Kemal KILIÇDAROĞLU kürt açılımını değerlendirdi. Tepki gösterdi.


Kılıçdaroğlu, hükümetin açılımı değerlendirdi
Hükümetin açılımına bir tepki de CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu’ndan geldi

CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu, açılım tartışmaları nedeniyle ikinci plana itilen işsizlik ve yolsuzluğu yeniden gündeme taşıdı. Hatay Merkez’e bağlı Yeşil Pınar Beldesi’nde “Türkiye’de Demokratikleşme Süreci” adlı konferansta konuşan Kılıçdaroğlu, demokrasinin temel kurallarını anlattı. Kılıçdaroğlu ”Halka hesap vermeyen bir politikacı demokrasiyi kabul etmiş bir politikacı değildir. Hesap vermek bir politikacı için onurlu bir görevdir. Halk en büyük güç ise, ona hesap vermek de bir politikacı için onurlu bir görevdir. Bazı politikacılar için bu onurlu görev değil ki, bu yüzden hesap vermekten kaçıyorlar. Hesap vereceğiz, ama halkın da hesap sormasını bilmesi lazım. Ancak halkımız yeteri kadar hesap sormuyor” diye konuştu.

Siyasetin tanımını da yapan Kılıçdaroğlu, asıl gündemin açılım tartışmaları nedeniyle göz ardı edilen işsizlik ve yolsuzluk olduğunu söyleyen Kılıçdaroğlu, ”Siyasetin konusu din ve etnik kimlik yerine, işsizlik, yoksulluk ve daha iyi bir yaşam olmalı. Din, kişi ile Allah arasındadır. Bu konuya siyaset girerse demokrasi zedelenir. İkincisi ise etnik kimliktir. Kim hangi etnik kimlikten gelirse gelsin önce insandır. Tanrının yarattığı en değerli varlıktır. Bizim siyasetimiz din ve etnik kimlik arasına sıkışmış durumda. Siyasetin konusu daha iyi gelir, eğitim ve bireysel özgürlüklerin sonuna kadar kullanılmasını sağlamaktır. Biz etnik kimlik ve din kıskacı içine halkımızı getirip sıkıştırdık” diye konuştu.

art avrasya

Kemal KILIÇDAROĞLU, çek yasası mağdurlarının umudu oldunuz.

Kemal Kılıçdaroğlu

Kemal Kılıçdaroğlu

1 responses to “Kemal KILIÇDAROĞLU kürt açılımını değerlendirdi. Tepki gösterdi.

  1. GÜNLÜK SİYASİ GAZETE 31 Mayıs 2008 / sayı: 744 soL Haber

    Hukukçular toplumsal hayata müdahale edebilirler
    15 Ocak 2007, Pazartesi
    Avukat Evren Demircan, Ayhan Erdoğan ile “hukuk” üzerine sohbet etti.

    “12 Eylül’le hesaplaşmak ve bu Anayasa’yı meşru ve hukuksal yollarla ortadan kaldırabilecek girişimde bulunmak lazım, bu yetmez, 12 Eylül darbecilerini yargılama faaliyetini sürdürmek gerekir.”

    Öncelikli olarak hoşgeldiniz. Sizi tanıyabilir miyiz?
    1952 İstanbul doğumluyum. Askerlik sonrası 1974’ün başında emniyet teşkilatına polis olarak katıldım. 1977 yılı itibariyle Pol-Der yöneticiliği yaptım. Kapatılana kadar da genel merkez yöneticisiydim. 12 Eylül’den yaklaşık bir yıl kadar sonra gözaltına alındım. Türk Ceza Yasası’nın kaldırılan ünlü 141. maddesinden yargılandım, uzun süre ceazevinde kaldım. Tahliye olduktan sonra da çeşitli kereler gözaltına alınıp, çeşitli kereler de yargılandım. ‘83’de emniyet teşkilatından ihraç edildim. ‘86’da Danıştay kararıyla geriye döndüm. ‘87’nin başlarında, Kenan Evren’in devlet başkanı olduğu dönemde, Abdülhamit hayranı bir devlet başkanının emrinde polis olarak çalışmayı kabullenemediğim gerekçesiyle dilekçe verip istifa ettim. ‘88 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. ‘89 yılından beri de serbest avukatlık yapıyorum. ‘93 yılından beri İstanbul Barosu’na kayıtlı avukatım. Halkevlerinde yöneticilik yapmamın yanı sıra, İnsan Hakları Derneği’nin kuruluş aşamasında, bir süre Ankara şubesinin üyesi olarak faaliyet sürdürdüm. Kamu sendikalarının kuruculuğunu ve 10 yılı aşkın süredir de hukuk müşavirliğini yaptım. Toplu sözleşme ve grev ile ilgili makaleler yazdım, davalar açtım. En son Tüm Bel-Sen’in “kamu sendikalarının toplu sözleşme yapma hakkı”na ilişkin davayı da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdüm. Olumlu bir cevap geldi, ancak kamu sendikaları bu cevabı hâlâ değerlendirebilmiş değil. Velhasıl hep toplumsal olayların içerisinde, halkın yanında diyebileceğim bir noktada durmaya çalıştım, halen de durmaya çalışıyorum.

    Hukuk, yargı, hukukun üstünlüğü vb. sizce gerçekliği olan kavramlar mıdır? Yoksa usulen mi dillendirilmektedir? “Sosyal hukuk devleti”nin açılımı nedir? Sizce Türkiye sosyal bir hukuk devleti midir?
    Hukuk bugünkü anlamıyla iktisadi sistemin ve toplumsal ilişkilerin meydana getirdiği biçimi ifade eden bir üst yapı kurumudur. Toplumsal ilişkilerin düzenlenmesi için yasa çıkartılır gibi görünür, ama genellikle toplumsal ilişkilerin sonucudur o çıkan. Hukuk, vatandaşlar açısından baktığınızda adalet duygusunun karşılandığı, hakkını arayabileceği gibi bir anlam taşırken; egemenler açısından sömürü ilişkisinin toplumsal dinginlik içerisinde, kazaya belaya uğramadan devam etmesinin bir aracı olarak gözükmektedir. Tarihsel olarak hukuk, mal mübadelesiyle başlayan bir sürecin günümüzdeki karmaşık biçimi, hatta en üst düzeyi olan burjuva hukuku diye bildiğimiz ilişkiler biçimine dönüşmesini ifade etmektedir. O çok sıradan olan mal mübadelesi bugün çok daha kapsamlı, üst boyutta bir yere taşınmış durumdadır. Toplumsal ilişkilerin ve insanın gelişmesi, teknoloji, ürettiğimiz kavramlar, kendi ürettiğimiz meta fetişizmi içerisindeki tüketim politikaları vb. Hukukun çıkışından bu yana düzenlediği ilişkilerin biçiminin sömürü ilişkisi olduğunu görürüz. İçerik olarak hukuk, o toplumsal ilişkilerin düzenlenmesine yönelik yasalar veya hukuk yürütücülerinin tekabül ettiği dönemlere yahut da yönetim biçimlerine ilişkin toplumsal yapıyı düzenleme şeklidir. Hukuk kabaca toplumsal ilişkilerin bir dışa yansıma biçiminin ifadesidir. Kendisi bir bilim değildir, ancak bilimsel bir yöntemle öğrenilebilinir bir fenomendir aslında. Her ne kadar üst yapının alt yapıyı belirlerlemede etkisi olabilir diyorsak da hukuk açısından bunun bir sınırı vardır. Hukuk için tarihsel olarak bakıldığında daha çok aşağıdan yukarıya doğru gelen bir sürecin sonuçlarını görmekteyiz.

    Hukuk, tekabül ettiği toplumsal ilişkilere göre içerik kazanmakta ve vatandaş da hep aynı şekilde adalet duygularıyla hukuka yaklaşmaktadır. Örneğin islami cemaatlerin de, feodalite döneminin de, burjuvazinin de kendi hukuku vardır. Mesele, halkın adalet duygusunu tatmin edebilecek içeriği taşıyıp taşımadıklarıdır. Bu da adalet duygularını bekleyen halkın, ezilenlerin, sömürülenlerin hukuka müdahale edebilecek güçleri ile ilişkili bir iştir.

    Sosyal hukuk devleti meselesi tam da bu noktada anlam taşır. Eğer halk olarak örgütlü bir mücadeleniz, toplumsal yaşama müdahale edebilen dinamik devrimci güçleriniz, halkla beraber mücadele eden yapılarınız kurumlarınız, siyasi örgütleriniz yoksa “sosyal hukuk devleti”nin kendiliğinden inşası ancak dışarıdaki başka koşulların zorunlu kılmasına bağlıdır. Yalnız hukuk kaba sömürü yasalarının toplamı da değildir. Hukuk, ezilenlerin de ezenlerle eşitmiş hissini yaratabileceği, onlarla benzer koşullara sahip olabilme ihtimalinin varsayılabildiği belli koşulların yaratıldığı bir sistemdir aynı zamanda. Sistemin hukuk olarak kendini tanımlayabilmesi için yönetenler tarafından ezilenlere belli haklar, belli taahhütler verilir ki toplumsal ilişkilerde o kurallara herkes riayet etsin, en azından riayet edilmesi konusunda toplumu manüple edebilsinler. Ezilenlerin, sömürülenlerin yürüttüğü mücadele sonucu elde edilen toplumsal tarihsel kazanımlarında dert edildiği bir durumu ifade etmesi nedeniyle hukuk ayrıca bir önem kazanmaktadır. Toplumdaki egemenler sömürülenlerin oluşturduğu sınıfların-katmanların çevrelerin birbirine karşı elde etmek için yürüttükleri mücadeleyi ifade eder hukuk.

    Türkiye’de günümüzde ezilenlerin sınıf mücadelesi verdiğinden söz etmek pek mümkün değil. Tam tersine önemli bir kesim, sınıf mücadelesi yerine sınıftan kurtulma mücadelesi vermeyi maniple eden liberalizmin bu maniplasyonuna uygun yaşamaya başlamış durumda. Dolayısıyla devletin burada sosyal hukuk devleti olması gibi bir zorunluluğu da ortadan kalkmış oluyor. Çünkü sosyal devlet toplumdan gelen bir taleple ilişkilidir. Kamuya ait olan yerlerin yağmalandığı, güvenliği, sağlığı, eğitimi özelleştirilen, sosyal güvenlik kurumlarını ortadan kaldırarak, yaşlılık ve ihtiyaç zamanında vatandaşının yanında yer almayan böylesi bir yapıya “devlet” demek mümkün, ama sosyal devlet demek mümkün değildir. Kaldı ki, emekçilerin yoksulların işsizlerin sömürülenlerin sosyal hakları içeren talepleri özellikle liberaller tarafından ihanet gibi algılanmaktadır. Para edecek her şey özelleştirildiği için kamu ve halka ait olan her türlü değer aşağılanarak değerinden çok aşağıya elden çıkartıldı. Türkiye günümüzde sosyal bir hukuk devleti değildir, ama bir devlettir. Bunun anlamı da emekçiler, yoksullar, işsizler ve sömürülenler için çok ağırdır. Sosyal hukuk devleti olamadığınız vakit sosyal taleplerinizle ilişkili yürüyebileceğiniz hukuksal bir zemin de kalmaz. Ezilenlerin elinde kalan son hukuksal kazanılmış olan sosyal haklar da rötüşlenmiş ve kaldırılma aşamasındadır.

    Özellikle AB ile müzakerelerin başladığı dönemde, sıcağı sıcağına “AB uyum yasaları” başlığı altında, TCY, CİY, CMY, Terörle Mücadele Yasası başta olmak üzere, birçok yasada “reform” adı altında değişiklikler yapıldı. Bu “reform”ları nasıl değerlendirmek gerekir?
    AB, ile ilişki aslında emperyalizmle sömürge ilişkisi biçiminde sürdüğü görünümü vermektedir. Siyasi temsilcileri sömürge valisi edasıyla davranmaktadır. Ülke yöneticileri AB’nin savunduğu ilkeleri, kriterleri, içinde olmayan talepleri dahi karşılama eğilimindedir. Bunun da ötesinde AB’nin kriterlerinin liberaller, özellikle de soldan dönme olanlar, sadece Kopenhag kısmını veya insan hakları kısımını haka sunmakta, ama bir Masricht kriterinden bahsetmemektedirler. Ülkemiz AB savunucuları ekonomi ile ilişkili bölümlerini ele almamakta ve uygulamaktadırlar. Bu anlamıyla özelleştirmeler yapılmakta, sosyal devlet politikalarından vazgeçilmekte, ücretler kısılmakta, emekçilerin gelirlerine el konulmakta, gelecekte başlarına gelebilecek felaketlere karşı sosyal devlet kurumları kendi hallerine bırakılmaktadır.

    Öncelikle TCK’de çok ciddi bir değişiklik bulunmamaktadır. Eski TCK’nin devlete karşı suçlar bölümü ile terörle mücadeleye ilişkin kısım aynen kaldı. Yargılamaya ilişkin hükümlerde bir zenginleşmeden söz edebiliriz, kimi nisbi kazanımlar söz konusudur, ama orada da eksiklikler bulunmaktadır. Savcının yargılamada bulunduğu yer yetkileri ile savunmanın yetkileri Savcının adliye binalarında bulunması gibi. Öte yandan AB’nin “uyum yasaları” ile toplumsal düzeneklerde vatandaşın insan haklarını savunuyor görünümü kazandırılması yine bir manüplasyondur. Çünkü sizin hırsızlık ya da gasp suçunda vatandaşınızın nasıl yargılanacağı veya ne kadar ceza alacağı mutlaka önemlidir. Ancak öncelikle bu suçların meydana gelmesine neden olan, onları o suça iteleyen toplumsal ve ekonomik durumun çözümlenmesi için bir şey yapılması gerekirdi. AB bunu yapmıyor, tam tersine Türkiye’nin bu tür suçları engelleyebilecek ekonomik durumunu engelleme çabasına giriyor. Türkiye’de tarıma, köylülüğe, sanayiye ilişkin müdahaleler çoğunlukla sağlıklı müdahaleler değildir. Üretimin belli standartlara kavuşması bizim halkımız açısından da olumludur ki bu standartları da zaten bizi sevdikleri için yapmıyorlar, bizden alacakları malların kendileri için güvenilir olması ve verimli olması için yapıyorlar, ama bu kadar ülke kaynağını feda ederken karşılığının bu olmasını da çok anlamlı bulmuyorum, bunu bizim de becermemiz mümkündü.

    Sadece Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet Müdürlüğü’ne gönderilen ve birkaç hukukçuya danışılarak yasalaşan Terörle Mücadele Yasası (TMY) da AB’nin kimliğini deşifre etmeye yarayan “reform”lardan biri olarak görülebilir mi?
    Belki biraz sonra F tipi cezaevlerine de geliriz ama F tipleri AB’den alınma. Kendilerini “özgürlükçü sol” diye nitelendiren liberal arkadaşlar var, bu arkadaşlarımız F tipinin AB’nin projesi olduğunu göz ardı etmektedirler. AB, TMY’ye de ses çıkartmaz. AB, Korsika’daki Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren yapıları, Fransız İstihbarat Servisi’nin yok etmeye yönelik girişimlerini sorgulamakta mıdır? Hayır. Peki, AB’den, Fransa’nın çevre örgütü Greenpeace gemisini, kendi nükleer faaliyetlerini teşhir ediyor diye, batırmasına karşı bir ses çıkmış mıdır? Afrika’da kabile savaşlarında yer alan Avrupa ülkeleri bu durumla ilgili bir soruşturma yapmışlar mıdır? Hâlâ sömürgesi olan Avrupa ülkesi var mıdır? Hayır. AB’yi oluşturan kurumlar ikiyüzlü riyakârdır. Yani Türkiye’ye Irak’a girme der ki ‘ben girsin anlamında söylemiyorum’, ama kendisi topyekün Irak’tadır. Halepçe katliamını soruşturtur, insan hakları açısından Saddam’a yüklenir, ama o kimyasal silahların kimler tarafından temin edildiği hususunu örter. Bunların hiçbiri sömürmeye çalıştığı ülkelere dayatmış olduğu insan hakları ve demokratik değerler içerisinde yer almamaktadır. Böyle bir yapıdaki AB’nin TMY’ye ilişkin söyleyecek sözü ne olabilir ki. Buna karşı ancak Türkiye’deki yurtseverlerin, devrimcilerin barış ve demokrasiyi savunan halkın sözü olabilir. Türkiye’de yasalar çıkartılırken demokratik ilişkiler sakatlanmaktadır. Dahası ülke güvenliği adı altında topluma baskı ve şiddet uygulayabilecek ilişkiler ve güçler yaratılmaktadır. Bu güçlerin Türkiye’de güvenliği sağlamanın tersine, güvenliği tehdit ettiğinin yakın zamanda açığa çıkmasına rağmen Türkiye bu alışkanlığından vazgeçmemektedir. Burada yurtseverlerin, devrimcilerin demokrasiyi savunanların uyanık olması ve halkı da, gücü yettiği oranda bu yasadan medet umanları da aydınlatması gerekmektedir. Terörle mücadelenin adını taşıyan bu yasayla terörle mücadele edilmez. Bu yasanın topluma barış ve huzur getireceği hususunda şüphelerim bulunmaktadır. Bugün yasa çıkartarak toplumu biçimlendirme girişimlerinde şiddete dayalı çözümleri savunanların etkin olduğu görülmektedir. Yasalarla toplumda yaratılacak korku ve baskı ile ülke yönetmek burjuva demokratik ilişkileri savunan ülkelerin tercihi olmamıştır. Aksini savunanların ülekelerinde etkili olduğu dönemler de olmuştur. 12 Eylül bunu denedi. Dünyada Arjantin, Şili denedi. Siz yasayla toplumu susturmaya baskı altında biçimlendirmeye çalışırsanız, arızi bir sonuç alırsınız ve sürekliliği sağlayamazsınız. Üstelik sonuç tepkinin her zaman halkın yararına olmasıda söz konusu olmayabilir ve bu tepki toplumu bir anti-demokratik ilişkiye tepki olarak gelişirken daha baskıcı anti demokratik yönetimlerin iktidarını getirmesine neden olabilir.

    Yasalarla toplumsal sistemi değiştirme çabası Türkiye örneğinde kendini en iyi ‘82 Anayasası ile gösteriyor sanırım…
    12 Eylül Anayasası’nı yapanların darbeci olduğu ve demokratik yollarla gelmediği ortada. Türkiye 12 Eylül Anayasası cenderesinden kendini kurtarmak için mücadele etmedi. Bugün siyasi parti olarak demokrasiden bahseden CHP’nin de, yine liberal kimi solcuların umut bağladığı AKP’nin de bu durum umurunda değil. Türkiye’de öncelikle yapılması gereken, 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasıdır. Çünkü bu darbe halka karşı yapılmıştır. Birçok insan katledilmiş, hukuka aykırı birçok iş yapılmıştır. Bu hukuka aykırılık, hukukun tarihsel ve evrensel birikimine ve ilkelerine aykırılık taşımaktadır. ‘82 Anayasası’nın yasa olduğu, ama hukuki bir metin olmadığı tartışılmamıştır bile. 12 Eylül sonrası yenilen solun, kendi değerlerine sahip çıkıp, darbecileri teşhir ederek yargılanmaları için çaba sarf etmeleri gerekiyordu ve hâlâ gerekiyor da. Buna cesaret edilemedi, yürekleri ve akılları yetmedi. Yenilen solun önderlerinden bir kısmı, bu hesabı soramayacağını farkettiği noktada da zaten geçmişinde savunduğu devrimci aydın olma özelliğini yitirmiş başkalaşmıştı. Artık Amerika’da ders verir oldular, Alman istihbaratının elemanı oldular Emperyalist fonların ülkemizdeki temsilcileri oldular. Kalanlarla, 12 Eylül’le hukuksal zeminde hesaplaşmak ve bu Anayasa’yı meşru ve hukuksal yollarla ortadan kaldırabilecek girişimde bulunmak lazım, bu yetmez, 12 Eylül darbecilerini yargılama faaliyetini sürdürmek gerekir. Bu yargılama intikam peşinde olmakla ilişkili değildir. Hapse girmeleri de şart değildir, yaşları da buna müsait değildir. Mesele o cezayı çekmeleri değil, konunun cezasız kalmaması ve darbecilerin yaptıklarının teşhiridir.

    Türkiye’de özellikle “Susurluk kazası” olarak hatırladığımız dönemde açığa çıkan kirli ilişkiler, toplumun devlete ve hukuka olan güvenini büyük oranda sarstı. Bugün ise, gazetelerde çıkan her bir haberde hukuka aykırılıkların sıradanlaştığına ilişkin veriler buluyoruz…
    Baştan dedik ki, hukuk kaba sömürü yasalarıyla olmaz, karşı tarafa yani yönetilenlere, talep etmese bile, bazı haklar verirsiniz, böylece de toplumda herkese eşit davranıldığı hissi uyandırarak kanunlara uyulmasını sağlarsınız. Ayrıca ezilenlerin toplumsal ve tarihsel mücadelelerinin de kazanımlarını egemenlerin hukukuna yazarsınız. Aslında o “eşitlik” mevcut burjuva sistemi içerisinde gerçek karşılığı olan kelime anlamında mümkün görünmemekle birlikte en azından, sistemin devamı için toplumun o eşitlik hissini de kaybetmemesi gerekir. Bizde kaybetmiştir. Susurluk bunu açığa çıkartmıştır. Bizde ayrıcalıklı çeteler oluşmuştur. Her devletin doğal olarak kendini koruma hakkına saygı göstermek başka bir şeydir. O devletin varlığını korumak için dışarıdan ya da kendi vatandaşından gelebileceği ihtimaline karşı varlığını korumasını demokratik hukuk kuralları içerisinde yapması gerekir. Devletin varlığını korumasını hukuk dışı bir yolla devletin resmi kurumlarının dışındaki kişi ve kurumlara tevdi ederek bir faaliyet yürütmesi başka bir şeydir. Bu durum devletin hukuka sığınma yurttaşını hukuka uymaya davet etme hakkını, olanağını da ortadan kaldırır. Devlet, uyuşturucu çetelerine, katil şebekelerine ve silah tacirlerine kendini koruma misyonu veremez. Bunların hiçbirisi devleti koruyabilecek unsurlar değildir. Korumadığı, sadece kendileri için çalıştıkları da ortaya çıkmıştır. Susurluk bunun katalizör görevini görmüş, açığa çıkmasına neden olmuştur. Tarihsel olarak çok önemlidir. Bu çetelerin yargılaması olmamıştır. Toplumdan da böyle bir talep ciddi anlamda gelmediği için, 12 Eylül gibi üstü örtülerek devam etmektedir. Devletin bu durumu açığa çıkartarak bu yola başvuranları yargılaması gerekir. Toplumda, devletin varlığını korurken kendi resmi meşru güçlerine, kendi hukuki güçlerine değil, hukuk dışı güçlere güveniyor hissinin doğması son derece tehlikelidir. Bu bir devletin çözülmesi, dağılması için, devlete duyulan güvensizliğin toplumda hakim olması için yeterli bir sebeptir. Ülkemizde bu yola başvuranların varlığı medyada yazılmış, kimi mahkemelerdeki yargılamalara konu olmuş ancak bu yazılıp çizilenlerin ve kısmi yargılamaların asıl sorumlusu olanlar hâlâ yargılanmamıştır. Bilinmelidir ki, devletin varlığının korunması görevini devletin resmi ve meşru güçlerine demokratik hukuk kuralları içinde yürütmek yerine çetelere hukuk dışı kurumlara verilmesini savunanlar aslında vatana ihanet suçunun potansiyel failleridir. Zira böylesi bir durumun varlığı devlet ile vatandaş arasındaki ilişkinin bitmesi, vatandaşın devlete karşı kendini korumaya çalıştığı bir durumun oluşmasına neden olur.

    Siz aynı zamanda basında “Mısır Çarşısı” ve “Mavi Çarşı” olarak da bilinen davalarda sanıkların avukatlığını yaptınız ve yapıyorsunuz. Her iki dava sürecinde de sanıklar tutuklu yargılandılar. Bu durum ve benzerlerinde, sanıklar davanın beraatle sonuçlanmasına rağmen yıllarca tutuklu kalabiliyorlar. Bu durum yine yargının işleyişinde toplum nezdinde bir güvensizliğin oluşmasına neden olmuyor mu?
    Mısır çarşısındaki bomba iddiası ile başlayan ve başkaca suçlamalarla devam eden dava sonuçlandı. Mahkeme bomba olmadığına kanaat getirdi. Bizim savunmalarımız da o yöndeydi. Davayla ilişkili Türkiye’de çok da örneği olmayan savunmalar yaptık. Dava Yargıtay’da temyiz aşamasında… Türkiye’de bazı davalar maalesef hukuki zeminde yürümüyor. Devlet vatandaşa diyor ki ben yargılamayı şu usullere göre yapacağım, buna uymazsan güvenlik teşkilatı ile bunun gereğini yaparım, zor kullanırım; eğer ona da direnirsen savcılığım var adliyem var diyor. Ancak devletin uyulsun diye koyduğu kuralları ihlal eden ise güvenlik güçleri oluyor. Kuralların içeriğinin ne kadar hukuksal bir metin olduğu ne kadar demokratik bir metin olduğunu tartışmaya fırsat kalmadan var olanında uygulanmaması gibi bir durumla karşılaşıyoruz. Bu ülkede en büyük zarar güvenlik güçlerinin yargıya, yargılamaya müdahale etmesi ya da vatandaşın yargılanırken adil yargılanmadığı ve peşin hükümlü olan bir senaryonun kendisine karşı uygulandığı hissine kapılmasına neden olacağı davranışlarda bulunmasıdır. Bundan süratle uzak durmalıdır. Devlet bütün vatandaşlarına, yönetime uzak, yakın, güvenlik güçlerinin sevmediği veya sevdiği, gibi kriterlere bakmaksızın herkese eşit ve koyduğu kurallara uygun davranmak zorundadır. Türkiye’de yargılamalarda zaman zaman bunlar olmamıştır. Mavi çarşı ile ilgili şubat ayında esasa ilişkin savunmamızda açıklayacağız. Mavi çarşı davasındaki savunmalarımızın demokrasi mücadelesi veren ve talep edenleri ürkütecek bir yanı olabilir. Şubat ayındaki esasa ilişkin savunmamızda da yer aldığı için söylemekte bir sakınca görmüyorum, devlet görevlileri, anladığımız ve dosyada bulabildiğimiz delillere göre Mavi çarşıda gerçek fail diye Emniyet Genel Müdürü tarafından açıkladıkları failleri serbest bırakmışlardır. Bu kişilerle ilgili deliller dosyadan çıkartılmıştır. Mevcut sanıkların gerçek fail olma ihtimalleri bu nedenle tartışmalıdır. En azından bu durumu savunmamda belge ve delilleriyle ortaya koyacağım. Hukukçu olarak mahkemenin hükmünü tabii ki çok önemli buluyorum. Savunmalarımızı değerlendirecek ve karar verecektir. Kararının savunmamızı karşılayacak gerekçelere dayanacağını umuyorum.

    19 Aralık 2000 tarihinde onlarca kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin yaralandığı “Hayata dönüş operasyonu” ile tecrit ülke gündeminin merkezine oturdu. Şu anda yüzlerce devrimci hükümlü F tipi cezaevlerinde tutuluyor. Avukat Behiç Aşçı ise 270 güne yakın bir süredir tecrite karşı ölüm orucu eyleminde. Süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Oldukça zor bir iştir bir insanın ölüm orucuna yatması. Bunun yüzlerle ifade edilen bir sayı olmasının ise maalesef şu anda toplumda bir karşılığı yok. Bu toplum, hassasiyetini ve duyarlılığını kaybetmiş durumda. Behiç’in ölmemesini diliyorum. Kendisini hem tanımış olmam, hem de bir insan olarak ölümüne çok üzülecek insanlardan biri olmam nedeniyle… Ama ölüm orucu eyleminde ısrar eden arkadaşların kendi tercihleridir, ona söylenecek bir sözüm yok. Kişisel olarak şunu farketmelerini dilerim. Tecrit konusunda talepleri çok doğru, söylediklerinde herhangi bir yanlışlık yok. Ama toplumsal karşılığını örgütlü bir tepki şeklinde bulmayan bu eylemin sona erdirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Toplumsal karşılığını bulabilecek bir çalışmadan sonra tecrit sorunun gündeme getirilmesinde yarar var. Çünkü insanlar ölüyor. Türkiye’nin AB ile kurmuş olduğu ilişkiler, mevcut hükümet, dahası iktidar olabilecek muhalefet, hiçbiri tecrit sorununla ilgilenmemektedir. İnsan ölümü kendilerini ilgilendirmemektedir. Meclis başkanı ilgilenir gibi yaptı ancak O da cumhurbaşkanı olabilir miyim diye sadece shov yaptı. Çok da ayıp bir şekilde önce yanında olduğunu açılayıp, daha sonra da bir örgüt üyesi olduğu gibi anlamsız ve çok itici bir bahaneyle desteğini çektiğini söyledi. Bir insanın onay vermediği bir düşüncesi olduğunu farz etse bile ne düşündüğünün, neyin üyesi olduğunun ne kadar önemi var? Talebi doğruysa ve bu talebin haklı olduğunu görüp bu talep uğruna hayatını ortaya koymuşsa, eğer siz de yetkili bir yerdeyseniz yapabileceğiniz tek şey, onun inançlarının ve yahut da yakınlarının nereli olduğuna bakmaksızın destek vermenizdir. Oysa Bülent Arınç’ın yaptığı davranış insan kullanmanın dışında bir davranış değildir. İnsan kullanıyorlar, ama kullanmaya kalktığı insanlar ölüme yatmış insanlar. O yüzden çok itici geldi bana bu durum. Ama tecrit sorununun şu an çözülme ihtimalinin düşük olduğu, hükümetin bu konuda kulaklarının kapalı olduğu, Adalet Bakanı’nın artık ilgilenmeyeceğini ifade ettiği, toplumsal olarak bulunduğumuz aşamada duyarlılığın olmaması son derece ürkütücüdür.

    Başbakan talimat verdi çekte hapis kalkıyor

    Çekten hapis yatan ve çekin karşılığını alamadığı için iş yerleri batan binlerce mağdurun beklediği çek yasası çıkıyor. Erdoğan, kurmaylarına talimat verdi Başbakan Tayyip Erdoğan, aylardır tartışılan ve çek mağdurlarının dört gözle beklediği Çek Yasa Tasarısı’nın bir an önce çıkartılması için, kurmaylarına talimat verdi. Bakanlar ise bu konuda üç alternatifli bir paket hazırladı.

    Babacan’a sunuldu
    Başbakan Erdoğan’ın talimatı üzerine ilgili bakanlar, üç alternatifli bir paket hazırlayıp Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’a sundu. Babacan’ın piyasalarda dolaşan 200 milyar liralık çeki de dikkate alarak dengeleri bozmayan bir alternatifi tercih etmesi ve buna paralel olarak tasarıda değişiklik yapılması bekleniyor. Hükümet, hem sayıları her geçen gün artan karşılıksız çek verenleri hapisten kurtaracak, hem de aldığı çekler karşılıksız çıkan mağdurları koruyacak orta yol bulmaya çalışıyor. Babacan’ın karar vermesi beklenen üç alternatif ise şöyle:

    Mevcut yasada olduğu gibi 5 yıla kadar olan hapis cezası korunsun. Karşılıksız verenler cezalandırılsın.
    Hapis cezası kaldırılsın, para cezasına çevrilsin. Sahte çek verenlere “adli para cezası” verilsin. Adli para cezaları ödenmediğinde para cezasına çevriliyor. Adalet Bakanlığı tarafından her yıl 1 gün hapse karşılık gelecek para belirleniyor. Ödenmeyen para güne çevrilip, karşılıksız çek veren hapse giriyor.

    Hapis cezası idari para cezasına çevrilsin. Karşılıksız çek verenlere, adli para cezasının bir yaptırımı bulunmuyor. Karşılıksız çek veren para cezasını ödemese de hapse girmiyor.

    Karşılıksız çek yüzde 33.9 arttı
    Merkez Bankası tarafından bankalara duyurulan toplam karşılıksız çek sayısı, 2009 yılının ilk 10 ayında, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 33.9 artarak, 1 milyon 662 bin 781’e çıktı. Aynı dönemde, mahkemeler tarafından yapılan bildirimlere göre ise, yüzde 4.7 artarak 64 bin 315’ten 67 bin 319’a yükseldi.

    Takvim gazetesi 5.kasım.2009

    Çek Mağduru, Ankara ziyareti ardından

Yorum yaparak destek olabilirsiniz