İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.”

34. Bu hükmün sıkıyönetim ya da savaş durumunda bile herhangi bir istisnası bulunmamaktadır. Hükmün ikinci kısmındaki koşul, sorumluluğu “sosyal risk” teorisi olarak adlandırılan ve kollektif sorumluluk esasına dayanan, mutlak ve nesnel bir nitelik taşıyan idarenin kusurunun varlığını gerektirmemektedir. Bu nedenle idare, Devlet’in kamu düzeni ve güven-liğini sağlama ya da kişi yaşamını ve mülkiyeti koruma görevini yerine getirmediğinin söylenebildiği durumlarda, bilinmeyen kişilerce ya da teröristlerce gerçekleştirilen eylemlerden zarar görenlerin zararını karşıla-malıdır.

35. İdari sorumluluk ilkesi 25 Ekim 1983 tarih ve 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanununun ek 1. Maddesinde yansıtılmaktadır. Buna göre,
“… bu yasanın verdiği yetkilerin kullanılmasından kaynaklanan tazminat  davaları idareye karşı idare mahkemelerinde açılır.”

B. Cezai sorumluluk
36. Türk Ceza Yasasına göre,
– hukuka aykırı olarak kişiyi hürriyetinden mahrum etmek (179. Maddeye göre genel olarak, 181. Maddeye göre memurlar yönünden),
– kişiyi zor kullanarak ya da tehdit ederek bir eylemde bulunmaya ya da bulunmamaya mecbur etmek (188. Madde),
– tehdit (191. Madde),
– kişinin evini hukuka aykırı bir şekilde aramak (193. ve 194. Maddeler),
– kundakçılık (369., 370., 371., 372. Maddeler) ya da kişinin hayatı tehlikeye sokulmuşsa mevsuf kundakçılık (382. Madde),
– tedbirsizlik, dikkatsizlik ya da deneyimsizlik nedeniyle taksirle yangın çıkmasına neden olma (183. Madde),
– başkasının malına kasten zarar verme (516 ve devamı Maddeler) suç sayılmıştır.

37. Ceza Yargılaması Yasasının 151. ve 153. maddeleri uyarınca bu suçlara ilişkin şikâyetler (ihbarlar) Cumhuriyet Savcılarına ya da yerel idari makamlara yapılabilir. Cumhuriyet Savcısının ve polisin kendilerine ihbar edilen suçlarla ilgili soruşturma yapma görevleri vardır ve Ceza Yargılaması Yasasının 148. Maddesine göre ceza davası açılmasına Cumhuriyet Savcısı karar verir. Şikâyetçinin, Cumhuriyet Savcısının cezai takibatın başlatıl-maması (kamu davası açılmaması) kararına karşı bir başvuru yapma olanağı bulunmaktadır.

38. İşlenen fiillerin zanlılarının askeri personel olması durumunda, bunlar Askeri Ceza Yasasının 86. ve 87. Maddeleri uyarınca hareket etmemişlerse haklarında ayrıca büyük bir zarara yol açma, kişi yaşamını tehlikeye düşürme ya da mala zarar verme nedeniyle soruşturma açılabilir. Bu koşullarda ilgili kişiler (asker olmayan) tarafından, Ceza Yargılaması Yasasına göre yetkili makamlar ya da zanlının hiyerarşik üstü önünde takibat başlatılabilir (353 sayılı Askeri Mahkemelerin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasanın 93. ve 95. Maddeleri).

39.  Suç işlediği iddia edilen kişinin devlet memuru olması durumunda, soruşturma yapılabilmesi için yerel idari kurullardan (İl İdare Kurulu) izin alınması gerekir. Bu kurulun kararlarına Danıştay’da itiraz edilebilir; son soruşturmanın yapılmamasına ilişkin karar kendiliğinden incelenir.

C. Tazminata ilişkin hükümler

40. Devlet memurlarının suç ya da haksız fiil oluşturan hukuka aykırı fiillerinden doğan maddi ya da manevi zararların giderilmesi (genel) adli mahkemeler önünde talep edilebilir.

41. İdareye karşı, yazılı yargılama yöntemi izlenen idari mahkemeler önünde dava açılabilir.

42. Terörist şiddetten kaynaklanan zarar, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonundan karşılanabilir.

D. Olağanüstü hal önlemlerine ilişkin hükümler

43. 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu (25 Ekim 1983) ve özellikle 424 ve 425 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerle değiştirilen 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ve 430 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Olağanüstü Hal Bölge Valisine geniş yetkiler tanınmıştır.

44. 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının (1991), olağanüstü hal uygulanan bölgeler yönünden, uygulanma biçimini değiştirmiş ve güvenlik güçleri üyeleri hakkında takibat yapma yetkisini Cumhuriyet Savcılarından alarak yerel idare kurullarına vermiştir. Komisyon’a göre, bu kurullar devlet memurlarından oluşmaktadır ve kolaylıkla güvenlik güçlerinin amiri konumundaki Bölge Valisi ya da İl Valilerinin etkisi altında kalabilecekleri nedeniyle olduğu gibi hukuk bilgilerinin eksikliği nedeniyle de eleştirilebilirler.

45. 16 Aralık 1990 tarih ve 430 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 8. Maddesine göre,
“Bu Kanun Hükmünde Kararname ile İçişleri Bakanına, Olağanüstü Hal Bölge Valisine ve olağanüstü hal bölgesi dahilindeki il valilerine tanınan yetkilerin kullanılması ile ilgili her türlü karar ve tasarruflarından dolayı bunlar hakkında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz. Kişilerin sebepsiz uğradıkları zarardan dolayı Devletten tazminat talep etme hakları saklıdır.”

Başvuruculara göre, bu Madde Valilere yargısal bağışıklık tanımak-tadır ve Bölge Valisinin köylerin geçici ya da daimi olarak boşaltılması, ikâmet sınırlamaları getirme ve insanları diğer bölgelere nakletme yetki-lerini güçlendirmektedir. Terörizme karşı verilen mücadelenin doğurduğu zararın bir “sebebi” olacaktır ve bu nedenle bu konuda dava açılama-yacaktır.

KOMİSYON ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER

46. Komisyon’a 15 Aralık 1993’te sunulan başvurularında (no. 23185/94 ve 23185/94) başvurucular, Sözleşmenin 3, 5, 6, 8, 13, 14 ve 18. Maddelerine ve 1 numaralı Protokolün 1. Maddesine dayanarak, evlerinin 16 Haziran 1993’te ya da bu tarih dolaylarında Devletin güvenlik güçleri tarafından yakıldığından ve bu nedenle köylerini terketmeye zorlandıklarından şikâyetçi olmuşlardır. İlk başvurucu (Bayan Selçuk), ayrıca, kısmen sahibi olduğu değirmenin 26 Haziran 1993’te ya da bu tarih dolaylarında güvenlik güçleri tarafından tahrip edildiğinden şikâyetçi olmuştur. İkinci başvurucu, ek olarak, evine yapılan saldırı sırasında, Sözleşmenin 2. Maddesi ihlal edilerek, yaşamının tehlikeye sokulduğunu iddia etmiştir.

47. Komisyon Bayan Selçuk’un başvurusunun kabul edilir olduğunu 3 Nisan 1995’te, Bay Asker’in başvurusunun kabul edilir olduğunu 28 Kasım 1994’te beyan etmiştir. İki başvuruyu 8 Mart 1996’da birleştirmiştir. 28 Kasım 1996 tarihli raporunda (Madde 31) aşağıdaki görüşü belirtmiştir:
(a) Sözleşmenin 8. Maddesi ihlal edilmiştir (oybirliğiyle);
(b) 1 Numaralı Protokolün 1. Maddesi ihlal edilmiştir (oybirliğiyle);
(c) Sözleşmenin 3. Maddesi ihlal edilmiştir (bire karşı yirmi yedi oyla);
(d) ikinci başvurucu açısından Sözleşmenin 2. Maddesi ihlal edilmemiştir  (oybirliğiyle);
(e) Sözleşmenin 5/1. Maddesi ihlal edilmemiştir (oybirliğiyle);
(f) Sözleşmenin 6/1. Maddesi ihlal edilmiştir (ikiye karşı yirmi altı oyla);
(g) Sözleşmenin 13. Maddesi ihlal edilmiştir (ikiye karşı yirmi altı oyla);
(h) Sözleşmenin 14. Maddesi ihlal edilmemiştir (oybirliğiyle);
(i) Sözleşmenin 18. Maddesi ihlal edilmemiştir (oybirliğiyle).
Komisyon görüşünün ve iki ayrı görüşün tam metnini içeren rapor bu kararın eki olarak yayınlanmıştır.

MAHKEME’YE SON SUNUŞLAR

48. Hükümet, dilekçesinde ve sözlü duruşmada, Mahkeme’den başvuruların, geçerli olarak yapılmadığı ve iç hukuk yolları tüketilmediği için kabul edilmez olduğunun ya da alternatif olarak bu davada, başvurucuların iddiaları Komisyon temsilcilerinin dinlediği ifadelerle doğrulanmadığı için, Sözleşmenin ihlal edilmediğinin beyan edilmesini talep etmiştir.

49. Başvurucular, her biri kendi açısından, Mahkeme’den Sözleşmenin 3, 6, 8, 13, 14 ve 18. Maddelerinin ve 1 numaralı Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiğinin kabul edilmesini ve Sözleşmenin 50. Maddesine göre hakkaniyete uygun bir tazminata hükmedilmesini talep etmişlerdir.

KARAR

I. OLAYLARIN SAPTANMASI

50. Hükümet Komisyon’un bulgularına, özellikle de kendi Temsilcileri tarafından Ankara’da alınan ifadelere (bkz. yukarıda paragraf 26) ilişkin değerlendirmesine itiraz etmiştir. Sunuşunda, Bay Asker ve karısının ve Bayan Selçuk ve kayınbiraderinin Mahkeme’nin vereceği bir tazminat kararından kazanç sağlamayı beklemelerinin yanısıra PKK’nin misilleme-sinden korkmaları nedeniyle, bunların tanıklıklarının büyük bir kuşkuyla karşılanması gerektiğini belirtmiştir. Davada maddi çıkarı olmayan tanıkların yalnızca Bay Korkmaz, Bay Karaaslan, Bay Memiş, Bay Şeker ve Bay Şimşek olduğuna işaret etmiştir. Bunların, ifadesi çelişkilerle dolu olan ve güvenilmez görünen Bay Korkmaz dışında, hepsi de Temsilcilere başvurucuların evlerinin başvurucuların iddia ettiği gibi Devlet tarafından değil PKK tarafından tahrip edildiğini söylemişlerdir. Hükümet ayrıca, Komisyon’a vermiş olduğu Kulp jandarmasının söz konusu tarihlere ilişkin görev çizelgesinin, jandarmaların köye herhangi bir ziyarette bulunduğunu göstermediğine işaret etmiştir.

51. Başvurucular Hükümet’in, başvurucuların ve tanıklarının verdikleri ifadelerdeki çelişkileri ortaya koyarken çok seçici davrandığını belirtmiş-lerdir. Başvurucular Mahkeme’ye, evleri PKK’nın yaktığını ifade eden dört köylünün hiç birinin de söz konusu olaylar sırasında gerçekten köyde bulunmadığını anımsatmışlardır. Bundan başka, bunların tanıklıkları, diğer yönlerden, Hükümet’in beşinci tanığı Çavuş Cömert’in ifadesiyle bağdaş-mamaktadır.

52. Duruşma sırasında Temsilci, Komisyon’un, Hükümet’in delillere ilişkin olarak ileri sürdüğü şeylerin tümüne raporunda karşılık verdiğini ve dikkatli ve ayrıntılı bir değerlendirme yaparak gerçekleşmiş olduğunu kabul ettiği çeşitli olayların kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlandığı sonucuna vardığını vurgulamıştır.

53. Mahkeme, içtihatlarına göre, olayların saptanması ve doğruluk-larının kanıtlanmasının aslen Komisyon’un görevi olduğunu tekrar eder (Sözleşmenin 28/1 ve 31. Maddeleri). Mahkeme Komisyon’un olaylara ilişkin bulgularıyla bağlı olmayıp önündeki davayla ilgili malzeme ışığında kendi değerlendirmesini yapmakta serbest olmakla birlikte, bu alandaki yetkilerini yalnızca ayrıksı durumlarda kullanacaktır. Bu tür ayrıksı durumlar özellikle Mahkeme’nin, Komisyon’un ulaştığı sonuçları dayan-dırdığı delilleri dikkatle inceledikten sonra olayların kuşkuya yer bırakma-yacak biçimde kanıtlanmamış olduğuna hükmetmesiyle ortaya çıka-bilecektir (bkz. 28 Kasım 1997 tarihli Menteş ve Diğerleri / Türkiye Kararı, Reports of Judgments and Decisions 1997-…, s. …, paragraf 66).

54. Mahkeme, Komisyon raporundaki bulguları ve Komisyon’un vardığı sonuçları dayandırdığı, esasen Ankara’da yapılan duruşmaların (tanıkların dinlenmesinin) transkriptlerinden oluşan (bkz. yukarıda paragraf  26), delilleri bu davada bu tür ayrıksı durumların gerçekleşip gerçekleşmediğine karar vermek amacıyla incelemiştir.

55. Bu bağlamda Mahkeme, Komisyon Temsilcilerinin başvurucuları ve diğer tanıkları, ifade verirken ve Temsilcilerin kendilerinin sordukları ve Hükümet ve başvurucuların avukatlarının yönelttikleri soruları yanıtlarken görme ve dinleme olanağına sahip olmalarının özel bir öneminin olduğunu kabul eder. Mahkeme, Komisyon’un başvurucuların hal ve tavırlarını inandırıcı ve samimi bulduğunu belirtir (bkz. Komisyon Raporu, paragraf 149).
Mahkeme, bundan başka, Komisyon’un delilleri değerlendirirken, dil ve kültür farklılıklarının yarattığı engeller ve muhtemelen önemli tanıklık ve delillerin yokluğu gibi (bkz. yukarıda paragraf 26), görevinin içerdiği zorlukları göz önünde tuttuğuna kanaat getirmiştir.

56. Mahkeme, Hükümet’in başvurucuların ve tanıklarının ifadelerin-deki bağdaşmazlık ve çelişkelere ilişkin iddialarını göz önünde bulundur-muştur. Mahkeme, Komisyon’un raporunda Hükümet’in kuşkularına sırasıyla karşılık vermiş olduğunu (bkz. Komisyon raporunun 150-166. paragrafları) belirtir. Davadaki delilleri inceleyen Mahkeme, özellikle yukarıda belirtildiği gibi Temsilcilerin sözlü tanıklığı ilk elden dinleme avantajına sahip olduklarını dikkate alarak, Komisyon’un değerlen-dirmesini ve vardığı sonuçları makul ve geçerli bulmuştur.
57. Yukarıda açıklananlar ışığında Mahkeme, Komisyon tarafından ortaya konulan, ve Mahkeme’nin kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlanmış olduğuna hükmettiği olayları (bkz. yukarıda paragraf 27-32) kabul eder.

II. HÜKÜMET’İN İLK İTİRAZLARI

A. Başvuruların geçersizliği

50. Hükümet, Komisyon’a yapılan başvuruların gerçekten ve serbestçe Bayan Selçuk ve Bay Asker tarafından yapılmadığını, bunların yerine başkaları tarafından siyasal dürtülerle yapıldığını ileri sürmüştür. Bunu desteklemek için, inter alia, Bayan Selçuk’un Komisyon Temsilcilerine Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’ne (“İHD”) şikâyet için değil yalnızca yardım almak için gittiğini anlatmasına ve orada (Bayan Selçuk’un) beyanını aldığı tahmin edilen avukatın adını anımsamamasına atıfta bulunmuştur. Bay Asker’in İHD ile ilgili olarak anlattıklarında da benzer sorunlar ortaya çıkmaktadır.

59. Başvurucuların temsilcisi, müvekkillerinin her ikisinin de geçerli vekaletnameler imzalamış olduklarını ve şikâyetleri hakkında çapraz sorgu yapılması için Komisyon Temsilcileri önüne çıkmak da dahil olmak üzere Strasbourg yargılama sürecine tamamen katıldıklarını söylemiştir.

60. Komisyon, İHD tarafından sunulan yazılı dilekçelerdeki açık yanlış-lar ve farklılıklara rağmen, başvurucuların şikâyetlerinin esasını Temsilciler önünde ileri sürmeleri ve bu sürece katılmakta hiçbir tereddüt ve isteksizlik göstermemeleri nedeniyle başvuruların geçerli ve gerçek olduğunu kabul etmiştir.

61. Mahkeme Komisyon’un yukarıdaki kanaatini göz önünde tutar ve, bundan başka, her iki başvurucunun da Mahkeme önündeki yargılamada yer alma isteklerini gösteren ve kendilerini temsil edecek avukatları belirle-yen formları imzaladıklarını dikkate alır. Bu koşullarda Mahkeme, Komisyon’a yapılan başvuruların geçerli olduğundan ve gerçekten Sözleşmenin 25. Maddesinde yer alan bireysel başvuru hakkının kullanıl-masını ifade ettiğinden kuşku duymak için bir neden görmemektedir.

B. İç hukuk yollarının tüketilmemiş olması

62. Hükümet, Bay Asker’in, bu yöndeki iddialarına rağmen, Kaymakam’a bir şikâyette bulunmuş olamayacağını çünkü böyle bir şey yapmış olsaydı şikâyetinin kayıtlara geçirileceğini ve kendisine bir kayıt numarası ve kabul belgesi verileceğini ancak Bay Asker’in bunlardan hiçbirini ortaya koyamadığını iddia etmiştir. Gerçekte, medeni hukuk ve ceza hukuku başvuru yollarının varolmasına karşın başvurucuların hiçbiri de Sözleşmeden kaynaklanan şikâyetlerini yerel makamlar önünde ileri sürme teşebbüsünde bulunmamıştır.
Kamu görevlilerinin mala verdikleri zararlar nedeniyle Devlet’in tazminle sorumlu olacağına ilişkin olarak verilmiş birçok karar bulunmak-tadır. Hükümet, örnek olarak, terkedilmiş evinin askerlerce yakılması nedeniyle Van İdare Mahkemesinin tazminata hükmettiği Nizamettin Ağırtmış davasını (27 Aralık 1996, Esas no. 1993/427, Karar no. 1996/771) göstermiştir.
Hükümet, başvurucuların Sözleşmenin 26. Maddesi gereğince iç hukuk yollarını tüketmek için kendilerinden beklenebileceklerin hiçbirini yapmadıkları sonucuna ulaşmıştır.

63. Başvurucular, hem Bay Asker’in hem de Bay Memiş’in evler yakıldıktan yaklaşık on gün sonra Kaymakamı haberdar ettiğini (bkz. yukarıda paragraf 15) ileri sürmüşlerdir. Bay Asker’in dilekçesine herhangi bir yanıt gelmediğinden Bayan Selçuk kendisi için dilekçe vermenin işe yarayabileceğini düşünmemiştir. Bundan başka, kendilerininkiyle benzer şikâyetler açısından iç hukuk yollarının genellikle etkili olmadığını iddia etmişlerdir.

64. Komisyon, kabul edilirliğe ilişkin kararlarında (bkz. yukarıda paragraf 47) Hükümet’in Bay Asker’in başvurusunun kabul edilebilirliğine ilişkin bir değerlendirmede bulunmadığını belirtmiştir. Bu nedenle, Komisyon’un bu koşullardaki olağan uygulaması uyarınca, başvurunun iç hukuk yolları tüketilmediği için kabul edilmez olduğu beyan edilemez.
Bayan Selçuk’un davasında Komisyon, Hükümet’in başvuru yollarına ilişkin genel bir şema vermekle birlikte bu yolların başvurucu-larınkiyle kıyaslanabilir durumlardaki işleyişine ilişkin somut örnekler sunmamış olması nedeniyle Bayan Selçuk’un tüketmesi gereken etkili bir başvuru yolunun bulunmadığına karar vermiştir.
65. Mahkeme, Sözleşmenin 26. Maddesinde anılan iç hukuk yollarının tüketilmesi kuralının, davalarını devlete karşı bir uluslararası yargı organı ya da hakem önüne getirmek isteyenlere, öncelikle ulusal hukuk sisteminin sağlamış olduğu başvuru yollarını kullanma yükümlülüğü getirdiğini anımsatır. Bununla birlikte, 26. Maddeye göre yetersiz ya da etkisiz hukuksal yollara başvurma yükümlülüğü bulunmamaktadır. Ayrıca, “uluslararası hukukun genel kabul gören kuralları”na göre, başvurucuyu kullanabileceği iç hukuk yollarını tüketme yükümlülüğünden kurtaran bazı özel durumlar olabilir; bunlardan biri, ulusal makamların, Devlet görevlilerinin kötü muamelede bulunduğu ya da zarar verici davranışlarda bulunduğuna ilişkin ciddi iddialara yanıt olarak yardımda bulunmaması ya da soruşturma başlatmamasıdır (bkz. 16 Eylül 1996 tarihli Akdıvar ve Diğerleri / Türkiye kararı, Reports-IV, s. 1210-1211, Paragraf 65-69 ve yukarıda 53. paragrafta anılan Menteş ve Diğerleri kararı, s. …, paragraf 57).

66. İç hukuk yollarının tüketilmesi kuralının uygulanmasında, bunun Sözleşmeci Tarafların kurmayı kararlaştırdıkları insan haklarını koruma mekanizması bağlamında uygulanması gerektiği göz önüne alınmalıdır. Bu nedenle Mahkeme, 26. Maddenin bir dereceye kadar esnek ve katı bir biçimcilikten uzak olarak uygulanması gerektiğini kabul etmiştir. Bu kural mutlak ya da doğrudan (automatically) uygulanabilir nitelikte değildir. Buna uyulup uyulmadığı değerlendirilirken, asıl olan her davanın özel koşullarının dikkate alınmasıdır. Bu, Mahkeme’nin, diğerlerinin yanısıra, başvurucu ya da başvurucuların kişisel durumlarından başka, başvuru yollarının işlediği genel hukuksal ve siyasal ortamın gerçekçi bir değerlen-dirmesini de hesaba katması anlamına gelir (bkz. yukarıda anılan Menteş ve Diğerleri kararı, s. …, paragraf 58).

67. Bu nedenlerle bu davada Mahkeme’nin, başvurucuların şikâyetçi oldukları olayların gerçekleştiği dönemde Türkiye’nin güneydoğusundaki, güvenlik güçleriyle PKK arasındaki şiddetli çatışmalarla belirlenen durumu göz önünde bulundurmak zorundadır (ibid). Mahkeme’nin daha önce de belirtmiş olduğu gibi böyle bir durumda, adaletin gerektiği gibi işlemesinin önüne engeller çıkabilir (bkz. yukarıda anılan Akdıvar ve Diğerleri Kararı, s. 1211-1212, paragraf 70).

68. Mahkeme, yukarıda anılan Menteş ve Diğerleri Kararında yer alan (s. …, paragraf 59) köylerin yıkılması sorununun boyutlarına rağmen güvenlik güçlerinin mülke kasten zarar verdiği iddialarıyla ilgili olarak tazminata hükmedildiğine ya da bu iddialar nedeniyle güvenlik güçleri üyeleri hakkında takibat yapıldığına dair hiçbir örnek bulunmadığı ve yetkililerde güvenlik güçlerince böyle bir eylemin yapıldığını kabul etmede genel bir isteksizlik görüldüğü kanaatini anımsatır.
Bu davadaki savunmasında Hükümet, Nizamettin Ağırtmış davasına atıfta bulunmuştur (bkz. yukarıda paragraf 62). Bununla ilgili olarak Mahkeme, kendisine davanın kısa bir özetinin sunulduğunu, bundan da Bay Ağartmış’ın evinin, ev terkedilip köy boşaltıldıktan sonra güvenlik güçlerince yakılması nedeniyle tazminat aldığı anlaşılmaktadır. Bu olaylar davayı şu anki şikâyetlerden ayıracak niteliktedir ve bundan başka Mahkeme’ye verilen bilgiye göre, Bay Ağartmış’ın davasının başvurucuların iddia ettiği gibi güvenlik güçleri tarafından yapılan kasti bir eylemle mi yoksa dikkatsizlik sonucu yapılan bir eylemle mi ilgili olduğu açık değildir.
Yukarıda açıklananlar ışığında Mahkeme, bu tek davanın başvu-rucularınki gibi şikâyetler açısından etkili ve ulaşılabilir iç hukuk yollarının varlığını yeterli kesinlikte gösterdiğini kabul etmemektedir (bkz., mutatis mutandis, 26 Aralık 1997 tarihli Sakık ve Diğerleri / Türkiye Kararı, Reports-…, s. …, paragraf 53).

69. Mahkeme’nin sabit olduğunu kabul ettiği şu anki davadaki olaylara (bkz. yukarıda paragraf 57) gelindiğinde Mahkeme, Bay Asker’in Kulp Kaymakamına evinin yıkılmasını şikâyet eden bir dilekçe verdiğini (bkz. yukarıda paragraf 31) anımsatır. Bunun dışında, Komisyon’un başvuruları Hükümet’e bildirdiği Mayıs 1994’e kadar Devlet makamları tarafından herhangi bir soruşturma dosyası açılmamıltır (bkz. yukarıda paragraf 21-22). Ayrıca, Mahkeme’ye ulaşan bilgiye göre açılan soruşturmanın çok sınırlı olduğu (bkz. yukarıda paragraf 22-24) ve henüz tamamlanmadığı anlaşılmaktadır.

70. Mahkeme, başvurucular Kaymakama verilen dilekçeden bir sonuç çıkmaması nedeniyle ulusal yasal yollardan zararlarının giderimini istemeye teşebbüs etmenin kendileri için anlamsız olduğu kanısını edinmişlerse bunun anlaşılabilir olduğunu kabul eder (bkz., mutatis mutandis, 18 Aralık 1996 tarihli Aksoy / Türkiye Kararı, Reports 1996-VI, s. 2277, paragraf 56). Bu bağlamda, evlerinin yıkılmasından kaynaklanan karmaşıklık ve güvensizlik duyguları da bununla bağlantılıdır (bkz. yukarıda anılan Menteş ve Diğerleri Kararı, s. …, paragraf 59).
71. Bu nedenlerle Mahkeme, başvurucuları iç hukuk yollarını tüketme yükümlülüğünden kurtaran özel durumların varolduğunu kabul eder (bkz. yukarıda anılan Akdıvar ve Diğerleri Kararı, s. 1213-1214, paragraf 76-77). Mahkeme, Hükümet’in iç hukuk yollarının tüketilmediği ilk itirazının reddedilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.
Yukarıda anılan Akdıvar Kararı gibi bu karar da şu anki davanın özel koşullarıyla sınırlıdır ve Türkiye’nin bu bölgesinde hukuk yollarının etkisiz olduğu ya da başvurucuların 26. Madde uyarınca varolan ve işleyen hukuk yolları mekanizmasına başvurma yükümlülüğünden kurtuldukları gibi genel bir beyan olarak yorumlanamaz.

III. ESAS

A. Sözleşmenin 3. Maddesinin ihlal edildiği iddiası

72. Başvurucular evlerinin yıkılması ve köylerinden çıkarılmalarına ilişkin koşullara atıfta bulunarak Sözleşmenin 3. Maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir. Sözleşmenin 3. Maddesine göre:

“Hiç himse, işkenceye, insanlıkdışı ya da onur kırıcı muamele veya cezaya  maruz bırakılamaz.”

73. Hükümet, söz konusu tarihlerde köyde herhangi bir güvenlik operasyonunun yapıldığını reddetmiş ve evlerin PKK’lı teröristler tarafından yakıldığını ileri sürmüştür (bkz. yukarıda paragraf 18 ve 19). Bu nedenle Devlete isnat edilebilecek 3. Maddenin ihlali mevcut değildir.

74. Komisyon, başvurucuların kendileri oradayken evlerinin yakılma-sının, güvenliklerine ve esenliklerine hiç aldırmadan, onları kişisel eşyalarından mahrum eden ve yardım ve barınaktan yoksun bırakan şiddet ve kasti yıkma fiilleri olduğunu kabul etmiştir. Komisyon özellikle Bay Asker’in yaşını ve dermansızlığını ve evinin yakılmasını çevreleyen, eşyalarını kurtarmaya çalışırken kendisinin ve karısının yaşamını duman ve alevlerin tehdidi altında bırakan yaralayıcı koşulları ve Bayan Selçuk’un kendisini tahkir eden ve iten KK Cömert’e yalvarma durumuna düşürül-mesini dikkate almıştır. Bu nedenle Komisyon başvurucuların insanlık dışı ve alçaltıcı muameleye maruz kaldıklarını kabul etmiştir.

75. Mahkeme’nin birçok defalar belirttiği gibi 3. Madde demokratik toplumun temel değerlerinden birini koruma altına almaktadır. Organize terör ve suçla mücadele gibi en zor koşullarda bile Sözleşme işkenceyi, insanlık dışı ya da alçaltıcı muameleyi ve cezayı mutlak terimlerle yasakla-maktadır. Sözleşmenin ve 1 ve 4 numaralı Protokollerin maddi hüküm-lerinin çoğundan farklı olarak 3. Madde istisna öngörmez ve ulusun yaşamını tehdit eden olağanüstü durumlarda bile 15. Maddeye göre yükümlülüğün sınırlanması (derogation) yoluna gidilemez (bkz., inter alia, yukarıda anılan Aksoy Kararı, s. 2278, paragraf 62).

76. Mahkeme, 3. Maddenin sınırları içinde kalabilmesi için kötü muamelenin enaz ağırlık düzeyinde olması gerektiğini belirtir. Bu enaz düzeyin değerlendirilmesi görecedir: muamelenin süresi, fiziksel ve ya da ruhsal etkileri ve bazı durumlarda da kurbanın cinsiyeti, yaşı ve sağlık durumu gibi davanın bütün koşullarına bağlıdır (bkz., örneğin, 7 Temmuz 1989 tarihli Soering / Birleşik Krallık Kararı, Seri A no. 161, s. 39, paragraf 100 ve s. 43, paragraf 108-109).

77. Mahkeme, bu davada sabit olduğuna hükmettiği olayları anar (bkz. yukarıda paragraf 27, 28, 30 ve 57). Mahkeme, Bayan Selçuk ve Bay Asker’in o dönemde sırasıyla 54 ve 60 yaşlarında olduklarını ve tüm yaşamları boyunca İslamköy’de oturduklarını (bkz. yukarıda paragraf 8) anımsatır. Evleri ve malvarlıklarının büyük bölümü güvenlik güçlerince yokedilmiş; bu, başvurucuları geçimlerini sağlayamayacak duruma sokmuş ve köylerini terketmeye zorlamıştır. Bu uygulama, önceden tasarlanmış ve başvurucuları hor görerek ve duygularına aldırmaksızın yapılmış görünmektedir. Başvurucular hazırlıksız yakalanmışlardır; durarak evlerinin yanışını izlemek zorunda kalmışlardır; Bay ve Bayan Asker’in güvenliğini sağlamak için yeterli önlemler alınmamıştır; Bayan Selçuk’un itirazlarına önem verilmemiştir ve sonrasında başvuruculara yardım sağlanmamıştır.

78. Özellikle başvurucuların evlerinin yıkılış biçimi (karş. yukarıda anılan Akdıvar ve Diğerleri Kararı, s. …, paragraf 91) ve kişisel durumları dikkate alındığında, güvenlik güçlerinin fiilleri nedeniyle 3. Madde anlamında kötü muamele olarak nitelendirilecek derecede ağır bir muameleye maruz kalmış oldukları açıktır.

79. Mahkeme, Komisyon’un başvurucuların mülklerinin yıkılmasının altında yatan nedene ilişkin bir saptama yapmadığını anımsatır. Bununla birlikte, söz konusu fiiller başvurucuları cezalandırma kastı olmaksızın evlerinin teröristlerce kullanılmasını önlemek ya da diğerlerine gözdağı vermek için gerçekleştirilmiş olsa bile, bu, kötü muameleyi haklı kılmaz.

80. Sonuç olarak Mahkeme, bu davanın özel koşullarının 3. Maddenin ihlal edildiğini gösterdiğine hükmetmiştir.
B. Sözleşmenin 2. ve 5/1. Maddelerinin ihlal edildiği iddiası

81. Mahkeme önünde, başvurucular Sözleşmenin 2 ve 5/1. Maddeleri ile ilgili iddialarını ileri sürmemişlerdir.

82. Bu durumda Mahkeme, bu şikâyetleri değerlendirmeyi gerekli görmemektedir.

C. Sözleşmenin 8. Maddesinin ve 1 numaralı Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiği  iddiası

83. Başvurucular evlerinin ve Bayan Selçuk’un değirmeninin güvenlik güçleri tarafından yıkılmasının ve köyden uzaklaştırılmalarının,
“1. Herkes özel ve aile yaşamına, konutuna ve haberleşmesine saygı  gösterilmesini isteme hakkına sahiptir.

2. Bu hakların kullanılmasına ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, suçun ya da düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla yasaya uygun olarak yapılan ve demokratik bir toplumda gerekli bulunan müdahalelerin dışında, kamu makamları tarafından hiç bir müdahalede bulunulamaz.”
hükmünü içeren Sözleşmenin 8. Maddesinin ve

“Her gerçek ve tüzel kişi, maliki olduğu şeyleri başkalarının müdahalesi  olmaksızın kullanma hakkına sahiptir. Kamu yararı gerektirmedikçe ve  uluslararası  hukukun genel ilkeleri ve yasayla belirlenen koşullara  uyulmadıkça, hiç kimse mülkiyetinden yoksun bırakılamaz.
Ancak yukarıdaki hükümler hiç bir biçimde, mülkiyetin genel yarara uygun olarak kullanılmasını denetim altına almak, vergiler ile diğer harç veya cezaların ödenmesini sağlamak için Devletin gerekli gördüğü yasaları yürürlüğe koyma yetkisini ortadan kaldırmaz.”

hükmünü getiren Sözleşmenin 1 numaralı Protokolünün 1. Maddesinin ihlalini oluşturduğunu iddia etmişlerdir.

84. Hükümet, 3. Maddeyle ilgili olarak ileri sürdüğü gerekçelerle (bkz. yukarıda paragraf 73) bu hükümlerin ihlal edildiğini kabul etmemiştir.

85. Komisyon, bu hükümlerin ihlal edildiği kanısındadır.

86. Mahkeme, güvenlik güçlerinin başvurucuların evlerini ve eşyalarını ve Bayan Selçuk’un ortak olduğu değirmeni, onları İslamköy’ü terketmeye zorlamak için, kasten tahrip ettiğinin sabit olduğuna hükmettiğini anımsatır (bkz. yukarıda paragraf 77). Bu fiillerin, 3. Maddenin ihlaline neden olmanın yanısıra, başvurucuların özel ve aile yaşamlarına ve meskenlerine saygı gösterilmesi haklarına ve mülkiyetlerini müdahaleden uzak kullanma haklarına özellikle ciddi ve haksız bir müdahale oluşturduğu kuşkusuzdur.

87. Mahkeme, Sözleşmenin 8. Maddesinin ve 1 numaralı Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

D. Sözleşmenin 6/1. ve 13. Maddelerinin ihlal edildiği iddiası

88. Başvurucular, kendilerine güvenlik güçlerinin evlerini ve mallarını tahrip etmelerine itiraz edebilmek ve zararlarının giderimi için herhangi bir etkili hukuk yolunun tanınmadığından şikâyetçi olmuşlardır. Bunun, hem ilgili bölümü

“Herkes, kişisel hak ve yükümlülükleri ile hakkındaki bir suçlamanın karara bağlanmasında yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir yargı yeri tarafından , makul bir sürede, âdil ve aleni olarak yargılanma hakkına sahiptir.”
hükmünü içeren Sözleşmenin 6/1. Maddesi uyarınca bir mahkemeye fiilen ulaşabilme haklarının hem de,
“Bu Sözleşmede belirtilen hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiilinin  resmi sıfatlarıyla hareket eden kişiler tarafından işlenmiş olmasına bakılmaksızın, ulusal bir makam önünde etkili bir hukuksal yola başvurabilir.”
hükmünü içeren Sözleşmenin 13. Maddesi uyarınca etkili bir hukuk yoluna başvurma haklarının ihlaline neden olduğunu iddia etmişlerdir.

1. Sözleşmenin 6/1. Maddesi

89. Hükümet başvurucuların şikâyetlerine ilişkin ceza soruşturmasının bazı engellerle karşılaştığını; ancak, başvurucular deliller açık ve kuşkuya yer bırakmayacak biçimdeyken Cumhuriyet Savcısıyla derhal temasa geçselerdi bunun önlenebileceğini kabul etmiştir. Hükümet, her şeye rağmen, başvurucuların hukuk yargılamasını harekete geçirselerdi bir mahkemeye fiilen ulaşabilme haklarını kullanmış olacaklarını iddia etmiş; bu bağlamda Ağırtmış davasına bir kez daha atıfta bulunmuştur (bkz. yukarıda paragraf 62).

90. Başvurucular, yetkililerin İslamköy’deki yangınlarla ilgili titiz bir soruşturma yapmamalarının kendilerinin fiilen bir mahkemeye ulaşma-larını engeller nitelikte olduğunu çünkü böyle bir soruşturma olmadan hukuk yargılamasında başarıya ulaşma şansının olmadığını iddia etmişlerdir.

91. Komisyon, köylülerin Devletin soruşturma makamlarının pozitif bir bulgusu olmadan, olağanüstü hal bölgesinde güvenlik güçlerine yöneltilen iddialarla ilgili olarak teorideki medeni hukuk ve idare hukuku başvuru yollarını kullanabilmelerini beklemek gerçekçi olmayacağından, başvurucu-ların kişisel hakları hakkında karar verebilecek bir mahkemeye fiilen ulaşma haklarının olmadığını kabul etmiştir.

92. Mahkeme, başvurucuların yukarıda açıklanan nedenlerle (Paragraf 70) ulusal mahkemelere herhangi bir başvuruda bulunmadıklarına dikkat çeker. Bu nedenle, yargıyı harekete geçirmiş olsalardı, Türk mahkeme-lerinin başvurucuların talepleri hakkında karar verip vermeyeceklerini belirleyebilmek imkansızdır.

Her halde Mahkeme başvurucuların aslen, evlerinin ve mallarının güvenlik güçlerince kasten tahrip edildiği iddialarının usulüne uygun olarak soruşturulmamasından şikâyetçi olduklarını kabul eder. Bu nedenle bu şikâyetleri, 13. Maddeye göre Devletlerin daha genel nitelikte olan Sözleşmenin ihlal edildiği iddiaları açısından etkili hukuk yolları sağlama yükümlülüğü yönünden incelemeyi uygun görmüştür (bkz., mutatis mutandis, yukarıda anılan Menteş ve Diğerleri Kararı, s. …, paragraf 86-88). Bu nedenle 6/1. Maddenin ihlal edilip edilmediği hakkında karar vermeye gerek görmemiştir.
2. Sözleşmenin 13. Maddesi

93. Mahkeme’ye sunduğu dilekçede Hükümet, 6/1. Madde ve 13. Maddeye ilişkin şikâyetleri birlikte yanıtlamıştır. Savları yukarıda 89. paragrafta özetlenmiştir.

94. Başvurucular, Devletin 13. Maddeye göre etkili bir başvuru yolu sağlama yükümlülüğünün, Sözleşmeyi ihlal eden fiillerin ciddi bir suç niteliği taşıması durumunda, sorumluların takibatını ve cezalandırılmasını gerçekleştirebilecek bağımsız ve etkili bir soruşturma mekanizmasını sağla-mayı da gerektirdiğini belirtmişlerdir. Bunun kendilerine sağlanmamış olduğu açıktır: Çavuş Cömert’i fail olarak teşhis etmiş olmalarına rağmen bu kişi, Komisyon Temsilcilerine şimdiye kadar kendisine İslamköy’deki olaylarla ilgili olarak herhangi bir soru sorulmadığını söylemiştir.

95. Komisyon, soruşturma dosyasını görmek için tekrarlanan taleplere rağmen, kendisine birkaç belgenin verildiğini, bunlardan Mayıs 1994’te başlatılan soruşturmanın (bkz. yukarıda paragraf 21-25) sınırlı ve yetersiz olduğunun anlaşıldığını belirtmiştir. Yapılanlar başvurucuların ifadelerinin alınması ve jandarmadan 16 Haziran 1993’te köyde bir operasyon yapılıp yapılmadığının sorulmasıyla sınırlıdır ve yakma olaylarının faili olduğu iddia edilenlerin ve olayları görmüş olabilecek diğer köylülerin ifadelerinin alınması için bir girişimde bulunulmamıştır. Soruşturma 30 Kasım 1994’te yetkisizlik kararıyla sonuçlanmıştır. Komisyon bu kararın metnini, davanın 1993’ün kış aylarında güvenlik güçleri ile PKK’lı teröristler arasındaki yoğun bir çarpışma sırasında ortaya çıkan mülkiyete zarar verilmesi iddiaları olarak tanımlanmasının başvurucuların şikâyetleriyle çok az bağlantılı olması nedeniyle “dikkate değer” bulmuştur. Komisyon’a, bu kararın ardından dosyanın gönderildiği İdare Kurulu önündeki sürecin sonuçları hakkında herhangi bir bilgi verilmemiştir.

96. Mahkeme, bu davada Sözleşmenin 3. ve 8. Maddeleri ve 1 numaralı Protokolün 1. Maddesi kapsamında şikâyet edilen ihlallerin nitelik ve ağırlığının 13. Madde için de anlam taşıdığını belirtir. Mahkeme, bireyin evinin ve mallarının Devlet görevlilerince kasten tahrip edildiğine ilişkin tartışılabilir bir iddiası olduğunda “etkili başvuru yolu” kavramının, gerektiğinde ve iç hukuk sisteminde varolan diğer yollara başvurma hakkını engellemeden tazminat ödenmesine ek olarak davalı Devlete, sorumluların bulunmasını ve cezalandırılmasını ve şikâyetçinin soruşturma sürecine etkin olarak katılmasını sağlayacak titiz ve etkili bir soruşturma yürütme yükümlülüğü getirdiğini anımsatır (bkz. yukarıda anılan Menteş ve Diğerleri Kararı, s. …, paragraf 89).

97. Daha önce belirtildiği gibi Mahkeme, Bay Asker’in evinin tahrip edilmesinden kısa bir süre sonra Kaymakama bir şikâyet dilekçesi verdiğini kabul etmiştir (bkz. yukarıda paragraf 31 ve 57). Bununla birlikte, Kulp Cumhuriyet Savcısı ancak Komisyon’un başvuruları davalı Hükümet’e bildirmesinden sonra Adalet Bakanlığının emri üzerine ceza soruşturması başlatmıştır (bkz. yukarıda paragraf 21-22). Mahkeme, başvurucuların İslamköy’deki varlığı inkâr edilen operasyona komuta eden subay olarak açıkça adını vermelerine rağmen, KK Cömert’in bu soruşturma sırasında sorgulanmamasını dikkat çekici bulmuştur. Bundan başka, başvurucular-dan alınan ifadeler dışında, gerçeği ortaya çıkarmak amacıyla araştırılan olaylara tanıklık edebilecek diğer köylülerin ifadelerinin alınması için bir girişimde bulunulmadığı görülmektedir. Kasım 1994’te soruşturma, yetkisizlik nedeniyle Kulp (İlçe) İdare Kuruluna havale edilmiştir (bkz. yukarıda paragraf 25). Üç yıldan uzun bir süre sonra, Mahkeme’ye bu kurulun soruşturmayla ilgili bir işlem yaptığını varsaymak için herhangi bir delil sunulmamıştır.

98. Bu koşullarda, davalı Devletin 13. Madde gereğince titiz ve etkili bir soruşturma yürüttüğü söylenemez.
Bu nedenlerle Mahkeme, bu hükmün ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

D. Sözleşmenin 6, 8 ve 13. ve 1 numaralı Protokolün 1. Maddeleri ve Sözleşmenin 18. Maddesi ile birlikte ele alınan Sözleşmenin 14. maddesinin ihlal edildiği iddiası

99. Başvurucular, Kürt kökenli olmaları nedeniyle, Sözleşmenin 6, 8 ve 13. Maddeleri ve 1 numaralı Protokolün 1. Maddesi ile bağlantılı Sözleşmenin 14. Maddesine
aykırı olarak ayrımcılığa maruz kaldıklarını iddia etmişlerdir. 14. Maddeye göre,
“Bu Sözleşmede belirtilen hak ve özgürlüklerin kullanılması cins, ırk, renk, dil, din, siyasal ya da başka bir inanç, ulusal ya da toplumsal köken, ulusal bir azınlığa mensup olma, mülkiyet, doğum gibi bir gerekçeyle veya başka bir statüyle ayrım yapılmaksızın güvence altına alınır..”

Bundan başka, başvurucuların sistematik, zalimane ve acımasız nüfusun yerini değiştirme politikası olduğuna ilişkin ileri sürdükleri delil ışığında, Mahkeme’den Sözleşmenin 18. Maddesinin ihlal edildiğinin beyan edilmesini talep etmişlerdir. 18. Maddeye göre,

“Yukarıdaki hak ve özgürlüklere bu Sözleşmeyle getirilen sınırlamalar  öngörüldükleri amaç dışında kullanılamaz.”

100. Hükümet, bu şikâyetlerin olgusal dayanağını reddederek iddialara başka karşılık vermemiştir.

101. Komisyon başvurucuların yukarıdaki iddialarının doğruluğunun kanıtlanmadığı görüşündedir.

102. Mahkeme, Komisyon’un saptamış olduğu olaylara (bkz. yukarıda paragraf 27-32) dayanarak, bu hükümlerin ihlal edilmediği sonucuna varmıştır.

IV. SÖZLEŞMENİN 50. MADDESİNİN UYGULANMASI

103. Başvurucular Sözleşmenin 50. Maddesi uyarınca zararlarının giderilmesini talep etmişlerdir. 50. Maddeye göre,

“Divan, Yüksek Sözleşmeci Tarafların yargısal bir makamı ya da diğer herhangi bir resmi makamı tarafından alınan bir karar ya da önlemin tamamen ya da kısmen bu Sözleşmeyle üstlendiği yükümlülüklere aykırı olduğu sonucuna varırsa, ve eğer bu Sözleşmeci Tarafın iç hukuku, bu karar ya da önlemin sonuçlarını ancak kısmen gidermeye olanak tanıyorsa, ve gerekliyse, zarar gören tarafın hakkaniyete uygun olarak tatmin edilmesine hükmedebilir.”

A. Maddi zarar

104. Başvurucular evlerinin, ektikleri arazinin, ev eşyalarının, hayvanlarının ve Bayan Selçuk’un değirmeninin kaybı nedeniyle uğradık-ları maddi zararın tazmin edilmesini talep etmişlerdir. Ayrıca alternatif barınma giderleri için de bir tazminat ödenmesi talebinde bulunmuşlardır.

105. Hükümet, başvurucuların mülklerinin güvenlik güçleri tarafından tahrip edildiği iddialarının kanıtlanmadığını ve bu nedenle tazminat ödenmesine gerek olmadığını savunmuştur.
Alternatif olarak, Mahkeme’nin bir miktar tazminat ödenmesini uygun görmesi durumunda, buna ilişkin değerlendirmenin haksız zenginleşmeye neden olmaması gerektiğini belirtmiştir. Maddi zarar olarak talep edilen miktarlar, bir Türk Mahkemesi önünde talep edilecek olana göre, aşırıdır ve bunların doğruluğu kanıtlanmamıştır. Mahkeme, en düşük aylık ücretin 700 Fransız Frangı (“FF”) ve 1. sınıf  bir yargıcın aldığı aylığın en yüksek net 7250 FF olduğu Türkiye’nin ekonomik koşullarını dikkate almalıdır.

106. Mahkeme, başvurucuların evlerinin ve mallarının ve Bayan Selçuk’un değirmeninin güvenlik güçleri tarafından tahrip edildiğini kabul etmiş olduğunu anımsatır (bkz. yukarıda paragraf 57). Bu nedenle maddi zarar için tazminata hükmedilmesi gerektiği kuşkusuzdur. Ancak, başvurucular kaybettikleri malvarlıklarının değeri ve miktarına ilişkin iddia-larının doğruluğunu yazılı ya da başka bir delille kanıtlayamadıkları, Hükümet ayrıntılı bir görüş bildirmediği ve Komisyon olayları bu yönden değerlendirmediği için Mahkeme’nin hüküm altına alınacak miktarlara ilişkin değerlendirmesi mecburen spekülatif ve hakkaniyet ilkelerine dayalı olacaktır.

1. Evler ve diğer binalar

107. Bayan Selçuk 1.250.000.000 Türk lirası (“TL”) değer biçtiği 250 metrekarelik iki katlı beton ve taş ev, 1.500.000.000 TL değer biçtiği 300 metrekarelik tek katlı beton ve taş ahır ve üç kişiyle birlikte ortak olduğu 580.000.000 Tl değer biçtiği 80 metrekarelik üç katlı su değirmeni ile ilgili zararlarını talep etmiştir.
Bay Asker 1.500.000.000 TL değerindeki 300 metrekarelik iki katlı beton ve taş ev ve 2.000.000.000 TL değerindeki 400 metrekarelik tek katlı beton ve taş ahır için talepte bulunmuştur.

108. Akdıvar ve Diğerleri (50. Madde) Kararında (1 Nisan 1998, Reports 1998-…, s. …, paragraf 18) yapmış olduğu gibi Mahkeme, tahrip edilen mülkün boyutlarının kesin delillerle kanıtlanmadığını tespit eder. Bu durum karşısında ve yukarıda anılan Akdıvar (50. Madde) Kararında benimsemiş olduğu yaklaşım ve hakkaniyete ilişkin değerlendirmeleri göz önünde tutarak Mahkeme, tahrip edilen binalar için başvurucuların her birine 1.000.000.000 TL verilmesine hükmetmiştir.

2. Diğer mallar

109. Başvurucular Bayan Selçuk için 1.451.650.000 TL ve Bay Asker için 2.415.000.000 TL tutarında olmak üzere yataklar, kilimler, elektrikli eşyalar ve yiyecek ve yakacak stokları gibi ev eşyaları için taleplerde bulunmuşlardır. Ayrıca, kaybettikleri hayvanları için toplam olarak 2.040.000.000 TL (Bayan Selçuk) ve 4.180.000.000 TL (Bay Asker) verilmesini talep etmişlerdir. Bundan başka, Bayan Selçuk için 2.555.000.000 TL, Bay Asker için 1.035.000.000 TL olmak üzere bahçelerindeki meyveler, kavak ve diğer ağaçlar için de taleplerde bulunmuşlardır. Bu nedenle toplam olarak bu talepler 6.046.650.000 TL (Bayan Selçuk) ve 7.630.000.000 TL (Bay Asker) tutarındadır.

110. Mahkeme, özellikle, Komisyon’un başvurucuların evlerinin yakılarak tahrip edildiğini ve başvurucuların, sonuç olarak onlar için bir zarar oluşturan, köylerinden ayrılmak zorunda bırakıldıklarını saptadığını dikkate alır.
Bu konuyla ilgili bağımsız delillerin yokluğunda değerlendirmesini hakkaniyet temelinde yapan Mahkeme, Bayan Selçuk’a 4.000.000.000 TL, Bay Asker’e 5.000.000.000 TL tazminat ödenmesine hükmetmiştir.

3. Gelir kaybı

111. Başvurucular, çiftçilikten ve, Bayan Selçuk açısından, ortağı olduğu değirmenden sağladıkları gelir kayıpları için tazminat talebinde bulunmuş-lardır. 16 Haziran 1993’ten 16 Ocak 1999’a kadar olan dönem için talepte bulunmuşlardır.
Bayan Selçuk yıllık gelirinin 30 dönüm ekilebilir araziden 90.000.000 TL, 3 dönümlük meşe korusundan 40.500.000 TL, 5 dönüm meyve bahçesinden 35.000.000 TL ve değirmenin dörtte bir hissesinden 80.000.000 TL olduğunu belirtmiştir.
Bay Asker yıllık gelirinin 5 dönüm ekilebilir araziden 15.000.000 TL ve 40 dönüm meyve bahçesinden 280.000.000 TL olduğunu belirtmiştir.

112. Başvurucuların sahip oldukları arazinin boyutlarıyla ve gelirleriyle ilgili bağımsız delillerin olmaması nedeniyle, yukarıda anılan Akdıvar (50. Madde) Kararında benimsemiş olduğu yaklaşım ve hakkaniyete ilişkin değerlendirmeleri göz önünde tutarak Mahkeme, bu kalemde Bayan Selçuk’a 889.000.000 TL, Bay Asker’e 1.475.000.000 TL ödenmesine hükmetmiştir.

4. Alternatif barınma

113. Başvurucuların her biri Diyarbakır’da ödemiş oldukları aylık ortalama 3.000.000 TL kira tutarının kendilerine ödenmesini talep etmişlerdir.

114. Mahkeme Haziran 1993 ile Mart 1998 arasındaki kira bedeli olarak başvurucuların her birine 171.000.000 TL ödenmesine hükmetmiştir.

5. Özet

115. Mahkeme, maddi zararlar için toplam olarak Bayan Selçuk’a 6.060.000.000 TL (altı milyar altmış milyon Türk lirası), Bay Asker’e 7.646.000.000 TL (yedi milyar altı yüz kırk altı milyon Türk lirası) ödenmesine hükmetmiştir.
Türkiye’deki yüksek enflasyon oranı dikkate alınarak bu tutarlar, değerinin korunması için 50. Maddeye ilişkin taleplerini sundukları tarihteki, yani 5 Ocak 1998’deki kur üzerinden İngiliz sterlinine çevrile-cektir. Bu tarihte 1 sterlin (£) 341.210 TL’dir. Sonuç olarak Bayan Selçuk 17760.32 £ (on yedi bin yedi yüz altmış sterlin otuz iki pens) ve Bay Asker 22408.48 £ (yirmi iki bin dört yüz sekiz sterlin kırk sekiz pens) alacak, bu miktarlar ödeme tarihinde uygulanan kur üzerinden Türk lirasına çevrilecektir.

B. Manevi zarar

116. Başvurucular manevi zarar olarak her birine 20.000 £ ödenmesini talep etmişlerdir. Her birine, cezai tazminat olarak 10.000 £ ve Sözleşmeden doğan haklarının çiğnenmesi dolayısıyla kasti zarar tazminatı olarak 10.000 £ verilmesini de talep etmişlerdir.

117. Hükümet, Mahkeme’nin bir ihlalin varlığına karar vermesi durumunda bunun başvurucuların maruz kaldığı manevi zararın gideril-mesi için yeterli olacağını iddia etmiştir. Cezai tazminata ya da kasti zarar tazminatına hükmedilmesine şiddetle karşı çıkmıştır.

118. Mahkeme, Sözleşmenin 3, 8 ve 13. Maddelerine ve 1 numaralı Protokolün 1. Maddesine ilişkin olarak varlığına hükmetmiş olduğu ihlal-lerin ağırlığını göz önünde bulundurarak (bkz. yukarıda paragraf 80, 87 ve 90) manevi zarar için bir tazminata hükmedilmesi gerektiğine karar vermiş-tir. Başvurucuların her birine 10.000 £ (on bin sterlin) verilmesine hükmetmiştir.

119. Mahkeme, cezai tazminata ve kasti zarar tazminatına ilişkin talepleri reddetmiştir.

C. Ücret ve harcamalar

120. Başvurucular ücret ve harcamalar için toplam 18011.64 £ talep etmişlerdir. Mahkeme’den, bunun doğrudan Birleşik Krallık’taki yasal temsilcilerine sterlin olarak ödenmesine karar vermesini talep etmişlerdir.
121. Hükümet, Mahkeme’den bu başlık altındaki bütün kalemlerin belgelendirilmesini istemesini talep etmiş ve “Türkiye’de yürütülen hukuki yardım için talep edilen miktarların yersiz olduğunu” belirtmiştir.

122. Mahkeme, talep edilen miktarların zorunlu olarak harcandığı ve tutar olarak makul olduğu kanaatine varmış ve, talepte hesaba katılmamış olan Avrupa Konseyi’nden alınan adli yardımın düşülerek, talep edilen miktarın tamamının uygulanacak katma değer vergisi ile birlikte öden-mesine hükmetmiştir.

D. Hakların iadesi talebi

123. Başvurucular köylerinde yeniden iskan edilmelerini ya da, bu mümkün olmazsa, hakkaniyete uygun parasal bir tazminata hükmedil-mesini talep etmişlerdir.

124. Hükümet başvurucuların haklarının iade edilmesinin, bölgede hüküm süren olağanüstü hal koşulları nedeniyle mümkün olmadığını ileri sürmüştür.

125. Mahkeme, ihlalin varlığına ilişkin olarak verdiği bir kararın davalı Devlete, bu ihlali sona erdirme ve mümkün olduğunca ihlalden önceki durumu yeniden tesis edecek biçimde (restitutio in integrum) ihlalin sonuçlarını giderme yükümlülüğü getirdiğini anımsatır. Bununla birlikte, restitutio in integrum uygulamada mümkün değilse, davalı Devletler Mahkeme’nin ihlalin varlığına hükmeden kararına uymak için seçecekleri yollarda serbesttirler ve Mahkeme bu konuda kararlar almayacak ya da açıklayıcı ibarelerde bulunmayacaktır. Karara uyulmasını gözetme, Söz-leşmenin 54. Maddesi uyarınca Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne düşmektedir (bkz. yukarıda anılan Akdıvar ve Diğerleri (50. Madde) Kararı, s. …, paragraf  47).

E. Gecikme faizi

126. Mahkeme’ye verilen bilgiye göre, bu kararın alındığı tarihte Birleşik Krallık’ta geçerli olan yasal faiz oranı yıllık %8’dir.
BU NEDENLERLE MAHKEME,

1. Oybirliğiyle, başvuruların geçerli olmadığına ilişkin ilk itirazın reddine,

2. Bire karşı sekiz oyla, iç hukuk yollarının tüketilmemiş olduğu ilk itirazının reddine,

3. Bire karşı sekiz oyla, Sözleşmenin 3. Maddesinin ihlâl edildiğine,

4. Oybirliğiyle, şikâyetlerin Sözleşmenin 2. ve 5/1. Maddeleri yönünden incelenmesine gerek olmadığına,

5. Bire karşı sekiz oyla, Sözleşmenin 8. Maddesinin ve 1 numaralı Protokolün 1. Maddesinin ihlâl edildiğine,

6. Oybirliğiyle, şikâyetin Sözleşmenin 6/1. Maddesi yönünden incelenmesine gerek olmadığına,

7. Bire karşı sekiz oyla, Sözleşmenin 13. Maddesinin ihlâl edildiğine,

8. Oybirliğiyle, Sözleşmenin 14. ve 18. Maddelerinin ihlâl edilmediğine,

9. Bire karşı sekiz oyla, davalı Devletin başvuruculara üç ay içinde, ödeme tarihindeki kura göre Türk lirasına çevrilmek üzere aşağıdaki miktarları ödemesine,

(a) maddi zarar için Bayan Selçuk’a 17.760,32 £ (on yedi bin yedi yüz altmış sterlin otuz iki pens) ve Bay Asker’e 22.408,48 £ (yirmi iki bin dört yüz sekiz sterlin kırk sekiz pens),
(b) manevi zarar için, her birine 10.000 £ (on bin sterlin)

10. Bire karşı sekiz oyla, davalı Devletin başvuruculara ücretler ve harcamalar için, üç ay içinde, bu kararın verildiği tarihteki kura göre sterline çevrilmek ve 16.093 (on altı bin doksan üç) Fransız frangı bu miktardan düşülmek üzere, ödenecek katma değer vergisi ile birlikte 22.408,48 £ (yirmi iki bin dört yüz sekiz sterlin kırk sekiz pens) ödemesine,
11. Bire karşı sekiz oyla, yukarıda belirtilen üç aylık sürenin bitiminden ödeme gününe kadar geçecek süre için yıllık % 8 basit faizin yukarıdaki miktarlara uygulanacağına,
12.  Oybirliğiyle, geriye kalan taleplerin hakkaniyet gereği reddine karar vermiştir.
YARGIÇ GÖLCÜKLÜ’NÜN KARŞIOYU
(Geçici Çeviri)
Türkiye’yi ilgilendiren -Akdıvar ve Diğerleri davası gibi- benzer davalarda olduğu gibi bu davada başvurucuların iç hukuk yollarını tüketmemiş olduklarını ve bu hukuk yollarının etkili ve yeterli olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda, Akdıvar ve Diğerleri / Türkiye Davasına ilişkin ana kararda yer alan karşıoyumu anıyorum. İç hukuk yollarının varlığına ilişkin bir başka örnek olarak yeni bir idare mahkemesi kararını eklemek istiyorum: Van İdare Mahkemesi, 8 Kasım 1991’de Türkiyenin güneydoğusundaki Bitlis bölgesindeki Konalga köyünün boşaltılması sırasında terkedilen evi askerlerce yakılan Bay Nizamettin Ağartmış’a tazminat ödenmesine hükmetmiştir. Söz konusu karar, başvurucuların evinin askerler tarafından köyün boşaltılmasından sonra yakıldığını açıklığa kavuşturmaktadır (Van İdare Mahkemesi, 27 Aralık 1996, Esas no. 1993/427, Karar no. 1996/771). Yukarıdaki düşünceler, bu davayı Sözleşmenin diğer hükümleri açısından değerlendirmemi gereksiz kılmaktadır.
SELÇUK VE ASKER / TÜRKİYE DAVASI
24 NİSAN 1998 (12/1997/796/998-999)

DAVANIN ESASI 225
I. DAVANIN ÖZEL KOŞULLARI 225
A. Giriş 225
B. Başvurucuların  olayları anlatımı 225
C. Hükümetin olayları anlatımı 226
D. Yerel makamlar önünde yapılan işlemler 227
E. Komisyon’un olaylar hakkındaki bulguları 227
II. İLGİLİ İÇ HUKUK VE UYGULAMA 228
A. İdari sorumluluk 228
B. Cezai sorumluluk 228
C. Tazminata ilişkin hükümler 229
D. Olağanüstü hal önlemlerine ilişkin hükümler 229
KOMİSYON ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER 230
MAHKEME’YE SON SUNUŞLAR 230
KARAR 230
I. OLAYLARIN SAPTANMASI 230
II. HÜKÜMET’İN İLK İTİRAZLARI 231
A. Başvuruların geçersizliği 231
B. İç hukuk yollarının tüketilmemiş olması 232
III. ESAS 234
A. Sözleşmenin 3. Maddesinin ihlal edildiği iddiası 234
B. Sözleşmenin 2. ve 5/1. Maddelerinin ihlal edildiği iddiası 235
C. Sözleşmenin 8. Maddesinin ve 1 numaralı Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiği  iddiası 235
D. Sözleşmenin 6/1. ve 13. Maddelerinin ihlal edildiği iddiası 236
1. Sözleşmenin 6/1. Maddesi 236
2. Sözleşmenin 13. Maddesi 237
D. Sözleşmenin 6, 8 ve 13. ve 1 numaralı Protokolün 1. Maddeleri ve Sözleşmenin 18. Maddesi ile birlikte ele alınan Sözleşmenin 14. maddesinin ihlal edildiği iddiası 238
IV. SÖZLEŞMENİN 50. MADDESİNİN UYGULANMASI 238
A. Maddi zarar 238
1. Evler ve diğer binalar 239
2. Diğer mallar 239
3. Gelir kaybı 239
4. Alternatif barınma 239
5. Özet 240
B. Manevi zarar 240
C. Ücret ve harcamalar 240
D. Hakların iadesi talebi 240
E. Gecikme faizi 241
YARGIÇ GÖLCÜKLÜ’NÜN KARŞIOYU 241
İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
SOSYALİST PARTİ VE DİĞERLERİ / Türkiye Davası*

(20/1997/804/1007)
Strazburg
25 Mayıs 1998

USULİ İŞLEMLER

1. Dava, İnsan Hakları ve Temel Hürriyetlerin Korunmasına Yönelik Sözleşmenin (Sözleşme) 32. maddesinin 1. paragrafı ve 47. maddesi ile belirlenen üç aylık süre içinde, 27 Ocak 1997 tarihinde İnsan Hakları Avrupa Komisyonu (Komisyon) tarafından Divan’a gönderilmiştir. Dava, 31 Aralık 1992 tarihinde siyasi bir parti olan,  Sosyalist Parti, iki Türk vatandaşı Sn. Doğu Perinçek ve Sn. İlhan Kırıt tarafından 25. maddeye göre Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı  Komisyon’a yapılan bir başvurudan (no.21237/93) kaynaklanmıştır.

Komisyon’un talebi Sözleşmenin 44, 48(a) ve Divan İçtüzüğü A’nın 32. maddesine gönderme yapmaktadır. Talebin amacı, dava gerçeklerinin Davalı Devletin Sözleşmenin 6. maddesinin 1. ve 2. paragrafları,  9, 10,  11, 14 ve 18. maddeleri ile Ek 1 no’lu protokolün 1. ve 3. maddelerinden doğan sorumluluklarının ihlalini ortaya koyup koymadığı konusunda karar vermektir.
2. Divan İçtüzüğü A’nın  33. maddesinin 3(d) paragrafına uygun olarak yapılan soruşturmaya karşılık olarak, başvuranlar davada şahsen bulunmak istediklerini ve kendilerini temsil edecek avukatı görevlendirdiklerini belirtmişlerdir (Tüzük 30).
3. 30 Ocak 1997 tarihinde Divan Başkanı, adaletin sağlıklı bir şekilde işlemesi için, davanın 29 Ekim 1996 tarihinde  Türkiye Birleşik Komünist Partisi Türkiye’ye  Karşı  Davasını incelemek amacıyla kurulan Daire (Tüzük 21/7),  tarafından dinlenmesine karar vermiştir. Bu Dairede, resmen, ex offico, Sn. F. Gölcüklü, seçilmiş Türk yargıç, (Sözleşmenin 43. maddesi) ve Sn. R. Ryssdal, Divan Başkanı (Tüzük 21/4(b)) yeralmışlardır. İsimleri raportör huzurunda kura usulü çekilen diğer yedi üye, Sn. B. Walsh, Sn. C. Russo, Sn. I. Foighel, Sn. A. N. Loizou, Sn. J. Makarczyk, Sn. P. Kuris ve Sn. P. van Dijk idi (Sözleşmenin 43. maddesi ve Tüzüğün 21. maddesinin 5. paragrafı).

4. 28 Ağustos 1997 tarihinde, Daire, Büyük Daire lehine derhal yargı yetkisinden feragat etmeye karar vermiştir (Tüzük 51). Oluşturulacak Büyük Daire’de, resmen, ex offico, Sn. Ryssdal, Divan Başkanı, üyeler ve yargı yetkisinden vazgeçen Daire vekilleri; Sn. A.B. Baka, Sn. M. A. Lopes Rocha, Sn. R. Pekkanen, Sn. R. Macdonald ve Sn. Bernhardt, Başkan Yardımcısı, bulunacaklardır (Tüzük 51/2(a) ve (b)). Aynı gün, Raportörün huzurunda Başkan kura ile Büyük Daireyi tamamlamak için gerekli olan ek yedi üyeyi; Sn. F. Matscher, Sn. N. Valtıcos, Sn. E. Palm, Sn. J.M. Morenilla, Sir John Freeland, Sn. L. Wildhaber ve Sn. U. Lohmus seçmiştir. Sonradan Sn. Ryssdal, Sn. Walsh ve Sn. Macdonald davanın ilerleyen safhalarında yer alamamışlardır (Tüzük 24-1 ve Tüzük 51-3). Büyük Daire Başkanı olarak Sn. Ryssdal’ın yerini,  Sn. Bernhardt almıştır (Tüzük 21-6 ve Tüzük 51-6).
5. Daire Başkanı olarak raportöre vekalet eden Ryssdal, (Tüzük 21-6) muamelelerin organizasyonu konusunda T.C. Hükümeti’nin (Hükümet) ajanı, başvuranların avukatları ve Komisyon delegesi ile görüşmüştür (Tüzük 37-1 ve 38). Daha sonra alınan karara uygun olarak Raportör sırasıyla 1 ve 3 Ekim 1997 tarihlerinde başvuranların ve Hükümetin görüşlerini almıştır.
6. Duruşma, Başkanın kararına uygun olarak,  25 Şubat 1998 tarihinde Strazburg’da İnsan Hakları Binası’nda halka açık olarak yapılmıştır. Divan, daha önce bir ön görüşme yapmıştır.
Divan önünde:
(a) Hükümet adına
Sn. D. AKÇAY,
Sn. M. ÖZMEN,                                                      Ajan Yardımcıları
Sn. A. KAYA,
Sn. M. GÜLŞEN,
Sn. A. EMÜLER,                                                           Danışmanlar;
Sn. A.GÜNYAKTI,

(b) Komisyon adına
Sn. G. RESS,                                                                          Delege;

(c) Başvuranlar Adına
Sn. D. PERİNÇEK,                                             Başvuranlardan biri
Sn. A. KALAN ve
Sn. M. CENGİZ, her ikisi de Ankara Barosu’ndan,                 Avukat
Divan, Sn. Ress, Sn. Perinçek, Sn. Cengiz, Sn. Kalan ve Sn. Akçay’ın konuşmalarını dinlemiştir.

OLAYLAR

I.  DAVANIN KOŞULLARI

7. İlk başvuran Sosyalist Parti (SP) Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan siyasi bir parti idi. (Bkz. aşağıdaki 15. paragraf)
Sn. İlhan Kırıt ve Sn. Doğu Perinçek, ikinci ve üçüncü başvuran sırası ile SP’nin Başkanı ve önceki başkanı idi. İstanbul’da yaşamaktadırlar.
8. SP, 1 Şubat 1988 tarihinde kurulmuştur. Aynı gün, parti tüzüğü ile programı, Anayasa ve  2820 no’lu  Siyasi Partiler Kanunu ile (Bkz. aşağıdaki 16. ve 17. paragraflar) uygunluğunun değerlendirilmesi için, Cumhuriyet Başsavcısı’nın Yargıtay’daki bürosuna teslim edilmiştir.
A. Sosyalist Parti’nin Kapatılması  ve Liderleri Hakkında Dava Açılması İçin İlk Başvuru
9. SP, genel seçimlere katılmaya hazırlanırken Yargıtay’daki  Cumhuriyet Başsavcısı  (Cumhuriyet Başsavcısı) SP’nin kapatılması için, 15 Şubat 1988 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. SP’yi, Özellikle programındaki metinlere dayanarak, proleteryanın diktatörlüğünü sağlamak amacı ile işçi sınıfının hakimiyetini kurmaya çalışmakla suçlamıştır (Anayasanın 6, 10, ve 14. maddeleri ile  önceki 68. maddesi ve 2820 no’lu kanunun 78. ve 101(a) maddeleri).

10. Anayasa Mahkemesi 16 Mayıs 1989 tarihli resmi gazetede yayımlanan 8 Aralık 1988 tarihli kararda, SP’nin programında belirtilen amaçların Anayasaya aykırı olmadığını belirterek, asılsız olarak nitelendirilen başvuruyu reddetmiştir.

11. Daha sonra, Sayın Perinçek dahil SP’nin bazı liderlerine karşı başlatılan  cezai işlemler Devlet Güvenlik Mahkemesine getirilmiştir. Bu liderler, Türk Ceza Kanununun mülga 142. maddesine aykırı olarak (Bkz. aşağıdaki 18. paragraf) bir sosyal sınıfın diğerleri üstünde üstünlük sağlama amacıyla zararlı propaganda yapmakla suçlanmışlardır. Sn. Perinçek’e karşı yapılan iddia, 6 Temmuz 1991’de Parti Başkanı seçilmeden önce, özellikle 10 Şubat 1990 tarihinde Diyarbakır’da ve 21 Mart 1990 tarihinde de Van’da halka yaptığı seslenişlere ve 4 Mart 1990 tarihinde siyasi bir gazetede yayımlanan  makaleye dayandırılmıştır. Ceza Kanununun 142. maddesinin, Terörle Mücadele Kanununun 12 Nisan 1991 tarihli 3713 no’lu kanunu ile kaldırılmasının ardından, bütün sanıklar beraat etmişlerdir. SP daha sonra söz konusu seslenişleri “Serhildan Çağrıları-1, Kawa Ateşi Yaktı” ve “Serhildan Çağrıları-2, Karpuz değil cesaret ekin” başlıkları ile yayınlamıştır (Bkz. aşağıdaki 13. paragraf).

12. 26 Ağustos 1991 tarihinde Anayasa’ya göre seçimlerin doğruluğunu onaylamakla sorumlu Yüksek Seçim Kurulu, SP’nin 20 Ekim 1991’deki genel seçimlere katılmak için bütün gereklilikleri yerine getirdiğine karar vermiştir. Sonuç olarak parti, seçim kampanyasına başlamıştır.

B. Sosyalist Partinin Kapatılması İçin İkinci Başvuru
13. Cumhuriyet Başsavcısı, 14 Kasım 1991 tarihinde SP’nin kapatılması için ikinci kez Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Partiyi, Anayasanın 3, 4, 14 ve 66 maddeleri ile mülga 68. maddesi ve 2820 no’lu Kanunun 78, 81, ve 101 (b) ye aykırı, olarak Devletin ülkesel bütünlüğünü ve milli birliğini tehlikeye atacak faaliyetlerde bulunmakla suçlamıştır.

Cumhuriyet Başsavcısı, başvurusunu desteklerken özellikle SP’nin aşağıda verilen seçim yayınlarından alıntılara ve Parti Başkanı Sayın Perinçek’in televizyondaki ve açık hava toplantılarındaki sözlü ifadelerine dayanmıştır.

1. Sosyalist Parti Yayınlarından Alıntılar

a) “Serhildan Çağrıları-1, Kawa  Ateşi Yaktı”

“….Kürt dinamiği arkadaşlar ikinci Kürt dinamiğidir. Kürtlerin eşitlik, özgürlük, milli hak isteğidir. Türk’e ne tanınıyor…. ona da tanınması talebidir.

1900 lerin başında bir kurtuluş savaşı verildi. Emperyalistlerin bu ülkeye girdiği şartlarda;  Türk’ün Kürt’ün birbirine muhtaç olduğu, birbirine sarılmak zorunda olduğu, birleşmek ve omuz omuza vermek zorunda olduğu koşullarda Amasya protokolüne yazıldı: “Vatan Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı topraklardır”.  Erzurum ve Sivas Kongreleri beyannamelerinde, tüzüklerinde Kürtlerin içtimai, ırki coğrafi hakları kabul edildi. Savaş bitti silahlar duvara asıldı ondan sonra bir resmi ideoloji geldi…. Mücadele için Urfa’nın Diyarbakır’ın Malatya’nın adamına sanki ihtiyaç kalmamıştı. O resmi ideolojide Kürtlere yer yoktu. Kürt yoktu. Artık yalnız Türk vardı…(sayfa 7-8)

(b) “Serhildan çağrıları-2, Karpuz değil cesaret ekin”

“…insanlar bu ülkeyi eşit ve gönüllü birliğin olduğu, ulusların kendi geleceklerini özgür olarak tayin ettikleri, isterlerse özgür olarak birleştikleri, bir kardeşlik, bir kültür, bir emekçi vatanı haline getirebilirler…. Yaşasın Türklerin ve Kürtlerin kardeşliği! Yaşasın Türk halkı, Kürt halkı!” (Sayfa 31)

(c) “Çözüm-4, Kürt sorunu”

“….. Çöküntü rejimin en zalim olduğu en çaresiz olduğu yerden başladı. Düzen partileri Fırat Nehri’nin doğusunda bittiler. Kürt halkının yaşadığı topraklarda (onlara) rastlanmıyor…(Sayfa 3).

Düzen Partileri Kürt illerinde niçin silindi? Çünkü bunlar milliyetçidir…. Türk Milliyetçiliği Kürt sorunun çözüleceği topraklarda iflas etti. Türk milliyetçiliği kendi sınırını çizmiştir. Anadolu’yu Fırat’ın doğusu ve batısı diye ikiye bölmüştür. Türk milliyetçiliği ile birlikte onun düzeni de Fırat’ta boğulmaktadır. İşte buna rejimin iflası denir (Sayfa 4).

…Devlet dağdan sonra köyleri ve şehirleri de kaybetti. Bu nedenle çareyi doğrudan kitleleri yıldırmakta buluyor. Böylece Devlet terörü Doğu’dan başlayarak Türkiye’ye yeni bir rejim getirmek istiyor…(Sayfa 10).

Devlet Kürdü vurmak için beslediği korucunun, özel timin maaşını halktan aldığı vergilerle ödüyor. Kürde atılan merminin, sınır ötesi harekatlarda kullanılan benzinin…, kısacası özel savaşın gideri halkın sırtına yıkılıyor…. Enflasyona…… ve yoksulluğa son vermek için, Kürt sorununa kardeşçe bir çözüm bulmak şarttır. Kürt sorunu aynı zamanda bir Türk sorunudur….  Kürt halkıyla kardeşçe, özgürce, gönül gönüle, barış ve huzur içinde yaşamak, Türkiye halkının…. ihtiyacıdır…. Türk ve Kürt halkları iki candır, kardeşliğe mecburdurlar. Cehennemde tek bir Kürt kalsa bir tek Türk’ün cennete girmeye hakkı yoktur. Sosyalist Parti, son Kürt cehennemden kurtuluncaya kadar mücadeleye kararlıdır (Sayfa 11-13).

Sosyalist Parti Fırat’ın iki yakasında da var. Sosyalist Parti Türk-Kürt kardeşliğinin partisidir. Sosyalist partinin Kürt sorunundaki kararlılığı sınanmıştır, mücadeleler içinde sınanmıştır, devletin Kürt halkı üzerindeki baskısına göğüs gererken sınanmıştır…Kürt yoksul köylülerinin mücadelesiyle kader birliğinde denenmiştir…. Kürt şehir ve kasabalarında binlerce insanı toplayıp korku duvarlarını yıkarken denenmiştir…. Türkiye’nin dört bir yanında emekçi halka Kürt sorununu anlatırken denenmiştir…. Partimiz bu bilinci yerleştiriyor. Çözümü halkların kader birliğinde ve mücadelesinde görüyor. Sosyalist Partinin Kürt sorununu çözmek için cesareti var, …mücadelesi var, programı var (Sayfa 15-16).

Kürt Milleti, kendi kaderini tayin hakkına kayıtsız şartsız sahiptir. Eğer, isterse ayrı bir devlet kurabilir. Emekçilerin çıkarı, demokratik bir halk devrimiyle tam hak eşitliği ve özgürlük temelinde gönüllü birliği gerçekleştirmededir. Ayrılma hakkı gönüllü birliğin her zaman vazgeçilmez koşuludur.

Birlikte veya ayrı ayrı yaşamak milletlerin özgür iradelerine bağlıdır. Bu özgür iradenin ortaya konabilmesi için, Kürt illerinde referandum yapılmalıdır. Referandumda ayrılmayı savunanlar da özgürce propaganda yapabilmelidir.

Bugünkü tarihsel koşullarda, iki milletin emekçilerinin yararına olan çözüm, iki federe devletin eşit olarak katıldığı demokratik, federal bir cumhuriyettir. Bu federasyonda iktidar, köylerden ve mahallelerden başlayarak, ilçelerde, illerde  federe ve federal düzeyde demokratik seçimlerle belirlenen halk meclisleri aracılığıyla  kullanılır.

İlçe ve il yönetimleriyle, federe hükümetler ve federal hükümet bu meclislerin yürütme organlarıdır; meclislere karşı sorumludurlar.

Federal Halk Meclisi iki meclisten oluşur: Temsilciler Meclisi ve Milletler Meclisi.

Temsilciler Meclisi, belli sayıda yurttaşa bir milletvekili olmak üzere bütün yurt çapında yapılan seçimlerle belirlenir.

Milletler Meclisi her federe devletten eşit sayıda seçilmiş üyenin katılımıyla oluşur.
Yasalar her iki mecliste çoğunluk kararıyla kabul edilir.
Meclislerden birinin reddettiği yasa yürürlüğe girmez.

Çalışma Yasası, Ceza Yasası, Medeni Yasa, Yargı Usulü Yasaları bütün ülkede yürürlüktedir, federal organlarca kabul edilir.
Her federe devlette azınlıkların çoğunlukta olduğu ilçe ve illerde halk isterse bölgesel özerklik uygulanır.

Federal Anayasa, iki milletin ortak anayasasıdır. Her iki milletin ayrı ayrı çoğunluğu tarafından referandumla kabul edilerek yürürlüğe girer. Federe devletlerin ayrıca kendi anayasaları vardır. Federal Anayasa federe cumhuriyetler tarafından benimsendiği ölçüde giderek artan unsurları kapsar.

Federal Cumhuriyet’in bayrağı ve marşı, Türklerin ve Kürtlerin ortak bayrakları ve marşlarıdır. Ayrıca her federe devletin kendi bayrağı ve marşı vardır. Federasyonun ismi tek bir millete dayandırılmaz.

Yurt savunması, savaş ve barış sorunları, uluslararası ilişkilerde temsil anlaşmaları yapmak, federal organların yetkisindedir.

Her federe devlet, yabancı devletlerle ticari ve kültürel alanlarda doğrudan ilişkiler kurabilir, konsolosluklar açabilir.

Her yönetim kademesinde iktidar bütünüyle halk meclislerinde ve bu meclislere karşı sorumlu olan yerel yönetimlerdedir. Bu yönetim sistemi dışında, merkezi idarenin atadığı valilikler, kaymakamlıklar, emniyet ve jandarma örgütü kaldırılır. Bu demokratik yönetim sistemi, aynı zamanda milli eşitlik ve özgürlüğü de güvence altına alır.

Yerel güvenlik örgütleri, yerel meclislere sorumlu olan yerel yönetimlerin emrindedir. Köy güvenlik örgütleri, köy gençlerinden oluşur ve köy kurullarının emrindedir.

Ulusal ve toplumsal gelişme yanında kardeşliğin de önünde engel oluşturan toprak ağalığı, aşiret reisliği ve her türlü Ortaçağ ilişkisi, köylülerin seferber edilmesine dayanan ve köylü komitelerinin önderlik ettiği bir toprak reformuyla kaldırılır.

Federal cumhuriyet, piyasa ekonomisinin derinleştirdiği bölgeler arası eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için, ekonomik bakımdan geri bölgelerin yatırım paylarını artırır. Böylece birliğin ekonomik temelini geliştirir ve pekiştirir.

Ekonomide tek bir federal istatistik sistemi uygulanır.

Her milletin, milli ve dini azınlıkların dillerini ve kültürlerini geliştirme, siyasal çalışma ve örgütlenme hakları ve özgürlükleri güvence altındadır.

Resmi dil Türkçe ve Kürtçedir. Her federe cumhuriyette kendi dili esastır. Federal organların kararları iki dilde yazılır.  İlkokuldan üniversiteye kadar ve bütün kültür kurumlarında, her iki dilden eğitim, araştırma, basın, yayın, radyo, televizyon, vb iletişim olanakları gerçekleştirilir.

Kürt milletinin demokratik kültürü, bugüne kadar uygulanan baskılara son verilmesi sayesinde özgürce serpilme olanaklarına kavuşur. İktidar organları diğer ülkelerde bulunan  Türkler ve Kürtlerle demokratik kültür alışverişinin özgürce gelişmesi ve bütün dünya halklarıyla ortak enternasyonal bir kültürün renkli ve çoğulcu bir ortamda boy atması için çalışır.

Bütün iktidar organları, toplum hayatında ve milletler arasında sorunları zor kullanarak çözen ve şiddeti kutsayan eski kültürün bütün temelleriyle tasfiyesi ve halk içinde barışçı, insana saygılı ve şiddeti hor gören, enternasyonalist bir emekçi kültürünün yayılması için çalışır.

Yaşadığımız toprağın tarihini Malazgirt savaşıyla başlatan bağnaz milliyetçi kültüre ve her türden milliyetçiliğe karşı, ülkemizin tarihsel derinliklerinden bu yana çeşitli kavimlerin katkılarıyla zenginleşmiş kültür kaynaklarımızı arayan, koruyan, bu kaynaklardan beslenen, demokratik, insan sever, evrensel ve enternasyonalist bir kültür geliştirilir. Ülkemizin evrensel kültür zenginliğini yansıtan yer isimlerinin değiştirilmesine son verilir, her yer bilinen ve yerleşmiş ismiyle anılır” (Sayfa 16-20).

2. Sosyalist Parti Genel Başkanının Sözlü İfadeleri

(a) Sosyalist Parti Kongresi Açılış Toplantısında (24-25 Ağustos 1991)

“Sosyalist parti, Kürt ve Türk halkları arasındaki tek köprü…. Bu düzen kürt meselesinde iflas etmiştir ve buradan çatır çatır çöküyor… Yegane çözüm nedir?…. Bu mesele Kürt halkının iradesine saygı gösterilerek çözülür….esas çözücü Kürt halkıdır…..Kürtlere ne istiyorsunuz diye soracağız… yok ayrılmak isterlerse iradelerine saygı duyacağız. Biz referandum yapacağız. Kürt halkına soracağız…. Hakkari’den başlayıp Antep’e kadar herkese soracağız: “Bu topraklarda ayrı bir devlet kurmak istiyor musunuz? Evet mi hayır mı? Sosyalist Parti birleşmeden yana… Ayrılığa zorlayan nedir? Zulümdür. Türk Devletinin Kürt halkı üzerindeki zulmüdür. Bu zulmü yıkacağımıza göre zaten zulmü yıkmak da Kürt halkının iradesini kabul etmektir, birliği savunacağız…. Sosyalist Parti, iki halkın bir federasyonla birliğini, ortak iktidarını savunacak… Sosyalist Parti Türk ve Kürt halkı arasındaki tek köprüdür… Kürtle kader birliği yapmış; Türk devletine tavır koymuş ve bu tavrını sürdürecek olan Sosyalist Parti’den başka ikinci bir parti yoktur”.

(b) 11 Ekim 1991 tarihinde bir televizyon programında

“….Şimdi bu iç güvenliğin adını koyalım. Kürt meselesidir bu. İç güvenlik meselesi diye koydunuz mu jandarmayla çözersiniz. Kürt meselesi diye koydunuz mu demokrasi ve özgürlükle çözersiniz. Şimdi Fırat’ı bu rejim sınır haline getirmiştir… İktisadi sınırdır… İkincisi siyasi sınır yapmışlardır Fırat’ı ….üçüncüsü ideolojik sınır…. Türk milliyetçiliği Fırat’ta boğuldu, geçemez öte tarafa,…. Çünkü bu topraklarda milliyetçilik olmaz… Bu bir Türk sorunudur aynı zamanda Kürt sorunu…. Kardeşçi çözüm Sosyalist Parti’dedir. Bu beş parti de milliyetçi oldukları için,….bölücü duruma gelmişlerdir. Kardeşçe çözüm bir federasyon öneriyoruz biz. Kürt milletine kendi kaderini tayin hakkı tanınmalıdır. İşte birliğin koşulları o zaman olur…zorla birlik olmaz. Sizin çözümleriniz iflas etmiştir. Göreceğiz, Sosyalist Partinin çözümü gelecektir.

(c) 13 Ekim 1991 tarihinde Ankara’daki bir açık hava toplantısında

“…doğuda özel savaşa son vereceğiz…. özel savaşa Türk Kürt kardeşliği programı…. ile iki milleti eşit düzeye getirerek ve sonunda biçim olarak bir federasyonla çözerek son vereceğiz…. Fırat’ın sınır olmasından rahatsız olduklarını söylüyorlar. Fırat’ı kim sınır haline getirdi? Bunlar… Türk ve Kürt milletlerinin bir federasyonda eşit özgür gönüllü birliği kürt milleti kendi istiyorsa, kendi kaderine sahip olarak buna karar veriyorsa, bunu kabul ediyorsa eşit özgür gönüllü birlik SP. çözümü budur, buna mecbur iki halk iki millet….

(d) 13 Ekim 1991’de bir televizyon programında

“….. Botan’ın kürt köylüsü ayağa kalkmış ve kendisinin efendisi olmaya başlamıştır….ey düzen, sen Kürdün adını mı yasakladın? Kürt halkı ayağa kalkıyor, gündemin ortasına oturuyor, kimliğini eylemiyle kabul ettiriyor, Newrozunu  kutluyor… ezilen Kürt anayasa yapıyor, kanun yapıyor.”

(e) 16 Ekim 1991 tarihinde Şırnak’daki bir açık hava toplantısında

“…. Sosyalist Parti diyor ki arkadaş Kürt sorunu askerle mermiyle çözülemez, Kürt meselesi hürriyetle….., eşitlikle çözülür. Kürt ve Türk milletleri eşit hakka sahip olmalıdır.

Kürt ve Türk milleti bir halk cumhuriyeti kuracaklar… Biri yaşayacak diğeri ezilecek diye bir şey yok böyle… Ezilen Kürt halkının yanında olan Sosyalist Parti’dir… Kürt halkı yıllardır verdiği mücadeleyi ayağa kalkarak göstermeye başladı…. Kürt halkı yeni bir devrim yapacak… ezilen Kürt halkı Sosyalist Parti’ye geliyor… Buji Serihdan, buji halkımız!”

(f) 17 Ekim 1991’de Van’daki bir açık hava toplantısında

“….Türk Milliyetçiliği Fırat’ta boğuldu…. Kürt halkını bu devlet o kadar ezmiş ki adını bile silmiş adını bile yasaklamış ama yasaklamakla olmuyor….Kürt gerçeği gelip kendini kabul ettirdi…Türk ve Kürt kardeş olarak kalabilsinler; köle oldu mu kardeşlik olmaz, ikisi eşit olacak ikisi aynı hakka sahip olacak… Türkle Kürt birleşmezse kurtulamaz…..o aritmetiği bir yere yazacaksın: Türkiye halkı artı ezilen Kürt eşittir demokrasi, özgürlük ve kurtuluş…. Buji Kürdistan!…”

Son toplantının görsel-işitsel kayıtlarına dayanarak Sayın Perinçek yine de 12 Mayıs 1992 tarihinde Anayasa Mahkemesi önündeki duruşmada son cümleyi söylediğini reddetmiştir.

B. Sosyalist Parti’nin Kapatılması

14. Anayasa Mahkemesi, 28 Kasım 1991 tarihinde Cumhuriyet Başsavcısı’nın başvurusunu, yazılı ön görüşlerini 29 Ocak 1992 tarihinde sunan ve önce bir duruşma ya da hiç olmazsa ek görüşlerini sözlü olarak vermek için izin  isteyen görüşlerinin tamamını ise 30 Mart 1992 tarihinde sunan SP Kurulu’na göndermiştir. Anayasa Mahkemesi sadece ikinci isteği kabul etmiş ve kısa bir süre önce parti başkanlığından ayrılan Sayın Perinçek’i 12 Mayıs’ta dinlemiştir.

SP temsilcileri öncelikle Anayasa Mahkemesi önünde Cumhuriyet Başsavcısı’nın dayandığı 2820 sayılı kanunun belli hükümlerine itiraz etmişlerdir. Ayrıca Mahkemenin, SP’nin yayınlarını (Bkz. yukarıdaki 13. paragraf) bu partiye karşı delil olarak kabul etmemesini istemişlerdir. Yayınlardan ikisi, 6 Temmuz 1991 tarihinde parti başkanı seçilmeden önce, Sayın Perinçek tarafından yapılan konuşmaların kopyalarıdır; dahası, Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından incelenmiş ve yasaya aykırı bulunmamıştır (Bkz. yukarıdaki 11. paragraf).

Parti temsilcileri, 8 Aralık 1988 tarihinde Anayasa Mahkemesi’nin, SP’yi programı nedeniyle kapatma başvurusunu reddettiğini vurgulamışlardır (Bkz. yukarıdaki 10. paragraf).  Şimdi sadece,  bu mahkeme  tarafından daha önce incelenen  programın 31. paragrafının tekrarından ibaret olan Sayın Perinçek’in sözlü ifadeleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nin SP’yi kapatma kararı almasının kendisiyle çelişmesi olacağını savunmuşlardır. Son olarak, görüşlerinde, özellikle Ceza Kanunu’nun 142. maddesini fesheden (Bkz. aşağıdaki 18. paragraf)  Terörle Mücadele Yasası’nın 3713 no’lu yasasının yürürlüğe girmesinden sonra, Marx ve Lenin yanlısı faaliyetlerin sürdürülmesinin yasa dışı olmadığını ve siyasi bir partiye diğerlerinden farklı davranılmasının Türk yasama organının amacının yenilgisi olacağını belirtmişlerdir.
15. 2820 sayılı kanunun 101. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesi 10 Temmuz 1992 tarihinde, yasanın 107. maddesine uygun olarak kıymetlerinin Hazine’ye transferini ve ipso jure kanun hükmü ile partinin tasfiye edilmesini beraberinde getiren kapatma kararını vermiştir. Bu karar 25 Ekim 1992 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Sonuç olarak parti kurucu ve yöneticilerinin herhangi bir siyasi kuruluşta benzeri görevleri üstlenmeleri yasaklanmıştır (Anayasanın mülga 69. maddesi – bkz. aşağıdaki 16. paragraf).

Anayasa Mahkemesi, verdiği kararın giriş bölümünde SP’nin sözkonusu yayınlarının televizyonda sözlü beyanlarda bulunan Parti Başkanı Sn. Perinçek’in adını ve imzasını taşıdığını belirtmiştir. Böylece bu yayın ve beyanlar SP’yi de bağlamış ve sonuç olarak 2820 sayılı kanunun 101. maddesi gereğince konu ile ilgili kanıt olarak kabul edilmişlerdir.

Anayasa Mahkemesi ya kendisinin ya da DGM’lerin önceki kararlarının (Bkz. yukarıdaki 10-11. paragraflar) liderlerinin değil partinin faaliyetleri ile ilgili mahkeme önündeki davanın incelenişini bir şekilde etkilediğini düşünmemişlerdir. Ayrıca  belirli bir şekilde davranmayı suç sayan Ceza Kanunu hükmünün kaldırılmasının benzeri bir davranışın bundan böyle 2820 sayılı kanun gereğince kapatma için geçerli bir temel oluşturmadığı gibi bir anlam taşıdığını kabul edemez.

Anayasa Mahkemesi 8 Aralık 1988 tarihli kararından farklı olarak davanın şimdi yeni gerçek ve kanıtlara dayandığını ve böylece hukukta farklı yeni soruları gündeme getirdiği kanaatindedir. Artık, SP’nin programının ve tüzüğünün hukuka uygunluğu konusunda değil, siyasi faaliyetlerinin ilgili yasaklara uyup uymadığı konusunda karar vermeye gerek vardır.

Anayasa Mahkemesi Davanın  esası konusunda karar verirken SP’nin siyasi mesajında, inter alia, iki topluma seslendiğine dikkati çekmiştir: Kürt Milleti ve Türk Milleti. Fakat etnik kökeni ne olursa olsun vatandaşları Türk olan Türkiye Cumhuriyeti içinde iki milletin varolduğu kabul edilemez. Gerçekte, Kürtlerin milli ve kültürel hakları konusunda SP tarafından yapılan beyanların amacı azınlık yaratmak ve sonunda Türk Milleti’nin birliğinin ve Türk Devleti’nin toprak bütünlüğünün aleyhine bir Kürt-Türk Federasyonu kurmaktır.

Yabancı asıllı diğer vatandaşlar gibi Kürt kökenli vatandaşlar da kimliklerini özgürce ifade edebilirler, fakat anayasa ve hukuk onların ayrı bir millet ve devlet oluşturmalarını yasaklamıştır. SP, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan başlıca ilkeye, Atatürk Milliyetçiliğine ideolojik olarak karşıdır.
SP’nin siyasi faaliyetlerinin amacı, uygulanan yöntemlerdeki farka rağmen, terörist örgütlerin amaçları ile benzerlik gösterdiği için, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. ve 17. maddelerine aykırıdır.
Kısacası bağımsız federe bir devletin kurulması amacıyla, sosyal olarak bütünleşmiş bir toplumu savaşmaya tahrik eden ve bölücülüğü destekleyen SP’nin amaçları gibi amaçlar kabul edilemezler ve söz konusu partinin kapatılmasını haklı kılarlar.

II. İLGİLİ İÇ HUKUK

A. Anayasa
16. Anayasanın ilgili hükümleri aşağıdaki gibidir.

Madde 2
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

Madde 3 Paragraf 1
“Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.”

Madde 4
“Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
Madde 6
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”
…..

Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz…”

Madde 10 Paragraf 1
“Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir”

Madde 14 Paragraf 1
“Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla kullanılamazlar.”

Madde  66 Paragraf 1
“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”

Madde 68 (Önceki)
“…..

Sınıf veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan siyasi partiler kurulamaz”.

Madde 69 (Önceki)
“Siyasi partiler, tüzük ve programları dışında faaliyette bulunamazlar; Anayasanın 14 üncü maddesindeki sınırlamalar dışına çıkamazlar; çıkanlar temelli kapatılır.
……

Siyasi partilerin parti içi çalışmaları ve kararları demokrasi esaslarına aykırı olamaz.
…..

Cumhuriyet Başsavcılığı, kurulan partilerin tüzük ve programlarının ve kurucularının hukuki durumlarının Anayasa ve kanun hükümlerine uygunluğunu, kuruluşlarını takiben, öncelikle denetler; faaliyetlerini de takip eder.

Siyasi partilerin kapatılması, Cumhuriyet Başsavcılığının açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesince karara bağlanır.

Temelli kapatılan siyasi partilerin kurucuları ile her kademedeki yöneticileri; yeni bir siyasi partinin kurucusu, yöneticisi ve denetçisi olamayacakları gibi…..”
B. 2820 no’lu Siyasi Partiler Kanunu

17. 2820 no’lu Siyasi Partiler Kanununun İlgili hükümleri aşağıdaki gibidir:

Madde 78
“Siyasi Partiler

(a) Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini;
…Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, milli marşına…. dair hükümlerini; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu…. egemenliğin kullanılmasının  belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı…hükmünü…. değiştirmek;

Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak;

Amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler.

(c) Sosyal bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde egemenliğini veya zümre egemenliğini ya da herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamazlar ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.

Madde 80
“Siyasi Partiler Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı devletin tekliği ilkesini değiştirmek amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar”

Madde 81
“Siyasi Partiler
(a) Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya dini kültür veya mezhep veya azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.
(b) Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler ve bu yolda faaliyette bulunamazlar….”

Madde 90(1)
“Siyasi Partilerin tüzük, program ve faaliyetleri Anayasa ve bu Kanun hükümlerine aykırı olamaz.”

Madde 101
“Anayasa Mahkemesince bir siyasi parti hakkında kapatma kararı
(a) Parti tüzüğünün veya programının …. bu Kanunun dördüncü kısmında yer alan hükümlerine aykırı olması;
(b) Parti büyük kongresince, merkez karar ve yönetim kurulunca ….. bu Kanunun dördüncü kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı karar alınması veya genelge veya bildiriler yayınlanması……. parti genel başkanı veya genel başkan yardımcısı veya genel sekreterinin sözü edilen bu maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunması
(c) …. yönetim kurulunca….. partiyi temsilen konuşma yapacağı bildirilmiş olan kimsenin, radyo veya televizyonda yaptığı konuşmanın bu Kanunun ……hükümlerine aykırı olması,
Hallerinde verilir.”
Madde 107 (1)
“Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılan siyasi partinin bütün malları Hazineye geçer.”

Madde 101’de değinilen Kanunun dördüncü kısmı yukarda verilen madde 90(1)’i de kapsamı içine almaktadır.

C. Türk Ceza Kanunu

18. Türk Ceza Kanunun 142. maddesi aşağıdaki gibi idi:

“(1) Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmek veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmak yahut memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlarından herhangi birini devirmek veya Devlet siyasi ve hukuki nizamlarını top yekün yok etmek için her ne suretle olursa olsun propaganda yapan kimse, beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Cumhuriyetçiliğe aykırı veya demokrasi prensiplerine aykırı olarak Devletin tek bir fert veyahut bir zümre tarafından idare edilmesi için her ne suretle olursa olsun propaganda yapan kimse aynı ceza ile cezalandırılır.

(3) Anayasanın tanıdığı kamu haklarını ırk mülahazasıyla kısmen veya tamamen kaldırmayı hedef tutan veya milli duyguları yok etmek veya zayıflatmak için, her ne suretle olursa olsun propaganda yapan kimse, beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezasıyla cezalandırılır.
…”

KOMİSYON ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER

19. Başvuranlar 31 Aralık 1992 tarihinde Komisyon’a başvurmuşlardır. SP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının aşağıdaki maddeleri ihlal ettiğini iddia etmişlerdir:

(i) Sözleşmenin 6. maddesinin 1. ve 2. paragrafı ve 14 ve 18. madde ile birlikte ve ayrı ayrı 9, 10 ve 11. maddeler
(ii) 1 no’lu Protokolün 1. ve 3. maddesi
20. Komisyon, 6 Aralık 1994 tarihinde 6. maddenin 2. paragrafına bağlı şikayetin kabul edilemez olduğunu ve 21237/93 no’lu başvurunun geri kalanının kabul edilebilir olduğunu açıklamıştır.
21. Komisyon, 26 Kasım 1996 (Madde 31) tarihli raporunda, Sözleşmenin 11. maddesinin ihlal edildiği, fakat 6. maddenin 1. paragrafının ihlalinin söz konusu olmadığı 9. ve 10. maddelere bağlı farklı bir durumun ortaya çıkmadığı ve şikayetleri ayrı olarak 14. ve 18. maddeler ile 1 no’lu Protokolün 1. ve 3. maddeleri çerçevesinde değerlendirmeye gerek olmadığı şeklindeki ortak görüşü ifade etmiştir. Komisyon görüşünün tam metni bu karara ek olarak hazırlanmıştır.

DİVANA SON SUNUŞLAR

22. Hükümet görüşlerinde “…Divandan Sözleşmenin 6, 9, 10, 11, 14 ya da 18. maddelerinin veya 1 no’lu Protokolün 1. veya 3. maddelerinin ihlal edilmediğini açıklamasını istemiştir.”
23. Başvuranlar, Divandan Sözleşmenin daha önce bahsedilen hükümleri ve 1 no’lu Protokol tarafından güvence altına alınan haklarının ihlal edildiği yönünde karar almasını istemişlerdir.

HUKUKA DAİR
I. SÖZLEŞMENİN 11. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

24. Başvuranlar, Sosyalist Partinin kapatılmasının ve liderlerinin başka herhangi bir siyasi partide benzeri bir görev almalarının yasaklanmasının Sözleşmenin aşağıdaki 11. maddesi ile güvence altına alınan dernek kurma özgürlüğünü ihlal ettiğini iddia etmişlerdir:
“1. Herkes barışçı amaçlarla toplantılar yapmak, dernek kurmak ayrıca çıkarlarını korumak için başkalarıyla birlikte sendikalar  kurmak ve bunlara katılmak haklarına sahiptir.

2. Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak ulusal güvenlik, kamu güvenliği, barış ve düzenin sağlanması ve suç işlemenin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve    özgürlüklerinin korunması amaçlarıyla ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu madde, bu hakların kullanılmasında  silahlı kuvvetler, zabıta mensuplarıyla devletin idare mekanizmasında görevli olanlar hakkında yasal sınırlamalar konmasına engel değildir.”
A. 11. Maddenin Uygulanabilirliği
1. Tarafların Divan Önündeki Sunuşları:

(a) Başvuranlar

25. Başvuranlar siyasi partilerin 11. madde çerçevesi içinde olduğundan şüphe edilemeyeceğini savunmuşlardır.

(b) Hükümet

26. Hükümet görüşünde 11. maddenin ne olursa olsun, siyasi partilere uygulanamayacağını belirtmiştir. Bir partinin tüzüğü veya programı devletin anayasal düzenine zarar veriyorsa, Divan, Sözleşmenin uygulanamaz ratione materiae olduğunu beyan etmeli veya 17. maddeyi uygulamalıdır.

27. SP, açıkça faaliyetleri ile Türkiye’nin temel anayasal esasları ile bağlantısını koparmayı amaçlamıştır. SP’nin ifadelerinden açıkça bellidir ki, parti, Kürt kökenli vatandaşlarının “ulus” ve “millet” statülerinin varolduğunu ve “ayrı bir devlet kurma hakkına” sahip olduklarını düşünmüş ve dahası diğer ülkelerde  konsolosluk açma hakkına sahip federal yönetim birimlerinin oluşturulmasını da kapsayacak bir federasyon kurulmasını savunmuştur. Bu durum, devletin temel yapısına karşı bir tehdit oluşturmaya başladığı için, Anayasa Mahkemesi siyasi amacın anayasaya uygunluğunu incelemek zorunda kalmıştır. Anayasa Mahkemesi böyle davranarak, Alman Anayasa Mahkemesi’nin yabancı uyrukluların yerel seçimlerde oy kullanması konusunda aldığı 31 Ekim 1991 tarihli kararını ve Fransız Anayasa Kurulu’nun 9 Mayıs 1991 tarihinde Corsica’nın statüsü hakkında aldığı kararı izlemiştir.

Hükümetin görüşünde, Sözleşmeye üye devletlerin partilerinin hiçbir şekilde anayasal kurumlarının ve özellikle de mevcudiyetlerinin en önemli şartları olduğunu kabul ettikleri esasların Strazburg kuruluşları tarafından incelenmesi için sunulmasının düşünülmediği belirtilmiştir. Bu nedenle, SP gibi bir siyasi parti bu kuruluşları veya ilkeleri gündeme getirdiğinde, Sözleşmenin veya Protokol’ün uygulanmasını talep edemez, çünkü bu davada söz konusu olan SP’nin dernek kurma hakkı değil, Sözleşme çerçevesi içinde olmayan kendi geleceğini tayin etme hakkıdır.

SP hususunda, en azından Sözleşmenin 17. maddesi uygulanmalıdır, çünkü parti şiddet kullanmayı savunmuş, Türk Devletine karşı nefret duygularını artırmış ve toplumu iki karşıt gruba bölmeyi amaçlamıştır. SP, bu şekilde davranarak Kürdistan İşçi Partisi (PKK) tarafından söylenenlerin  aynısını, kendisini adı geçenin yöntemlerinden uzak tutmadan, söylemiştir. Dahası Anayasa Mahkemesi SP’nin kapatılması kararında 17 inci maddenin SP davası ile ilgili olduğunu fark etmiş ve partinin faaliyetlerinin bu madde hükmü kapsamı içinde değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.

(c) Komisyon

28. Komisyon 11. maddenin, faaliyet alanını derneklerin belli şekilleriyle veya gruplarla sınırlayacağını ya da siyasi partilere uygulanmayacağını ima eden hiçbirşey içermediği şeklindeki görüşünü ifade etmiştir. Aksine, eğer 11 inci maddenin demokrasinin işleyişini güvence altına alan yasal bir güvence olduğu düşünülseydi, siyasi partiler bunun koruduğu en önemli kuruluş şekillerinden biri olurdu. Bu bağlamda, Komisyon aldığı birçok kararda 11. madde çerçevesinde incelediği siyasi partilerin faaliyetleri konusundaki sınırlamalara ve hatta 11. maddenin bu türdeki örgütlere uygulandığını üstü kapalı biçimde kabul ederek, bu partilerin kapatılmasına ilişkin birçok karara değinmiştir (Bkz. Alman Komünist Partisi Davası, başvuru no 250/57), Yıllık 1, s.222; Rum Davası, Yıllık 12, s.170, s.392; Fransa, Norveç, Danimarka, İsveç ve Hollanda Türkiye’ye Karşı Davası, başvuru no 9940-9944/82 DR 35, s.143).

Ayrıca, Divan önündeki duruşmada Komisyon delegesi, ne SP’nin programının ne de Sn. Perinçek’in söz konusu ifadelerinin Sözleşme tarafından güvence altına alınan hak ve özgürlükleri ihlal etmediği için Sözleşmenin 17. maddesinin uygulanmasının gerekli olmadığını belirtmiştir.

2. Divanın Değerlendirmesi
29. 30 Ocak 1998 tarihli Türkiye Birleşik Komünist Partisi Türkiye’ye Karşı Kararında Divan, siyasi partilerin demokrasinin işleyişi için önemli örgütler olduğuna, Sözleşme sisteminde demokrasinin öneminin ışığı altında siyasi partilerin şüphesiz, 11. madde çerçevesi içinde olduğuna hükmetmiştir. Divan, diğer taraftan siyasi partiler dahil olmak üzere, derneklerin faaliyetlerinin devlet otoritelerinin, Devletin anayasal yapısına zarar verdiği ve kısıtlamaların uygulanması gerektiği şeklindeki nitelendirmesi  sebebiyle Sözleşme tarafından verilen güvencenin kapsamı dışına alınamayacağını belirtmiştir (Bkz. 30 Ocak 1998 tarihli Türkiye Birleşik Komünist Partisi ve Diğerleri Türkiye’ye Karşı Davası, Karar ve Hüküm Raporları 1998-…,s….,paragraf 25 ve 27). Divan, bu davada farklı bir karara varmak için bir sebep görmemektedir.

Divan 11. madde ile ilgili karar verdikten sonra, Sözleşmenin 17 . maddesinin uygulanması konusunu ele alacaktır (Bkz aşağıdaki 53. paragraf).

B. 11. Madde ile Uygunluk

1.  Müdahale olup olmadığı

30. Divan önündeki gelişmeler, SP’nin kapatılmasının üç başvurucunun dernek kurma özgürlüğüne müdahale teşkil ettiğini doğrulamaktadır. Bu aynı zamanda Divan’ın da görüşüdür.
2. Müdahalenin Meşruluğu
31. Böyle bir müdahale, hukuk tarafından öngörülmemişse, ikinci fıkrada belirtilen meşru amaçlardan birini veya birkaçını izlemiyorsa ve bu amaçlara ulaşmak için “demokratik bir toplumda zorunlu” değilse, 11. maddenin ihlalini oluşturacaktır.
(a) “Hukuk Tarafından Öngörülme”

32. Anayasa Mahkemesi tarafından hükmedilen tedbirler Anayasa’nın 2, 3/1, 6, 10/1, 14/1 ve mülga 68. maddesine ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 78, 81 ve 96(3) bölümlerine dayandırıldığına göre, müdahalenin hukuk tarafından öngörülmüş olduğu, ortak görüştür (Bkz. yukarıda 16-17. paragraflar).

(b) Meşru Amaç

33. Hükümet, müdahalenin birçok meşru amaç taşıdığını ileri sürmüştür: ulusal güvenliğin, kamu güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün sağlanması ve başkalarının  özgürlüklerinin korunması. Eğer Divan, 16 Aralık 1992 tarihli, Hadjianastassiou/Yunanistan Kararında (Seri A no: 252) olduğu gibi soyut bir casusluk davasının ulusal güvenliğe zarar verebileceğini kabul etmiş olsaydı, bu davada olduğu gibi, Sözleşmeye taraf bir devletin varlığının tehdit edildiği bir durumda benzer bir sonuca ulaşmak için yeterli bir sebep olabilirdi.
34. Başvuranlar, Anayasa Mahkemesi önünde, Cumhuriyet Başsavcısının hiçbir aşamada ulusal güvenliğe veya kamu güvenliğine dayanmadığını gözlemlemişlerdir.
35. Komisyon, yetkililerin görüşüne göre Devletin yıkılmasına veya topraklarının bölünmesine yol açabilecek yasaklayıcı faaliyetlerin ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğünü koruma eğiliminde olduğunun söylenebileceğini düşünmüştür.
36. Divan SP’nin kapatılmasının 11. maddede öngörülen “meşru amaçlar”dan en azından birini izlediğini düşünmektedir: ulusal güvenliğin korunması.

(c) “Demokratik bir toplumda zorunluluk”

(i) Divan Önündeki Sunuşlar

(1) Başvuranlar
37. Başvuranlar, çoğulcu demokratik ve parlamenter bir sistemde insanların Kürt sorunu ve bunun nasıl çözüleceği hakkında düşüncelerini ifade haklarının olması gerektiğini söylemişlerdir. SP, kamuoyunun iktidara gelme hakkına sahip olması gereken bir bölümü tarafından desteklenen siyasi bir parti idi.

SP’nin o sırada Alman Federal Anayasa Mahkemesince kapatılan Alman Komünist Partisi’ne benzerliği bulunmamaktadır (Başvuru no: 250/57, Yıllık 1, s.225). Aksi takdirde Türk Anayasa Mahkemesi 8 Aralık 1988 tarihinde SP’nin kapatılması için yapılan ilk başvuruyu reddetmiş olmazdı (Bkz. yukarıda paragraf 10). O kararda Anayasa Mahkemesi parti tüzüğü ve programının Anayasa’ya uygun olduğuna ve bunun, ülkenin demokratik sisteminin bir parçası olup, açıkça terörizme karşı olduğuna karar vermiştir.

SP, hiçbir zaman hukuka aykırı davranışta bulunmamıştır ve bunun en iyi kanıtı, o zamanki genel başkanı ve şimdi başka bir siyasi partinin, İşçi Partisi’nin, genel başkanı olan Sayın Perinçek’in hukuka uygun bir şekilde görevine devam etmesidir.
SP, her zaman Türk Devleti’nin birliğini savunmuştur. Onun Kürt sorunu için çözüm olarak önerdiği federal sistem Türk Devleti’nin birliğini bozmayacaktı. Almanya ve İsviçre de federasyon idiler ve hiç kimse o statüde bu ülkeleri bölecek bir program görmemiştir. Tersine, Türkiye için federasyon, gelecek için daha geçerli bir çözüm oluşturacaktır.

(2) Hükümet
38. Hükümetin sunuşuna göre bu dava ile Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) davası arasındaki benzerlik sadece görünüştedir ki, bu da, her iki partinin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmış olmasına dayanan tek geçerli benzerliktir. TBKP davasında Anayasa Mahkemesi’nin görevi parti tüzüğü ve programının Anayasa’ya ve Siyasi Partiler Kanunu’na uygun olup olmadığını belirlemekti. Öte yandan SP davasında -Anayasa Mahkemesi’nin kararında açıkça izah ettiği gibi-  mahkemenin, SP’nin formasyonunun sonucu olan faaliyetlerinin o belgelerle uyumlu olup olmadığını belirlemesi gerekmekteydi.

Partinin Anayasa’ya uygunluğunun ilk denetiminden sonra (Bkz. yukarıda paragraf 9-10) Anayasa Mahkemesi’nin tersine, Komisyon’un göz önüne almamış olduğu SP’nin faaliyetleri ile ilgili yeni maddi vakıalar ve deliller ortaya çıkmıştır. Bunlar 1990’dan itibaren özellikle 1991’de, SP’nin faaliyetlerinin, kuruluş belgelerinde yansıtılan başlangıçtaki yaklaşımından radikal bir biçimde uzaklaştığını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana esinlendiği temel kavramların bozulmasına yöneldiğini göstermiştir.

Bu bozulma özellikle SP’nin genel başkanı Sayın Perinçek tarafından mitinglerde, kongrelerde veya  siyasi toplantılarda yapılan ve bazıları, sonradan parti tarafından yayınlanan konuşmalarda görülecektir. Sayın Perinçek şiddet içeren, saldırgan ve provoke edici bir dil kullanmış, tüm diğer siyasi partileri karalamış ve taraflar arasında “ayağa kalk!” ifadesinin kullanımıyla bir ayaklanmaya çağrıda bulunarak şiddetin ve terörist yöntemlerin kullanımını haklı çıkarmaya çalışmıştır. Anayasa Mahkemesi sonuç olarak SP’nin kullandığı dilin ve yöntemlerinin kardeşlik ve eşitlik çağrıları ile uyumlu olmadığına karar vermiştir.
39. Hükümet Divan’ın 25 Kasım 1997 tarihli Zana Türkiye’ye Karşı davasındaki (Raporlar 1997…) kararda Türkiye’deki durumun analizine atıfta bulunarak, 1990 ve 1991’de binlerce ölüme yol açan ve kadın- çocuk ayırmayan terörist faaliyetlerde hoş görülemeyecek bir artış olduğunu söylemiştir. Bu tablo karşısında tanınmış bir siyasi liderin açıklamalarının şiddeti ve nefreti vahimleştirmesi kaçınılmazdır. Böyle durumlarda otorite, ifade özgürlüğünün saldırgan veya zarar verici açıklamalara da uygulanması hususunda ilgili değildir. Bu davada Divan, ülkenin tamamının menfaatine olan siyasi ve ekonomik  konulardaki siyasi bir tartışma ile değil, anayasa ve statü tarafından tanımlanan tüm haklar ve özgürlüklerden hiçbir ayrıma tabi olmaksızın yararlanan bir toplumun iki kesimi arasına kanlı ve ölümcül bir mücadele katmaya kışkırtmak ile ilgilenmiştir.

Bu bağlamda Hükümet TBKP davasında (Bkz. yukarıda belirtilen karar, sayfa…, 49. paragraf) yaptığı gibi Komisyon içtihatlarına atıfta bulunmuştur. Bu içtihatlara göre müdahale meşru amaç olarak kamu düzeninin, toprak bütünlüğünün kamu menfaatinin veya demokrasinin korunmasını izlemişse Sözleşme organları müdahaleyi haklı kılan şiddet riskinin gerçek olmasını, o anda varolmasını veya yakında vaki olacak olmasını aramamışlardır.
Söz konusu müdahalenin gerekliliğine itiraz etmek için Sayın Perinçek’in Devlet Güvenlik Mahkemelerindeki beraatlerine dayanmak da tam olarak gerekli değildir; çünkü birbirlerinden tamamen farklı amaçlar izleyen iki tür yargılama söz konusudur.  Birinci tür ceza yargılamasıdır ki, mahkeme bir bireyin kişisel sorumluluğuna hükmetmiştir; oysa ikinci tür yargılamada – Divan önünde tekzip edilenler gibi – Anayasa yargısında tek konu bir siyasi partinin sözleşmeye uygun olup olmadığı ve farklı bir kriter uygulanmasını gerektirip gerektirmediği idi.

(3) Komisyon
40. Komisyon SP’nin kapatılmasının demokratik bir toplumda gerekli olmadığı kanaatine varmıştır. Bay Perinçek’in mevcut olaydakilere benzer ifadelerinden dolayı geçmişte ceza mahkemelerinde suçlandığına ama hakkındaki suçlamalardan beraat ettiğine dikkat çekilmiştir. Komisyon’un edindiği izlenim; Türk adli makamlarının gözünde dahi, bu yayınların güç kullanılarak Kürt Devletinin kurulmasına veya Devletin Anayasal düzeninin bozulması için aşırı uç ve terörist grupları teşvik etmeye yönelik olmadığı yönündedir.
Komisyon aynı zamanda SP’nin siyasi amaçlarına ulaşmak için tamamen hukuki yollar izlediği ve Türkiye’nin demokratik, çoğulcu düzenini bozmak gibi bir maksatla hareket etmediği veya ırka dayalı ayırımcılığı destekleyerek temel insan haklarını ihlal etme çabası içinde olmadığı görüşündedir.

(ii) Divanın Değerlendirmesi
41. Divan başvurunun özerk rolü ve farklı çerçevesini göz ardı etmeksizin, Madde 11’in Madde 10 ışığında değerlendirilmesi gerektiğini tekrarlamaktadır. Düşüncelerin ve bunların ifade edilmesine dair özgürlüklerin korunması, Madde 11’de ifade edildiği üzere sendika kurma ve dernekleşme özgürlüğünün amaçlarıdır. Bu husus çoğulculuk ve demokrasinin iyi işleyişini güvence altına almaları konusundaki rolleri açısından siyasi partiler için de geçerlidir.
Divanın sayısız kereler altını çizdiği gibi çoğulculuk olmadan demokrasi olmaz. Bu nedenle Madde 10’un ikinci paragrafındaki ifade özgürlüğü kavramı, sadece lehdeki bilgi ve düşünceler veya saldırgan olmayan ifadeler açısından değil, saldırgan, sarsıcı, rahatsızlık verici ifadeler açısından da geçerlidir. Faaliyetlerinin kendi başlarına ifade özgürlüğünün toplu halde kullanılması niteliği taşıdığından siyasi partilerin Sözleşmenin 10. ve 11. maddeleri anlamında bir korumayı aramaya hakkı vardır (Bkz. diğer davalar arasından yukarıda verilen Türkiye Birleşik Komünist Parti Kararı, sayfa…, paragraflar 42-43).
42. Bu davada, 10 Temmuz 1992 kararı ile Anayasa Mahkemesi o noktada artık SP’nin programının ve tüzüğünün hukuka uygun olup olmadığını değil, faaliyetlerinin düzenlemelerdeki yasaklarla çatışıp çatışmadığını değerlendirmek zorunda olduğunu belirtmiştir. Parti kapatılırken Anayasa Mahkemesi Sayın Perinçek tarafından yapılmış – bazıları yazılı olan – ve SP’yi bağlayıcı özelliği bulunan yeni kanıt ve bilgilere haiz çeşitli ifadelere gönderme yapmıştır (Bkz. yukarıdaki 15. paragraf). Sonuç olarak, Divan bu ifadeleri incelemek durumundadır.
43. Anayasa Mahkemesi Sayın Perinçek’in, iki milleti yani Kürt ve Türk Milletlerini ayırarak, Türk Milletinin ve Devletinin bölünmez bütünlüğünün aleyhine olarak  Türkiye dahilinde azınlıkların oluşumunu, Kürt-Türk Federasyonunun kurulmasını savunduğunu belirtmiştir. SP ideolojik olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel taşı olan Atatürk milliyetçiliğine karşıdır. Farklı metodlar kullanmış olsa dahi SP’nin politik faaliyetlerinin amacı terörist organizasyonlarınkine çok yakındır. SP bölücülük ve ayaklanmayı desteklediği için kapatılması haklı görülmüştür.
44. Bu etkenler ışığında, Divan öncelikle söz konusu ifadelerin muhteviyatını incelemeli ve SP’nin kapatılmasını haklı kılıp kılmadıklarını değerlendirmelidir.
İlk konu ile ilgili olarak, ilgili milli makamların kararları doğrultusunda kendi görüşünü oluşturmak yerine milli takdir yetkilerini kullanarak verdikleri kararlarını Madde 11 anlamında değerlendirmelidir (Bkz. mutatis mutandis, yukarıda sözü edilen Türkiye Birleşik Komünist Partisi Kararı, sayfa…, paragraf 47).
45. Dahası Divan’ın önceki kararlarında da değindiği gibi bir demokrasinin en belirgin karakteristiği, ülkenin sorunlarına bir çözüm bulunabilmesi için karşıt fikirler olsa dahi şiddete dönüşmeyen bir diyalog ortamının tesis edilebilmesidir. Demokrasi ifade özgürlüğünü de beraberinde getirir. Bu açıdan bir siyasi grubun Devletin belli bir nüfus grubunun durumu konusunda tartışma ortamı  yaratmanın  ve demokratik kurallar çerçevesinde ilgili herkesi tatmin edecek çözümler üretme çabasında olması nedeni ile kapatılmasının hiçbir açıklaması yoktur (Bkz. yukarda verilen Türkiye Birleşik Komünist Partisi Kararı, sayfa…, 57. paragraf).
46. Sayın Perinçek’in ifadelerinin değerlendirilmesi sonucunda, Divan, bu ifadelerde ayaklanma veya demokratik prensipleri ortadan kaldırmaya yönelik herhangi bir hareket veya şiddet kullanımını teşvik edecek bir anlam bulmamıştır. Aksine, birçok kere kendisi, önerilen siyasi reformun demokratik kurallar çerçevesinde seçim ve referandum ışığında yapılması gerektiğine değinmiştir. Aynı zamanda kendisi milletler ve toplumlar arasında sorunların çözümlerine yönelik kuvvet kullanımını destekleyici ve şiddeti öne çıkaran eski kültür aleyhine konuşmalar yapmıştır (Bkz. yukarıdaki 13. paragraf).
Duruşmada Hükümet Ajanı, Sayın Perinçek’in aşağıdaki ifadeleri ile şiddete yönelik ve terörist metodların kullanımını haklı gördüğünü iletmiştir; “Kürt, yoksul köylülerin savaşını kendi kaderi ile birleştirerek kendini kanıtlamıştır. Kasaba ve illerde binlerce insanla toplantılar düzenleyerek Kürt kendini kanıtlamış ve korku duvarlarını yıkmıştır”. Dahası Hükümet’e göre Sayın Perinçek orada bulunan dinleyicilere “Karpuz değil, cesaret ekin” diyerek onlara, düzeni bozmak  dışında tüm aktivitelerine son vermelerini salık vermiştir. Son olarak “Kürt halkı ayağa kalkıyor” demesi ile Kürt halkını ayaklanmaya teşvik etmiştir.
Divan, bu ifadelerin Kürt halkına yönelik olduğunu onları bir bütün içinde hareket etmeleri ve belli politik amaçlara ulaşmaları hususunda teşvik etmekte olduğunu kabul etmektedir ama herhangi bir şiddet öğesi veya demokratik kuralları hiçe sayma ifadesi olduğunu düşünmemektedir. Bu bağlamda bu ifadeler, Avrupa Konseyi’nin diğer ülkelerindeki politikacılar tarafından yapılan konuşmalardan çok da farklı değildir.
47. Anayasa Mahkemesi, Sayın Perinçek’in konuşmalarını, Kürt ve Türk Milletleri arasında bir sınır çizmekle ve bu şekilde azınlıklar yaratmakla, Türk Devletinin birliğini ve toprak bütünlüğünü bozmak pahasına Kürt-Türk Federasyonunun kurulmasını desteklemekle de eleştirmiştir. Mutlak olarak SP bölücülüğe destek çıkmıştır.
Divan, birlikte okundukları taktirde, ifadelerin asıl amacının Türkler ve Kürtlerin eşit oranda ve gönüllü olarak temsil edileceği demokratik esaslara dayalı bir federal sistemin kurulması yönünde bir politik program olduğunun ortaya çıktığını kaydetmiştir. Aynı şekilde Kürt halkının kendi hakkında karar verebilme ve ayrılma hürriyetine de gönderme yapılmış ama ifadeler metin içinde okunduklarında Türkiye’den ayrılmanın teşvik edilmediği, aksine bir referandumla birlikte ortaya konulabilecek serbest  iradelerinin belirtilemediği takdirde bu teklif edilen federal sistemin oluşturulmasının mümkün olamayacağı belirtilmiştir.
Divan’ın görüşüne göre bu tip bir programın Türk Devletinin mevcut prensipleri ve yapısı ile uyumlu olmaması demokrasi ile de çelişkili olması anlamına gelmez. Mevcut bir devletin yapısını sorgulayan dahi olsa farklı politik programların teklif edilmesi ve tartışılması, demokrasinin kendisine zarar vermemesi şartıyla demokratik sistemin vazgeçilmez öğeleridir.
48. TBKP kararında da (Bkz. yukarıda sözü edilen Türkiye Birleşik Komünist Partisi Kararı, s…., paragraf 58) geçtiği üzere söz konusu ifadelerin toplumun önünde belirtilenlerden daha farklı amaç ve niyetler ihtiva ettiğine dair hüküm verilemez. Sayın Perinçek’in söylediklerinde samimi olduğunu ispatlayabilecek delillerin yokluğunda, samimi olduğundan şüphe duyulmamalıdır. SP böylece, sadece ifade özgürlüğünün kullanılması sebebi ile kapatılmıştır.
49. Divan, Sayın Perinçek’in, Devlet Güvenlik Mahkemelerinde de aynı ifadelerinden dolayı beraat ettirildiğine (Bkz. yukarıdaki 11. paragraf) dikkati çekmektedir. Bu bağlamda Hükümet, iki usulün birbirinden tamamen ayrı olduğunu, usullerden birinin ceza hukukunun uygulanması, diğerinin ise Anayasa Hukukunun uygulanmasına dair olduğunu vurgulamaktadır. Divan, Türkiye Mahkemelerinin Sayın Perinçek’in ifadeleri konusunda birbirinden farklı kanaatlere sahip olduklarını belirtmiştir.
Bu noktada, yukarıda verilen bilgilerin ışığında, SP’nin kapatılmasının demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı yani sosyal bir ihtiyaca cevap verip vermediği ve izlenen meşru amaç ile arasında bir orantının olup olmadığı konusunda karar vermek önem taşımaktadır. (Bkz. diğerleri arasında ve mutatis mutandis, 26 Eylül 1995 tarihli Vogt/Almanya Kararı,  seri A, no 323, sayfa 25-26, paragraf 52)
50. Divan demokrasinin sağlıklı bir şekilde işlemesinde politik partilerin önemini hatırlatarak, (Bkz.yukarıda sözü edilen Türkiye Birleşik Komünist Partisi Kararı, sayfa…, paragraf 25) 11. maddede sözü edilen istisnalar, politik partiler söz konusu olduğu takdirde oldukça dar yorumlanmalıdır; sadece tatmin edici sebepler söz konusu olduğunda partilerin dernekleşme özgürlüklerinin kısıtlanması haklı karşılanabilir. 11. maddenin 2. paragrafı anlamında bir gerekliliğin söz konusu olup olmadığının değerlendirilmesinde; Sözleşmeci Devletler, hem hukuku hem de uygulanmasındaki kararları, bağımsız mahkemelerin aldığı kararlar da dahil olmak üzere, göz önünde tutan Avrupa denetimi ile paralellik arz eden kısıtlı bir takdir hakkına sahiptirler (Bkz. yukarıda sözü edilen Birleşik Komünist Parti Kararı, sayfa…, paragraf 46).
51. Divan söz konusu müdahalenin radikal olduğu kanaatindedir: SP aniden ve daimi surette kapatılmıştır. Malları paraya çevrilmiş ve kanun hükmü ile ipso jure, Hazine’ye devredilmiştir ve parti kapatıldığı esnada Sayın Perinçek’in aralarında bulunmadığı liderler kadrosu ise (bkz. yukarıdaki paragraf 14) benzer belli siyasi faaliyetlerde bulunmaktan men edilmişlerdir. Bunun gibi ağır müeyyideler sadece çok ciddi durumlarda uygulanabilir.
52. Mahkeme Sayın Perinçek’in bazı ifadelerinin eleştirisel ve taleplerle dolu olmasına rağmen, bu ifadelerin demokratik prensip ve kurallar ile uygunluk içerisinde olup olmadığını tartışmayı gerektirecek bir görünümde olmadığı kanaatindedir.
Divan önündeki dosyanın evveliyatlarının özellikle terörizmin önlenmesi ile bağlantılı zorlukların da  dikkate alınmasının doğru olduğu görüşündedir (Bkz. diğerleri arasında yukarıda değinilmiş bulunan Birleşik Komünist Partisi ve Türkiye  Davası, sayfa…, paragraf 59). Fakat bu davada, yazar bunları hazırlarken demokrasiye bağlılığını ve şiddete karşı olduğunu açıklamış olmasına rağmen söz konusu ifadelerin Türkiye’deki terörizm kaynaklı sorunların nasıl sorumlusu olarak kabul edilebileceği hususu  açıklanmamıştır.
53. Yukarıda belirtilen bulgular ışığında, 17. maddeyi devreye sokmanın hiçbir anlamı yoktur zira Sözleşme hükümlerindeki hiçbir ifadede, müellif şahısın,  Sözleşmede güvence altına alınmış hakları ihlal etmeye yönelik eylem ve faaliyetlerde bulunmak için destek almasını sağlayacak hiçbir veri yoktur (Bkz. mutatis mutandis, Türkiye Birleşik Komünist Partisi Kararı, sayfa…, paragraf 60).
54. Sonuç olarak SP’nin kapatılması güdülen amaç ile orantısız ve  demokratik bir toplum açısından gereksiz bir eylemdir. Bu nedenle Sözleşme’nin 11. maddesi ihlal edilmiştir.

II. SÖZLEŞMENİN 9, 10, 14 ve 18. MADDELERİNİN İHLALİ İDDİALARI

55. Başvuranlar aynı zamanda, Sözleşmenin 9, 10, 14 ve 18. maddelerinin de ihlal edildiğini iddia etmektedirler. şikayetlerinin aynı unsurlarla ilgili olması nedeniyle Divan, bu maddeleri ayrıca incelemeyi gerekli bulmamıştır.

III. 1 NUMARALI PROTOKOLÜN 1. ve 3. MADDELERİNİN İHLALİ İDDİALARI

56. Başvuranlar ayrıca, SP’nin kapatılmasının etkilerinin- malvarlıklarına el konularak hazineye devredilmiş ve parti liderleri seçimlere katılmaktan yasaklanmıştır- 1 numaralı Protokol’ün aşağıda verilen 1. ve 3. maddelerinin ihlalini oluşturduğunu belirtmiştir. :

Madde 1
“Her gerçek ve tüzel kişi mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Herhangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve kanunla öngörülen şartlara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletin mülkiyet hakkının kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya  para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları haklara halel getirmez.”
Madde 3
“Yüksek Sözleşen Taraflar yasama organının seçilmesinde halkın düşüncesinin özgürce açıklanmasını sağlayacak şartlar içinde makul aralıklarla gizli oyla serbest  seçimler yapmayı taahhüt ederler.”
57. Divan, başvuranlar tarafından yakınılan tedbirlerin Divan’ın 11. maddenin ihlali ile eşanlamlı olarak ele aldığını, SP’nin kapatılmasının ikinci dereceden etkileri olduğunu belirtmiştir. Sonuç olarak bu iddiaları ayrıca ele almak gereksizdir.

IV. SÖZLEŞMENİN 6/1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

58. Başvuranlar, Anayasa Mahkemesi’nin kamuya açık bir duruşma yerine gizli oturum yaptığından ve dosya ile duruşma tutanaklarına ulaşamadıklarından şikayet etmişlerdir. Bu durumun Sözleşme’nin 6/1 maddesini ihlal ettiğini belirtmişlerdir.
59. Ne Hükümet ne de Komisyon, Sözleşme’nin 6/1. maddesinin davanın esaslarına uygulanabilir olduğunu mütalaa etmemişlerdir.
60. Divan 11. maddeye uygunluk hakkındaki değerlendirmelerinde bu şikayeti incelemeyi gereksiz bulmuştur.

IV. SÖZLEŞME’NİN 50. MADDESİ HAKKINDA BAŞVURU

61. Sözleşme’nin 50. maddesi şöyledir:
“Mahkeme bir Yüksek Sözleşen Tarafın yargı mercileri veya herhangi başka bir resmi merci tarafından verilmiş olan bir kararın veya alınmış olan tedbirin bu Sözleşmeden doğan yükümlülüklere tamamen veya kısmen aykırı düştüğü hükmüne varırsa  ve eğer ilgili tarafın iç hukuk bu karar veya tedbirin sonuçlarını ancak kısmen gidermeye elverişli ise Mahkeme kararında gerektiği takdirde zarar gören tarafa hakkaniyete uygun bir tatmin şekline hükmolunur.”

A. Kapatma Kararının İptali
62. Başvuranlar ilk olarak, Anayasa Mahkemesi’nin 10 Temmuz 1992 tarihli SP’yi kapatma kararının iptal edilmesini talep etmişlerdir. Aynı zamanda SP’ye “tanınmış parti statüsü”nün verilmesini istemişlerdir.
63. Divan, Sözleşme bağlamında bu tedbire hükmetmeye yetkisinin olmadığını belirtmiştir (Bkz. mutatis mutandis 20 Eylül 1993 tarihli Saidi Fransa’ya Karşı Kararı Seri  A, no 261-C, sayfa 57, paragraf 47).

B. Zarar Masraf ve Harcamalar
64. Maddi zararları ile ilgili olarak, başvuranlar, 1.500.000 Amerikan Doları talep etmişlerdir. SP için 1.000.000 Dolar ve Doğu Perinçek ve İlhan Kırıt için 250.000’er Dolar. Her başvuran için 2.000.000 Dolar olmak üzere toplam 6.000.000 Dolar manevi tazminat talep etmişlerdir.
Taleplerini desteklemek için SP’nin tüm Türkiye’ye dağılmış 400’den fazla şubesinin olduğunu, tüm mal varlığına el konulduğunu, seçimlerde aday olma haklarının bulunduğunu, seçimlere katıldıklarını ve kapatıldıklarında sol kanattaki tek sosyalist partinin kendileri olduğunu vurgulamışlardır. Başvuranlara göre SP’nin oluşumuna kapatılmadan önce dört yıl aktif olan, yardım eden binlerce insan  ve partinin liderleri büyük manevi zarara ve maddi kayba uğramışlardır.
Başvuranlar ayrıca davanın sebep olduğu tüm harcamaların da ödenmesini talep etmektedirler. Divan önünde yapılan duruşmada, Anayasa Mahkemesi önünde SP’yi savunan 308 avukatın ücretlerinin ve masraflarının 1.955.800 FF olduğunu açıklamışlardır. Başvuranların Sözleşme organları önündeki temsillerinin masrafının 300.000 FF olduğunu belirtmişlerdir.
65. Hükümet, görüşünde, bu dava için herhangi bir tazminatın ödenebilir olmadığını belirtmiştir. Alternatif olarak başvuranların taleplerinin fahiş olduğunu belirtmiştir. Diğer bir alternatif olarak ise sadece Sözleşmenin 11. maddesinin ihlal edilmiş olması başvuranlarda kişisel olarak tazmin edilecek  bir hak doğurmadığını savunmuştur.
Hükümet, siyasi partilerin ve liderlerinin ticari girişimler ile eşit sayılamayacağı ve taleplerini destekleyecek muhasebeye dayanan hiçbir delillerinin bulunmadığı için talep edilen maddi zararların, SP’nin kapatılması ile hiçbir tesadüfi bağlantısının olmadığını tasdik etmektedir.
Hükümet, manevi tazminat talepleri ile ilgili olarak, bu talepleri sadece aşırı yüksek oluşundan değil, aynı zamanda SP’nin maruz kaldığı manevi zararı da kapsayan bir talep olduğu için gerçek dışı olarak nitelemektedir.
Son olarak masraf ve harcamalar hakkındaki taleplerle ilgili olarak, Hükümet bu taleplerin yeterli şekilde ayrıntılandırılmadığı görüşündedir.
66. Komisyon Delegeleri, başvuranın çok genel ve varsayıma dayalı sunuşunun 50. madde ile ilgili taleplerini desteklemeye yeterli olmadığını belirtmiştir.
67. Divan, başvuranların maddi zarar, masraflar ve harcamalar hakkındaki büyük miktarlı taleplerini desteklemek için herhangi bir delil sunmadıklarını kaydetmiştir. Sonuç olarak Divan, bu talepleri karşılamayacaktır (Bkz. mutatis mutandis, Pessos Compania Naviera S.A. ve Diğerleri Belçika’ya Karşı Davası Divan’ın 3 Temmuz 1997 tarihli 50. madde kararı, Raporlar 1997-IV, sayfa 1299, paragraf 24). Bununla birlikte, Divan başvuranların Avrupa Konseyi’nden 57.187 FF adli yardım aldıklarını kaydetmiştir.
Divan, manevi tazminat hakkında, TBKP’den farklı olarak SP’nin programının Anayasa Mahkemesince onaylanmış olduğunu ve partinin yine aynı mahkeme tarafından kapatılmadan önce dört yıl boyunca aktif olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle Sayın Perinçek ve Kırıt’ın belirli bir miktar  manevi zarar talebi haklı görülmüştür. Adil şekilde değerlendirme yaptıktan sonra, Divan bu zararı her bir başvuran için 50.000 FF olarak takdir etmiştir.

C. Gecikme Faizi
68. Divan’a sunulan bilgilere göre söz konusu kararın verildiği tarihte Fransa’da uygulanan yasal faiz oranı yıllık % 3.36’dır.

BU SEBEPLERDEN DOLAYI, DİVAN, OYBİRLİĞİYLE

1. Sözleşme’nin 11. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.
2. Sözleşme’nin 6/1, 9, 10, 14 ve 18. maddeleri ve 1 nolu Protokol’ün 1. ve 3. maddelerinde ihlal olup olmadığına karar vermeye gerek görmemiştir.
3. a) Davalı ülkenin Sayın Perinçek ve Kırıt’a, manevi zararlarına karşılık olarak, üç ay içinde 50.000’er (ellibin) FF’nı ödeme gününde geçerli döviz kuru üzerinden, Türk Lirasına çevirerek ödemesine karar vermiştir ve
b) Söz konusu meblağa, yukarıda sözü edilen üç ayın aşımından ödeme
tarihine kadar % 3.36 yıllık basit faiz uygulanacaktır.
4. Adil tatmin hakkındaki taleplerin geri kalan kısmını reddetmiştir.

İngilizce ve Fransızca olarak hazırlanmış olan bu karar, 25 Mayıs 1998 tarihinde İnsan Hakları Binasında kamuya açık oturumda tefhim edilmiştir.
İmza: Rudolf BERNHARDT
Başkan
İmza: Herbert PETZOLD
Raportör

2 responses to “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararı, YAĞCI VE SARGIN/Türkiye Davası, (6/1994/453/533-534)

  1. özgürlük istiyoruz.

    —————————
    bir umudumuz sizdeydi sayın Kılıçdaroğlu.
    oysa son dönemde medyadaki demokrasi tartışmaları içinde hep sizi görmüştük,
    size bu tavrınızdan dolayı “gandi kemal” bile dedik
    umutlarımızı karartmayınız
    çek mağdurları ilginizi bekliyor

    insan haklarıyla insandır.

    insan hakları hemen şimdi

    Sayın Kemal KILIÇDAROĞLU ; küresel ve yerel çıkar odaklarının baskısı ile ezilen çek mağdurları yardım istiyor. Çek Mağdurları sizi bekliyor.

    Çek Mağdurları, Burhan İŞCAN ve Av. Rahmi OFLUOĞLU sizi ziyaret ettiklerinde konu ile ilgilenme sözü vermiştiniz.

    Sözünüzü tutmanızı bekliyoruz.

    —————————————-
    Sayın Adalet Komisyonu üyeleri,

    Çağdaş bir çek yasası gerekmektedir.

    Durumu bilgilerinize sunarız.

    Ahmet İyimaya Başkan , Adalet ve Kalkınma Partisi, Ankara
    Hakkı Köylü Başkanvekili , Adalet ve Kalkınma Partisi, Kastamonu
    Mehmet Emin Ekmen Sözcü , Adalet ve Kalkınma Partisi, Batman
    İlknur İnceöz Katip , Adalet ve Kalkınma Partisi, Aksaray
    Ahmet Aydın , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Adıyaman
    Zekeriya Aslan , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Afyonkarahisar
    Yılmaz Tunç , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Bartın
    Mehmet Tunçak , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Bursa
    Mehmet Salih Erdoğan , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Denizli
    Celal Erbay , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Düzce
    Veysi Kaynak , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Kahramanmaraş
    Ali Öztürk , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Konya
    İhsan Koca , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Malatya
    Mustafa Hamarat , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Ordu
    Yahya Akman , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Şanlıurfa
    Halil Ünlütepe , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Afyonkarahisar
    Turgut Dibek , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Kırklareli
    Ali Rıza Öztürk , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Mersin
    Rahmi Güner , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Ordu
    Ali İhsan Köktürk , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Zonguldak
    Hamit Geylani , Üye, Demokratik Toplum Partisi, Hakkari
    Osman Ertuğrul , Üye, Milliyetci Hareket Partisi, Aksaray
    Metin Çobanoğlu , Üye, Milliyetci Hareket Partisi, Kırşehir
    Rıdvan Yalçın , Üye, Milliyetci Hareket Partisi, Ordu

    ———————————————–
    Sayın Anayasa Komisyonu üyeleri, sizlerden çağdaş bir çek yasası için çalışmalarınıza devam etmenizi rica ediyoruz.,

    Burhan Kuzu Başkan , Adalet ve Kalkınma Partisi, İstanbul
    Güldal Akşit Başkanvekili , Adalet ve Kalkınma Partisi, İstanbul
    Ayşe Nur Bahçekapılı Sözcü , Adalet ve Kalkınma Partisi, İstanbul
    Ayhan Sefer Üstün Katip , Adalet ve Kalkınma Partisi, Sakarya
    Mehmet Daniş , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Çanakkale
    Mahmut Durdu , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Gaziantep
    Hacı Hasan Sönmez , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Giresun
    Haydar Kemal Kurt , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Isparta
    Mevlüt Akgün , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Karaman
    Hasan Kara , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Kilis
    Hüsnü Tuna , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Konya
    İsmail Bilen , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Manisa
    Enver Yılmaz , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Ordu
    Suat Kılıç , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Samsun
    Mustafa Çetin , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Uşak
    Atila Emek , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Antalya
    Mehmet Ali Özpolat , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, İstanbul
    Atilla Kart , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Konya
    Şahin Mengü , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Manisa
    İsa Gök , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Mersin
    Aysel Tuğluk , Üye, Demokratik Toplum Partisi, Diyarbakır
    Süleyman Nevzat Korkmaz , Üye, Milliyetci Hareket Partisi, Isparta
    Faruk Bal , Üye, Milliyetci Hareket Partisi, Konya
    Behiç Çelik , Üye, Milliyetci Hareket Partisi, Mersin

    ————————————————

    Sayın İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyeleri,

    çek yasası nedeniyle insan hakları ihlalleri yaşanmaktadır. Çek yasasına katkılarınızı bekliyoruz.

    Mehmet Zafer Üskül Başkan , Adalet ve Kalkınma Partisi, Mersin
    Halide İncekara Başkanvekili , Adalet ve Kalkınma Partisi, İstanbul
    Mehmet Ekici Başkanvekili , Milliyetci Hareket Partisi, Yozgat
    Abdurrahman Kurt Sözcü , Adalet ve Kalkınma Partisi, Diyarbakır
    Ayşe Jale Ağırbaş Katip DSP İstanbul
    Ahmet Koca , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Afyonkarahisar
    Kazim Ataoğlu , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Bingöl
    Mehmet Ocakden , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Bursa
    Murat Yıldırım , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Çorum
    Mithat Ekici , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Denizli
    Mustafa Ataş , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, İstanbul
    Erdal Kalkan , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, İzmir
    Fatih Arıkan , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Kahramanmaraş
    Ahmet Gökhan Sarıçam , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Kırklareli
    Kerim Özkul , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Konya
    Cemal Yılmaz Demir , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Samsun
    Ali Rıza Ertemür , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Denizli
    Çetin Soysal , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, İstanbul
    Ahmet Ersin , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, İzmir
    Malik Ecder Özdemir , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Sivas
    Akın Birdal , Üye, Demokratik Toplum Partisi, Diyarbakır
    Şenol Bal , Üye, Milliyetci Hareket Partisi, İzmir
    Gürcan Dağdaş , Üye, Milliyetci Hareket Partisi, Kars

    ————————————————-

    Sayın Sanayi ve Ticaret komisyonu üyeleri,

    Türk Ticaret hayatı çek yasası aksaması nedeniyle darbe almaktadır. Bir hukuk depremi yaşanmaktadır.

    Soner Aksoy Başkan , Adalet ve Kalkınma Partisi, Kütahya
    Hasan Angı Başkanvekili , Adalet ve Kalkınma Partisi, Konya
    Mahmut Mücahit Fındıklı Sözcü , Adalet ve Kalkınma Partisi, Malatya
    Osman Coşkun Katip , Adalet ve Kalkınma Partisi, Yozgat
    Ahmet Edip Uğur , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Balıkesir
    Kutbettin Arzu , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Diyarbakır
    Metin Kaşıkoğlu , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Düzce
    İbrahim Halil Mazıcıoğlu , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Gaziantep
    İsmail Katmerci , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, İzmir
    Eyüp Ayar , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Kocaeli
    Bayram Ali Bayramoğlu , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Rize
    Hasan Ali Çelik , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Sakarya
    Afif Demirkıran , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Siirt
    Mustafa Cumur , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Trabzon
    Kayhan Türkmenoğlu , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Van
    Fazlı Erdoğan , Üye, Adalet ve Kalkınma Partisi, Zonguldak
    Tacidar Seyhan , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Adana
    Hüsnü Çöllü , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Antalya
    Ergün Aydoğan , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Balıkesir
    Mehmet Ali Susam , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, İzmir
    Mehmet Şevki Kulkuloğlu , Üye, Cumhuriyet Halk Partisi, Kayseri
    Mehmet Nezir Karabaş , Üye, Demokratik Toplum Partisi, Bitlis
    Yılmaz Tankut , Üye, Milliyetci Hareket Partisi, Adana
    Cemaleddin Uslu , Üye, Milliyetci Hareket Partisi, Edirne
    Alim Işık , Üye, Milliyetci Hareket Partisi, Kütahya

    ********

    Kemal KILIÇDAROĞLU, Sadullah ERGİN, Zafer ÇAĞLAYAN ve Ayşe ARMAN için açık mektup kampanyamıza destek veriniz. Çek yasası nedeniyle yaşanan insan hakları ihlallerinin durdurulmasını talep ediyoruz.

    ****

    Yaşasın tam bağımsız ve adil Türk Yargısı !
    Yaşasın tam bağımsız Türkiye !
    Yaşasın demokrasinin bekçisi, bağımsız Türkiye Büyük Millet Meclisi !

    insan haklarıyla insandır. İnsan hakları hemen şimdi !

    ***

    Bu bir “sivil direniş” dir. TC Anayasası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden doğan haklarımızın, örgütlü olarak kullanılmasından ibaretdir.
    Bu bir “yurttaş hareketi” dir. Benzerleri Türk tarihinde yaşanmıştır : Tramvaycılar grevi, İpek işcileri grevi, Paşabahçe grevi, Askeri mahkemelere direnen anneler, Bergama köylüleri direnişi

    • Adalet Bakanı Sadullah Ergin: Yargı Bağımsızlığının Güçlendirilmesi için Adalet Bakanlığı Pek Çok Yetkisinden Vazgeçti

      Adalet Bakanı Sadullah Ergin, ‘Yargı Reformu’ndaki Yeniliklerin Uluslar Arası Referans Belgeler ve Ülke Örnekleri İncelenerek Yapıldığını Söyledi.

      Adalet Bakanı Sadullah Ergin, ‘Yargı Reformu’ndaki yeniliklerin uluslar arası referans belgeler ve ülke örnekleri incelenerek yapıldığını söyledi.
      Ergin, Adalet Bakanlığı’nın bugün kendisinde olan pek çok yetkisinden yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının güçlendirilmesi adı altında vazgeçtiğinin görüleceğini dile getirdi. Ergin, “Bu yaklaşım dahi bizim yargı reformuna bugüne değil geleceği planlayarak baktığımızı buralara sadece kendi açımızdan değil yargının sağlıklı işlemesini düşünerek yaklaştığımızı göstermektedir.” dedi.

      Bakan Ergin, Hayat ve Hukuk Derneği tarafından düzenlenen Yargı Reformu Sempozyumu’na katıldı. Reformla getirilen TBMM’nin, yargı mensubu olmayanlar arasından Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’na Seçim yapmasını değerlendiren Ergin, Adalet Bakanı ile Müsteşar’ın kurulda bulunmasının ve ilk derece mahkemelerde görev yapan hakim ve savcıların görev yapmasının uluslar arası referans belgeler ve ülke örneklerinin incelenerek koyulduğunu söyledi. Adalet Bakanı’nın Kurul’da bulunması konusunda ülkelerin tercihlerine göre farklılıklar bulunduğunu ifade eden Ergin, “Adalet Bakanı’nın HSYK ile millet arasında köprü rolü üstlenmesi açısından bulunmasını öngördük. Hesap verilebilirlik açısından bulunmasını istedik. Adalet Bakanı müsteşarının ise bakanlık bürokrasisinin üst yöneticisi olması, kurul ile ilişkileri yürütmesi amacıyla bulunmasını gerekli gördük. Bu öngörüler tartışılacak.” diye konuştu.

      Bakan Ergin, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’unda ilk derece hakim ve savcıların temsili, Parlamento’nun yargı mensupları dışından üye seçmesi, verdiği kararlara karşı etkili bir başvuru yolu, bağımsız bütçe ve sekretarya uygulamalarının referans belgelerde ve ülkelerde ortak nokta olduğunu dile getirdi.

      Ergin, “Bundan sonra yargı camiası olarak yapılanları değil yapılacakları konuşacağımızın vaktinin geldiğini düşünüyorum. Reformdaki hedefleri sizlerin katkılarıyla yargı reformu eylem planı sürelerinde gerçekleştireceğimize inanıyorum.” şeklinde konuştu. (CİHAN) (Cihan Haber Ajansı) 24.10.2009

Yorum yaparak destek olabilirsiniz