YARGITAY CEZA GENEL KURULUNUN 2003 YILINDA VERDİĞİ ÖNEMLİ KARARLARIN AÇIKLAMASI


YARGITAY CEZA GENEL KURULUNUN 2003 YILINDA VERDİĞİ ÖNEMLİ KARARLARIN AÇIKLAMASI

Doç. Dr. Ali Rıza ÇINAR*

Sayın konuklar, sevgili meslektaşlarım yargıç ve savcılar, değerli hukukçular, sizleri en içten sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Ayrıca bu toplantıyı düzenleyerek, tebliğ sunmam için beni davet eden Bahçeşehir Üniversitesine ve saygıdeğer hocam Prof. Dr. Feridun YENİSEY’e çok teşekkür ediyorum.

Değerli katılımcılar, konuyu anlatım planımı sizlere açıklamak istiyorum. Önce, “Genel Bilgiler” başlığı altında, Yargıtay ve temyiz yasayolu hakkında bilgiler vereceğim. Ayrıca, bu bölümde Yargıtay Ceza Genel Kurulunun oluşumu ve görevini de belirteceğim. Daha sonra, Yargıtay Ceza Genel kurulunca 2003 yılında verilmiş olup seçtiğimiz önemli kararları, ilgili olduğu yasa maddelerine göre bir sistem içerisinde açıklamaya çalışacağım.

I- GENEL BİLGİLER

Yargıtay, Anayasamızda, Yüksek Mahkemeler içinde anayasal bağımsız bir kurum olarak düzenlenmiştir.

Anayasamız yüksek bir mahkeme olan Yargıtayı, “Adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı(lama) merciine bırakmadığı karar ve hükümleri son inceleme merciidir” diye tanımlamıştır. Ayrıca, Yargıtayın “Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak” bakacağını belirtmiştir (Any. 154/1).

Anayasada, Yargıtayın kuruluşu, işleyişi, başkan, başkanvekilleri, daire başkanları ve üyeleri ile Cumhuriyet Başsavcısı ve Cumhuriyet Başsavcıvekilinin nitelikleri ve seçim usulleri, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre Kanunla düzenleneceği öngörülmüştür (Any. 154/II). Bu yasa ise, 2797 sayılı Yargıtay Yasasıdır. Yargıtay Yasası da Yargıtayı “adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercii olup, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile bu Kanun ve diğer Kanunların hükümlerine

* Yargıtay Üyesi

göre görev yapan bağımsız bir yüksek mahkeme” diye tanımlamıştır (m.1). Yargıtay Yasasının uygulanmasını sağlamak ve Yargıtay’ın işleyişini düzenlemek amacıyla, ayrıca bir de Yargıtay İç Yönetmeliği yayımlanmıştır[1].

Yargıtay; Birinci Başkanlık, Daireler, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, bürolar ve idari birimlerden oluşmaktadır (m.2).

Yargıtayın karar organları ise; yirmibir hukuk, onbir ceza dairesi olmak üzere; Daireler, Hukuk Genel Kurulu, Ceza Genel Kurulu, Büyük Genel Kurul, Başkanlar Kurulları, Birinci Başkanlık Kurulu, Yüksek Disiplin Kurulu ile Yönetim Kurulu’dur (m.3).

Yargıtay, kural olarak, ilk derece/olay/esas mahkemelerinden verilen (yasanın hüküm adını verdiği) son kararları inceleyen bir mahkemedir[2]. Yargıtayın asli görevi temyiz incelemesidir. Aynı zamanda Yargıtay, istisnai olarak bazı kişilerin[3] işlemiş olduğu suçlardan dolayı, ilk derece/esas/olay mahkemesi olarak da yargılama yapar (Yarg. Y. m.46). Yargıtay, aslında bir yasayolu (temyiz) mahkemesidir ve Ankarada kurulmuştur[4]. Temyiz yolunun amacı, bütün denetim mahkemelerinde olduğu gibi, ilk derece/esas/olay mahkemelerinin son kararlarındaki hukuka aykırılıkları belirleyip bu kararlardaki aykırılıkların giderilmesini sağlamaktır[5]. Bu şekilde, ülkedeki bütün mahkemelerin hukuk normlarını yorumlarken, farklı sonuçlara varmamaları da gerçekleştirilmiş olmaktadır. Mahkemelerin üzerinde, bir tek Yargıtayın bulunması, yargılama birliğinin sağlanması için de zorunludur[6].

Böylece, Temyiz Mahkemesi olan Yargıtay, içtihat ayrılıklarını önler. Bundan dolayı Yargıtay, içtihat düzenini kurarak, içtihat birliğini sağlama tekeline sahiptir[7].

Temyiz yolu, daha yargı halini almamış son kararlara karşı söz konusu olduğu için olağan bir yasayoludur. Temyiz yolunda, temyiz incelemesini yapan Yargıtay, ilk derece mahkemesinin verdiği son kararı, hukuk normlarının uygulanmasında aykırılık olup olmadığı bakımından inceler. Bu nedenle temyiz yolu “hukuki derece yolu”dur[8]. Temyiz yolunda denetleme, yalnızca hukuki yönden yapılır. Mahkeme kararının maddi bölümünün, yani olguların saptanması ve kanıtların (delillerin) değerlendirilmesi, inceleme dışıdır. Kaynak Alman Ceza Yargılamasından, Ceza Yargılama Yasamıza alınmayan istinaf yasayolunda ise, hem maddi hem de hukuki bakımdan inceleme söz konusudur[9].

Temyiz yasayolunda, ceza mahkemelerinden verilen son kararlar, yetkili ceza dairesince incelenmektedir. Fakat Ceza Genel Kurulunca da inceleme ve yargılama yapılmaktadır.

Ceza Genel Kurulu, ceza dairelerinin başkan ve üyelerinden oluşur (m.7).

Ceza Genel Kurulunun görevleri ise şunlardır (m.15):

1- Yargıtay ceza dairelerinin bozma kararlarına karşı esas/olay/ilk derece mahkemelerince verilen direnme/uymama kararlarını, inceleyerek karar vermek,

2- Ceza daireleri arasında içtihat uyuşmazlıkları bulunursa, ya da dairelerden biri; yerleşmiş içhitadından dönmek isterse, benzer olaylarda birbirine uymayan kararlar vermiş bulunursa, bunları içtihatların birleştirilmesi yoluyla kesin olarak karara bağlamak,

3- Yargıtay Başkan ve üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekili ile yargılama görevi özel yasalarınca Yargıtay Ceza Genel Kuruluna verilen kişilere ait davaları, ilk derece/olay/esas mahkemesi olarak görmek ve hükme bağlamak, ve ilk derece/olay/esas mahkemesi olarak özel dairelerce verilen hüküm ve kararların, temyiz ve itiraz yoluyla incelenmesini yapmak,

4- Yasalarla verilen diğer görevleri yerine getirmek.

Yargıtay dairelerince verilen bozma kararlarına karşı ilk derece mahkemelerinin uymama/direnme hakkı bulunmaktadır.

Ancak, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca verilen kararlara uyma zorunludur (CYY.m.326/3). Ceza Dairelerinin veya Ceza Genel Kurulunun kararlarına karşı karar düzeltmesi yoluna başvurulabilir (CYY. m.322/5).

Yargıtay Ceza Genel Kurulunca, 2003 yılında 309 karar verilmiştir. Üç klasörden oluşan bu kararlar tek tek incelenerek, ilkesel nitelikte bulunan kararlar belirlenmiştir. Bu seçilen kararlar; Türk Ceza Yasası, Ceza Yargılama Yasası ve Özel Yasalardan hangisi ile ilgili ise, ona göre ayrılmıştır. Daha sonra da, ilgili olduğu Yasanın hangi maddesi ile ilgili ise, ona göre, tekrar bir ayrım yapılmıştır. Bundan sonrada, kararın yalnız önemli kısmı belirlenerek o bölüm alınmıştır.

Bu seçtiğimiz kararları, Türk Ceza Yasası, Ceza Yargılama Yasası, Özel Yasalar başlıkları altında, ilgili olduğu Yasanın, madde sırasına göre, açıklamaya çalışacağım.

II- YARGITAY CEZA GENEL KURULUNUN TÜRK CEZA YASASI İLE İLGİLİ KARARLARI

1- M a d d e 2

a) Türk Ceza Yasasının 2. maddesi ile ilgili olarak Ceza Genel Kurulunca, 8.7.2003 gün ve 2003/10-199 E. ve 2003/208 K. sayılı kararda;

Dairesince verilen bozma kararına karşı;

“Yerel Mahkemece, sanığın karşılıksız çek keşide etmek suçundan cezalandırılmasına ilişkin ilk hükümde direnilmiş ise de;

Direnme hükmünden sonra, 8 Mart 2003 günlü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4814 sayılı Çekle Ödemelerin Düzenlenmesi ve Çek Hamillerinin Korunması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun 14. maddesi ile 3167 sayılı Kanunun 16. maddesi değiştirilerek cezai yaptırım, Geçici 2. maddesiyle de çek tutarı veya karşılıksız kalan kısmın yüzde on tazminatı ve gecikme faizi ile birlikte 3 ay içerisinde ödenmesi halinde açılmış bulunan davaların düşürülmesi bakımlarından suç failleri yararına yeni düzenlemeler getirilmiş olması karşısında, TCY.sının 2/2. maddesi hükmü de nazara alınarak sanığın hukuki durumunun yeniden değerlendirilmesinde zorunluluk bulunduğu” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün diğer yönleri incelenmeksizin bozulmasına karar verilmiştir.

b) Yine, Türk Ceza Yasasının 2. maddesiyle ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca, 23.9.2003 gün ve 2003/7-193 E. ve 2003/226 K. sayılı kararda;

“Toplu kaçakçılık suçundan sanık B.T’nin 1918 sayılı Yasanın 27/2-3, 33/son ve TCY’nın 59. maddeleri uyarınca 7 yıl 6 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin hükmün Özel Dairece düzeltilerek onanması üzerine Yargıtay C.Başsavcılığı; sanığın suçunun sabit olmadığı ve eksik inceleme ile hüküm kurulduğu görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurmuştur.

Ancak, sanığın hükümlendirildiği 1918 sayılı Yasa, hükümden sonra 19.7.2003 tarih ve 25173 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4926 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Yasasının 38. maddesi ile yürürlükten kaldırılmıştır. Öte yandan, 4926 sayılı Yasanın 3. maddesinde kaçakçılık sayılan eylemler yeniden tanımlanarak kaçakçılık suçlarının öğeleri yeniden belirlenmiş ve farklı yaptırımlar öngörülmüştür. Bu nedenle, TCY’nın 2. maddesi hükmü de göz önünde tutularak sanığın hukuki durumunun yeniden değerlendirilmesinde zorunluluk bulunmaktadır.” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün diğer yönleri incelenmeksizin bozulmasına karar verilmiştir.

2- M a d d e 29

Türk Ceza Yasasının 29. maddesi uyarınca, yargıcın takdirini kullanarak yasada öngörülen iki sınır arasında cezayı belirlerken, gözönünde bulundurması gereken hususlarla ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen 30.12.2003 gün ve 2003/7-288 esas, 2003/302 sayılı kararda;

“… İzinsiz hint keneviri ekmek suçundan sanıkların (…) 2313 sayılı Yasanın 3. maddesi yollamasıyla 23/son maddesi uyarınca 5’er yıl hapis cezası ile cezalandırılmalarına, haklarında TCY.nın 40. maddesinin uygulanmasına, zapt olunan hint kenevirlerinin TCY.nın 36. maddesi uyarınca zoralım ve imhasına, tutukluluk hallerinin devamına ilişkin, Niğde 2. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 31.10.2002 gün ve 361-533 sayılı hüküm, sanıklardan H.A. vekili ve diğer iki sanık tarafından temyiz olunmakla dosyayı inceleyen Yargıtay 7. Ceza Dairesince 29.4.2003 gün ve 936-1982 sayı ile;

“Ekilen hint kenevirlerinin miktar ve önemine nazaran cezaların şahsiliği ve uygulama birliğinin sağlanması bakımından suça konu 56.402 kök hint keneviri ekenlerle daha çok ekenler arasında hakça oranda aşağı ve yukarı hadler arasından ceza tayini gerekirken hint keneviri ekili arazinin alanı, tespit edilen kök sayısı ürünün parasal değeri, eylemin işleniş biçimi ve önemi gözetilmeden takdirde yanılgıya düşülmek suretiyle yazılı şekilde teşdit uygulanarak ceza tayini” isabetsizliğinden bozulmuştur.

Yerel Mahkemece 12.6.2003 gün ve 255-322 sayı ile;

“Ekilen hint kenevirlerinin miktarı ve önemi, hint keneviri ekili arazinin alanı ve tesbit edilen kök sayısı ve ürünün parasal değeri, eylemin işleniş biçimi, doğuracağı sonuçlar, adli tıp uygulamalarına göre bu hint kenevirinden 300 kilo civarında esrar elde edilebileceği gözönüne alındığında ve meydana gelen tehlikenin ağırlığı da değerlendirildiğinde, mahkememizin kararı usul ve yasaya uygundur.” gerekçesi ile ilk hükümde direnilmiştir.

Bu hükmün de, sanıklar İ.P. ve S.Ö. ile sanık H.A. vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya, Yargıtay C.Başsavcılığının “onama” istekli 16.9.2003 gün ve 122820 sayılı tebliğnamesi ile Birinci Başkanlığa gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup, düşünüldü;

Ceza Genel Kurulu Kararı

Sanıkların izinsiz hint keneviri ekmek suçundan cezalandırılmalarına karar verilen somut olayda; Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, cezanın en üst sınırdan belirlenmesinde takdir yanılgısı bulunup bulunmadığının belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

T.C.Y.nın 29/son maddesinde, “Hakim, iki sınır arasında temel cezayı, suçun işleniş biçimi suçun işlenilmesinde kullanılan araç, suç konusunun önem ve değeri, suçun işlendiği zaman ve yer, fiilin diğer özellikleri, zararın veya tehlikenin ağırlığı, kastın veya taksirin yoğunluğu, suç sebepleri veya saikleri, failin amacı, geçmişi, şahsi veya sosyal durumu, fiilden sonraki davranışı gibi hususları gözönünde bulundurmak suretiyle takdirini kullanarak belirler. Cezanın asgari hadden tayini halinde dahi takdirin sebepleri kararda mutlaka gösterilir.” hükmü yer almaktadır.

Mahkemece ceza tayin edilirken, cezanın maddede yazılı alt sınır veya üzerinde belirlenmesi halinde Anayasanın 141 ve CYUY. nın 32. maddesi gereğince gösterilen gerekçenin; T.C.Y.nın 29. maddesinde belirtilen hususlarla ilgili bilgi ve belgelerin isabetle değerlendirildiğini gösterir biçimde yasal ve yeterli olması gerekir. Gerekçenin bu niteliği, yasakoyucunun amacına uygun olduğu gibi, kararı aydınlatmak, keyfiliği önlemek ve tarafları tatmin etmek özelliklerini taşımakta, ayrıca görevi yasaların ülke genelinde hukuka uygun olarak uygulanıp uygulanmadığını denetleyerek hukuk kurallarının uygulamasında birliği sağlamak olan Yargıtay’a da, yargıcın takdir yetkisini kullanırken 29. maddede düzenlenen kuralların dışına çıkıp çıkmadığını denetleme olanağı sağlamaktadır.

Somut olayda kolluk görevlilerince, sanıklar tarafından kiralanan ve tepeler arasında bulunması nedeniyle uzaktan fark edilemeyen ve etrafında da başka bir bahçe bulunmayan 8-10 dönümlük elma bahçesinde yapılan kontrolde, 54.816 adedi dişi, 1586 adedi de erkek olmak üzere toplam 56.402 adet, ayıklanmış, 70-80 cm boylarında hint keneviri ele geçirilmiş, toplanan kanıtlara göre sanıkların esrar elde etmek amacıyla izinsiz hint keneviri yetiştirdikleri kabul edilerek, 2313 sayılı Yasanın 3. maddesi yollamasıyla 23/son maddesi uyarınca, ekilen hint kenevirinin miktar ve önemi, ekili arazinin alanı, tespit edilen kök sayısı, ürünün parasal değeri, elde edilen köklerden elde edilebilecek esrar miktarı, meydana gelen tehlikenin ağırlığı gerekçeleriyle, sanıkların en üst hadden cezalandırılmalarına karar verilmiştir.

Yasalarda hakime verilen takdir ve değerlendirme yetkisi; adalet ve nasafet kurallarına bağlı kalınarak, suçun işleniş tarzı, sanığın suç işleme hususundaki eğilimi, yasalara aykırılığın derecesi gibi objektif ölçüler gözönünde tutulup, dosya içeriğine uygun olarak kullanılmalı ve ceza bu adil ölçüler içinde tayin edilmelidir.

Yerel Mahkemece, esrarın ekili olduğu alanın yüzölçümü, elde edilebilecek esrar miktarı gerekçe gösterilerek, sanıklar hakkındaki cezanın en üst sınırdan tayinine karar verilmiş ve bu gerekçeler cezanın asgari haddin üzerinde makul bir düzeyde arttırılması için yeterli ise de, en üst sınırdan belirlenmesi açısından dosya içeriğine uygun ve adil değildir, şöyle ki; bu kök sayısının cezanın en üst sınırdan tayini için yeterli olduğunun kabulü halinde, daha fazla miktarda ve daha büyük alanlarda ekim yaparak, daha ağır ve büyük tehlikenin doğmasına neden olan sanıklara da aynı ceza verilecek, bu şekilde eylem ve ceza arasındaki dengenin yokolmasına neden olunacaktır, …” gerekçesiyle yerel mahkemece en üst sınırdan ceza tayini yerinde görülmeyerek direnme kararının bozulmasına oyçokluğuyla karar verilmiştir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan;

“Kurul Başkanı Mater Kaban, hangi miktar için en üst sınırdan ceza tayini gerektiği hususunda somut ve kesin bir ölçüt koyma olanağı bulunmadığı, bu konuda kabul edilecek miktar ne olursa olsun her zaman daha fazla miktarda ekim yapanların bulunabileceği, Sayın çoğunluğun görüşünün, cezanın en üst sınırdan tayinini büsbütün olanaksız hale getirdiği, objektif bir ölçüt de ortaya koyamadığı, Yerel Mahkemece, TCY.nın 29. maddesi hükmü nazara alınmak suretiyle dosyadaki tüm bilgi ve belgeler isabetle değerlendirilerek, sanıklar hakkında en üst sınırdan ceza tayin edildiği takdirde çelişkiye, yanılgıya ve zafiyete düşülmediği gerekçesiyle,

Diğer iki kurul üyesi ise, Yerel Mahkeme direnme hükmündeki gerekçelerin isabetli olduğu görüşü ile …” direnme hükmünün onanması yönünde karşı oy kullanmışlardır.

3- M a d d e 3 0

a) Türk Ceza Yasasının 30. maddesi ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurunca, 4.3.2003 gün ve 2003/7-1 E. ve 2003/17 K. sayılı kararda;

“Yerel Mahkeme 28.1.2002 tarihinde işlediği sürücü belgesiz ilk kez araç kullanmak suçundan dolayı sanığı 2918 sayılı Yasanın 36/3. maddesine göre 1 ay hafif hapis ve 83.000.000 lira hafif para cezası ile cezalandırmış, önödeme önerisine uymaması nedeniyle TCY’nın 119. maddesi uyarınca cezasını yarı oranında arttırarak 1 ay 15 gün hafif hapis ve 124.500.000 lira hafif para cezasına çıkarmış, ardından kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezayı 647 sayılı Yasanın 4. maddesi uyarınca günlüğü takdiren 3.635.068 liradan dönüştürerek 163.578.060 lira hafif para cezasına çevirmiş ve aynı neviden olan para cezalarını toplayarak sonuçta sanığın 288.078.060 lira hafif para cezasıyla cezalandırılmasına karar vermiştir.

Oysa, suç tarihinde yürürlükte olan TCY’nın 30. maddesinin 2. fıkrasında “Muvakkat cezalar için bir günün ve para cezalarında bir liranın küsuru hesaba katılmaz” ifadesi mevcut iken, suç ve hüküm tarihinden sonra 10.2.2003 günlü ve 25020 sayılı mükerrer Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4806 sayılı Yasanın 1. maddesiyle, anılan fıkradaki “bir” ibaresi “bin” olarak değiştirilmiştir. Para cezalarında hesaba katılmaması gereken artık kısmı, bir liranın küsurundan bin liranın küsuruna yükselten bu yasa değişikliğinin sanığın lehine olması nedeniyle TCY’nın 2/2. maddesi uyarınca, hükme konu para cezasının yeniden değerlendirme ve hesaplama yapılmak suretiyle belirlenmesi zorunludur.

Konunun tam olarak açıklığa kavuşturulabilmesi bakımından, para cezalarının belirlenmesi, hesaplanması, alt ve üst hadleri ve uygulanması ile ilgili Ceza Yasamızın kimi hükümlerinin 4421 sayılı Yasa ile getirilen sistem de gözönüne alınarak incelenmesi ve 2918 sayılı yasada öngörülen para cezalarının hesaplanması yöntemi ile karşılaştırılması ve TCY’nın 30/2. maddesinde yapılan değişikliğin 2918 sayılı Yasadaki para cezalarını ne şekilde etkileyeceği yönünden uygulama sınırlarının ortaya konulması gereklidir.

Ülkemizde uzun yıllardır enflasyonun yüksek oranlarda seyretmesi, Türk Lirasının değer kaybetmesi, durağan para cezalarının göreceli olarak düşük kalıp caydırıcı etkisini yitirmesi nedeniyle Yasa Koyucu, para cezalarını günün ekonomik koşullarıyla uyumlu hale getirerek suç ve ceza arasında bozulan dengeyi düzeltmek ve para cezalarının caydırıcı etkisini güçlendirmek için değişik tarihlerde çeşitli yasal düzenlemeler gerçekleştirmiştir. Bu amaçla ilk kapsamlı değişiklik 5435 sayılı Yasa ile gerçekleştirilmiş olup, bilahare 14.12.1988 gün ve 20019 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 3506 sayılı Yasa ile Türk Ceza Kanununda ve çeşitli yasalarda yer alan para cezalarında artış yapılmış, takip eden yıllar bakımından da memur maaş katsayısındaki artışa bağlı bir oran dahilinde cezaların her yıl için arttırılması şeklinde bir sistem kabul edilmiştir. 3506 sayılı Yasanın yürürlükte olduğu dönem için, 2918 sayılı Yasadaki cezalar yönünden de 3506 sayılı Yasa hükümlerinde öngörülen bir kısım kurallara göre artış öngörülmekte iken, bilahare 2918 sayılı Yasada değişiklik yapan 4199 sayılı Yasanın 47. maddesi ile TCY’na 3506 sayılı Yasa ile eklenen ek maddelerin 2918 sayılı Yasa hakkında uygulanamayacağı esası kabul edilmiş, nihayet 2918 sayılı Yasanın Ek 3. maddesinde 25.7.1997 gün ve tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4262 sayılı Yasa ile değişiklik yapılarak, 2918 sayılı Yasada öngörülen temel para cezalarının belirlenmesi yönünden özel bir düzenleme getirilmiştir.

Anılan maddenin ilk iki fıkrasında; “2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunundaki fiiller için, her takvim yılı başından geçerli olmak üzere önceki yılda uygulanan mutlak ceza tutarları, o yıl için Vergi Usul Kanunu hükümleri uyarınca tespit ve ilan olunan yeniden değerleme oranında arttırılır.

Bu suretle hesaplanacak ceza tutarlarında 100.000 liraya kadar olan kesirler dikkate alınmaz.” hükümlerine yer verilmiştir.

Böylelikle, 2918 sayılı Yasada yer alan para cezalarının 4262 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesini takip eden yıllar bakımından her takvim yılı için arttırılması ve yeniden belirlenmesi sırasında “yeniden değerleme oranı” ölçü olarak alınmış, ayrıca ortaya çıkabilecek küsurat yönünden de, TCY’nın 30/2. maddesinden farklı bir miktar kabul edilerek, 100.000 lira küsurunun dikkate alınmayacağı öngörülmüştür.

Bilahare 1.8.1999 gün ve 23773 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ve 3506 sayılı Yasanın getirdiği sistemi değiştiren 4421 sayılı Yasanın 4. maddesi ile TCY’nın Ek 1 inci maddesinin (a) ve (b) bentleri değiştirilerek, 2918 sayılı Yasa ayrık olmak üzere çeşitli yasalarda öngörülen temel para cezaları belirli ölçülerde arttırılmış, TCY’nın 19. ve 24. maddeleri değiştirilerek ağır ve hafif para cezalarının aşağı ve yukarı hadleri yükseltilmiş, 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin 1. fıkrasının 1 numaralı bendi ile 5. maddenin 6. ve 9. fıkralarında değişiklik yapılarak (daha sonra 4786 s. Yasa ile yapılan bir başka değişiklik sonucu 6. fıkra 7., 9. fıkra ise 10. fıkra haline gelmiştir) özgürlüğü bağlayıcı ceza yerine hükmedilecek para cezaları ile ödenmeyen para cezalarının hapse dönüştürülmesi işlemlerinde bir gün hapse karşılık gelecek para cezası miktarlarında artış yapılmış, ayrıca takip eden yıllar bakımından yeni bir yasal düzenlemeye ihtiyaç duyulmaksızın para cezalarında otomatik bir artış yapılmasına olanak sağlayan TCY’nın Ek 2. maddesi değiştirilerek artışı belirleme hususunda yeni bir ölçüt getirilmiş, para cezalarının her takvim yılı başından geçerli olmak üzere o yıl için 213 sayılı Vergi Usul Yasasının mükerrer 298 inci maddesi hükümleri uyarınca belirlenip ilan edilen “yeniden değerleme oranında” arttırılarak uygulanması esası kabul edilmiştir. Ayrıca, TCY’na 4421 sayılı Yasa ile eklenen Ek 6. madde ile, para cezalarının her takvim yılı için arttırılması yolundaki bu prensip, 647 sayılı Yasanın 4. ve 5. maddelerinde belirtilen miktarlar yönünden de geçerli kılınmıştır.

Yukarıda da vurgulandığı üzere, TCY’nın 4421 sayılı Yasa ile değiştirilen Ek 1 ve Ek 2 nci maddeleri açıkça 2918 sayılı Yasayı ayrık tutmuştur. Bu nedenle, 2918 sayılı Yasada öngörülen gerek idari gerekse adli nitelikteki temel para cezalarının her yıl için yeniden belirlenmesinde 2918 sayılı Yasanın Ek 3. maddesinde yazılı kurallar geçerlidir. Buna göre, 2918 sayılı Yasada düzenlenen bir para cezasına hükmedileceğinde, temel para cezası bu Yasanın 4262 sayılı Yasa ile değişik Ek 3. Maddesinde öngörülen kurallar doğrultusunda hesaplanacak, temel cezanın belirlenmesi sırasında ortaya çıkacak 100.000 lira kesirleri dikkate alınmayacaktır. Ancak, TCY’nın 30/2. maddesindeki kuralın istisnalarından birini oluşturan bu ilke, sadece temel para cezalarının belirlenmesine yönelik olduğundan, Türk Ceza Yasasında yer alan hükümlerin, özel ceza yasalarının buna aykırı olmayan hükümleri hakkında da uygulanacağına ilişkin TCY’nın 10. maddesindeki kural gereği, temel ceza üzerinden yapılacak arttırma, eksiltme ve dönüştürme işlemleri sırasında ortaya çıkabilecek küsurlar yönünden, TCY’nın genel hüküm niteliğindeki 30/2. maddesindeki miktar dikkate alınacaktır. Nitekim Ceza Genel Kurulumuz ile Özel Dairenin süreklilik gösteren uygulamaları da bu doğrultudadır.

2918 sayılı Yasada öngörülen temel para cezalarının belirlenmesi ile ilgili yöntemi ve TCY’nın öngördüğü sistemden ayrıldığı noktaları bu şekilde açıkladıktan sonra, Ceza Yasamızın genel hükümlerinden olan ve sonuç para cezalarında mutlak uygulanması zorunluluğu bulunduğunda kuşku duyulmayan 30. maddenin 2. fıkrasındaki kuralın, (2918 sayılı Yasada yer alan temel para cezaları dışında) temel cezanın belirlenmesi, cezada arttırma ve eksiltme yapılması ve hürriyeti bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilmesi sırasında zorunlu olarak başvurulan bir gün hapse denk tutulan para cezası miktarlarının her takvim yılı için yeniden belirlenmesi aşamalarında da uygulanmasının gerekip gerekmediği incelenmelidir.

TCY’nın 30. maddesinin ikinci fıkrası, muvakkat cezalarda bir günün ve para cezalarında bin liranın küsurunun hesaba katılmayacağını söylemekle, bu kesirlere hiçbir suretle hükmedilemeyeceğini belirtmek istemiştir. (Dönmezer-Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, 12. Bası, Cilt 3, s.92) Anılan fıkrada, günün kesiri ile bin liranın kesiri aynı hükme tabi kılınmıştır. Fıkrada geçen “hesaba katılmaz” ibaresi, bir hesaba başvurulması zorunlu her aşamayı, başka bir deyişle yasa koyucu tarafından 30. maddeye istisna oluşturması gayesiyle doğrudan doğruya belirlenmiş olmayan, gerek hesaplama sonucu bulunan gerekse üzerinden hesaplama yapılacak olan her miktar ve süreyi kapsamına almaktadır.

4421 sayılı Yasa ile para cezalarının her takvim yılı için arttırılması uygulaması başladıktan sonra, bazı yıllar için öngörülen yeniden değerleme oranlarının ondalık kesirler taşıması nedeniyle, temel para cezaları ile hafif ve ağır para cezalarının aşağı ve yukarı hadleri belirlenirken ortaya çıkan küsurlu miktarlar, yapılan hesaplama sonucu bulunmuşlardır. Yasa koyucu tarafından doğrudan doğruya belirlenmediklerinden, yasa koyucunun, bu miktarların TCY’nın 30/2. maddesindeki kuralın istisnasını oluşturmasını amaçladığından da söz edilemez. Dolayısıyla, temel hürriyeti bağlayıcı cezaya hükmedilirken günün kesiri sayılacak bir zaman birimi ile, örneğin; 7 gün 12 saat gibi bir süreyle hapis cezasına hükmedilemeyeceği gibi, kesirlerin hesaba katılmaması yönünden muvakkat cezalarla aynı hükme tabi kılınmış olan temel para cezası belirlenirken de “bin lira kesirinin” atılması zorunludur.

Bir başka örnek vermek gerekirse; kavgaya katılmak suçundan TCY’nın 464/3. maddesi uyarınca temel cezası 7 gün hapis olarak belirlenen kişinin cezasından ağır tahrik nedeniyle TCY’nın 51/2. maddesi gereğince 2/3 oranında indirim yapıldığında, günün artığı olan 8 saatlik süre hesaba katılmaksızın cezası 2 güne indirilecek, ardından yaş küçüklüğü nedeniyle TCY’nın 55/3. maddesi uyarınca cezasından 1/3 oranında indirim yapıldığında yine günün artığı olan 8 saatlik süre hesaba katılmayarak cezası 1 gün hapis olarak belirlenip, takiben bu cezanın para cezasına dönüştürme işlemi gerçekleştirilecektir. Görüleceği üzere, cezalarda hesaba katılmayacak süre ve miktarları gösteren TCY’nın 30/2. maddesi, muvakkat hürriyeti bağlayıcı cezaların arttırılması ve eksiltilmesi sırasında gözönünde tutulmaktadır. O halde bu kural para cezalarının arttırılması ve eksiltmesi sırasında da, diğer bir ifade ile ara işlemlerde de uygulanmalıdır.

Öte yandan, 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin 1. fıkrasının 1 numaralı bendindeki para cezası miktarları, cezanın kişiselleştirilebilmesi bakımından hürriyeti bağlayıcı cezanın kamu para cezasına çevrilmesi işlemi sırasında zorunlu olarak başvurulması gereken bir temel para cezası ölçüsü olup, suç ile ceza arasında bir denge bulunması gerektiği ilkesine ve cezası dönüştürülecek suçun cürüm veya kabahat nev’inden olmasına göre ayrı ayrı değerlerde belirlenmiş, bir gün hürriyeti bağlayıcı cezaya karşılık tutulan para cezası niteliğindedir. Nitekim Yasa Koyucu, 4421 sayılı Yasa ile çeşitli yasalardaki para cezalarının yanında, 647 sayılı Yasanın 4. maddesi ile beher gün hürriyeti bağlayıcı cezaya karşılık tutulan para cezası miktarlarının da her yıl yeniden değerlendirme oranında arttırılmasını öngörmüştür.

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi bakımından, 647 sayılı Yasanın 4. maddesindeki para cezası miktarlarının yeniden değerleme oranında arttırılması uygulamasını bir örnekle açıklayacak olursak; 647 sayılı Yasanın 4421 sayılı Yasa ile değişik 4. maddesinde, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların, kabahatlerde beher gün karşılığı 1.000.000 ilâ 2.000.000 lira hesabıyla hafif para cezasına çevrilebileceği öngörülmüştür. 4421 sayılı Yasanın yürürlüğünü takip eden yıllar bakımından belirlenip ilan edilen yeniden değerleme oranları ise, 2000 yılı için % (52,1), 2001 yılı için % (56) ve 2002 yılı için % (53,2)’dir. Bu oranlar üzerinden hesaplama yapıldığında, kabahatlere ilişkin kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların para cezasına dönüştürülmesinde, beher gün karşılığı 2000 yılı için 1.521.000 ilâ 3.042.000 lira, 2001 yılı için 2.372.760 ilâ 4.745.520 lira ve 2002 yılı için de 3.635.068,32 ilâ 7.270.136,64 lira hafif para cezası olarak bulunmaktadır.

Görüleceği üzere, 647 sayılı Yasanın 4. maddesindeki miktar belirlenirken liranın küsuru ilk kez 2002 yılında ortaya çıkmış ve Ceza Genel Kurulumuz ile Özel Daireler, TCY’nın 30. maddesinin 4806 sayılı Yasa ile değişiklik yapılmasından önceki biçiminde yer alan, “para cezalarında bir liranın küsuru hesaba katılmaz” kuralından hareketle, 2002 yılı için dönüştürmelerin lira kesirlerinin atılması suretiyle bir gün karşılığı 3.635.068 ilâ 7.270.136 lira hesabıyla yapılmasını isabetli bulmuşlar ve bu uygulamayı 4806 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesine değin istikrarlı biçimde sürdürmüşlerdir. Nitekim incelemeye konu olayda da, Yerel Mahkemenin bir günü 3.635.068 liraya karşılık tutmak suretiyle yaptığı uygulamanın, henüz 4806 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden önce Özel Dairece yapılan temyiz incelemesi sırasında isabetli bulunarak eleştiri konusu yapılmaması da, uygulamanın istikrar kazandığının bir göstergesidir.

Ancak, 4806 sayılı Yasa ile TCY’nın 30/2. maddesinde değişiklik yapılarak para cezalarında hesaba katılmayacak kısmın lira küsurundan bin lira küsuruna yükseltilmesi ve TCY’nın 2/2. maddesi hükmü karşısında, mevcut yasa değişikliğinin fail lehine olması nedeniyle, 647 sayılı Yasanın 4. maddesindeki miktarların 2000 yılından itibaren bu kez bin lira küsurlarının atılması suretiyle yeniden hesaplanıp belirlenmesi zorunlu hale gelmiştir. Bu yeni ilke doğrultusunda yapılan hesaplama sonucu, kabahatlere ilişkin hürriyeti bağlayıcı cezaların, beher günü 2000 yılı için 1.521.000 ilâ 3.042.000 lira, 2001 yılı için 2.372.000 ilâ 4.745.000 lira ve 2002 yılı için de 3.633.000 ilâ 7.269.000 lira hesabıyla hafif para cezasına dönüştürülmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere; TCY’nın 30/2. maddesinde düzenlenen, muvakkat cezalarda bir günün, para cezalarında ise bin liranın küsurunun hesaba katılmayacağı yolundaki kuralın, (2918 sayılı Yasadaki temel para cezası istisna olmak üzere) gerek temel cezanın belirlenmesi ve takip eden arttırma ve eksiltme işlemleri ile sonuç ceza tutarına hükmedilmesi aşamalarında, gerekse 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin 1. fıkrasının 1 numaralı bendinde öngörülen hürriyeti bağlayıcı cezanın paraya dönüştürülmesi aşamasında bir güne karşılık tutulan para cezası miktarlarının belirlenmesinde gözönünde tutulması zorunludur.

Bu açıklamalar ışığında yeniden somut olaya dönecek olursak;

Somut olayda, sanığın 28.1.2002 tarihinde işlediği sürücü belgesiz ilk kez araç kullanmak suçundan dolayı tayin olunan temel para cezasının yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda ve 2918 sayılı Yasanın Ek 3. maddesinde öngörülen biçimde belirlendiği anlaşılmaktadır. Ancak, hürriyeti bağlayıcı cezanın 647 sayılı Yasanın 4. maddesi uyarınca para cezasına çevrilmesi sırasında, bir gün hafif hapis cezası 3.635.068 lira hafif para cezasına karşılık tutulmuş ve sanığın 1 ay 15 gün hafif hapis cezası 163.578.060 lira hafif para cezasına dönüştürülmüştür. Hükümden sonra yürürlüğe giren 4806 sayılı Yasa ile TCY’nın 30/2. maddesinde değişiklik yapılarak, para cezalarında hesaba katılmayacak miktarın bir lira kesirinden bin lira kesirine çıkarılması ve TCY’nın 2/2. maddesi karşısında, sanığın aleyhine sonuç verdiği anlaşılan Yerel Mahkeme uygulamasının yeniden değerlendirilmesi zorunludur.” gerekçesiyle Yerel Mahkeme hükmünün bozulmasına, ancak bu husus yeniden yargılamayı gerektirmediğinden, CYY’nın 322. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak, hükmün düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.

b) Ceza Genel Kurulu 15.4.2003 gün ve 2003/9-96 E. ve 2003/104 K. sayılı kararda; yine TCY.nın 30. maddesinin ikinci fıkrasındaki “para cezalarında bin liranın küsuru hesaba katılmaz” kuralının sonuç para cezasında mı yoksa, temel cezanın tayini aşamasından başlayan tüm hesaplama işlemlerinde mi, dikkate alınacağı, konusunu incelemiştir. Bu kararda, Türk Ceza Yasasının 30. maddesinin 2. fıkrasının 1.3.1926 tarihli Resmi Ceride de yayımlanan ilk metinden sonra, geçirdiği değişiklikler ve bu değişikliklerin uygulama biçimleri ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Ayrıca TCY.nın 30. maddesinin ikinci fıkrasındaki para cezalarıyla ilgili ölçütlerin nispi para cezaları hakkında da uygulanacağı ve özel ceza yasaları içinde, aksine bir hüküm yoksa uygulanacağı, açıkça belirtilmiştir.

“Sanığın taksirle yangına neden olmak suçundan cezalandırılmasına karar verilen somut olayda; Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasında oluş ve sübutta bir uyuşmazlık bulunmayıp, çözümlenecek sorun, TCY.nın 30. maddesinin 2. fıkrasındaki “ para cezalarında bin liranın küsuru hesaba katılmaz.” kuralının, sonuç para cezasında mı yoksa, temel cezanın tayini aşamasından başlayan tüm hesaplama işlemlerinde mi, dikkate alınacağı noktasında toplanmaktadır.

TCY’nın 30. maddesinin 2. fıkrası 13.3.1926 tarihli Resmi Ceride de yayımlanan ilk metninde; “Muvakkat cezalar için bir günün ve cezayi naktide bir, hafif cezayi naktiyede yarım liranın küsuru hükümde hesaba katılmaz” şeklinde iken, 11.6.1936 gün ve 3038 sayılı Yasa ile, “……para cezalarında on kuruşun küsuru hesaba katılmaz”, 12.6.1979 gün ve 2248 sayılı Yasa ile de “……para cezalarında bir liranın küsuru hesaba katılmaz” şeklinde değiştirilmiş, suç ve hüküm tarihinden sonra 10.2.2003 gün ve 25020 sayılı mükerrer Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4806 sayılı Yasanın 1. maddesi ile de, fıkradaki “bir” ibaresi “bin” olarak değiştirilmek suretiyle, para cezalarının hesabında bin lira küsurunun hesaba katılmayacağı kuralı getirilmiştir. Bu değişikliğinin sanığın lehinde olması ve TCY’nın 2. maddesinin 2. fıkrasının emredici hükmü uyarınca, somut olayda para cezasının yeniden değerlendirme ve hesaplama yapılmak suretiyle belirlenmesi zorunludur.

Konunun tam olarak açıklığa kavuşturulabilmesi bakımından, para cezalarının belirlenmesi, hesaplanması, alt ve üst hadleri ve uygulanması ile ilgili Ceza Yasamızın kimi hükümlerinin 4421 sayılı Yasa ile getirilen sistem de gözönüne alınarak incelenmesi ve TCY’nın 30/2. maddesinde yapılan değişikliğin Yasalardaki para cezalarını ne şekilde etkileyeceği yönünde uygulama sınırlarının ortaya konulması gereklidir.

1 Mart 1926 tarihinde kabul edilerek 1 Temmuz 1926’da yürürlüğe giren Türk Ceza Yasasındaki ve Özel Yasalardaki para cezalarında 10.6.1949 tarihine kadar herhangi bir artırım yapılmamış, ancak para cezalarının günün ekonomik koşullarına göre yetersiz hale gelmesi nedeniyle ilk değişiklik 5435 sayılı Yasa ile yapılmış, bu yasadaki miktarlar da 2248 ve 2790 sayılı Yasalarla arttırılmış, 3506 sayılı Yasa ile 5435 sayılı Yasanın para cezalarının arttıran 2. maddesi yürürlükten kaldırılarak, TCY.na 5 Ek madde eklenmiş, bu maddelerde ise 4421 sayılı Yasa ile değişiklik yapılarak Yasaya Ek 6.madde eklenmiştir.

10.6.1949 tarihinde kabul edilerek 16.6.1949 tarihli Resmi Gazetede yayımlanıp aynı gün yürürlüğe giren 5435 sayılı Yasanın 2. maddesi ile; TBMM.nin kuruluşundan önce ve TBMM.ce kabul olunup 31.12.1939 tarihine kadar yürürlüğe giren yasalardaki para cezaları 3 ila 5 misli, bu Yasanın 2.maddesinde 12.6.1979 tarihinde kabul edilerek 22.6.1979 tarihinde yürürlüğe giren 2248 sayılı Yasanın 23. maddesi ile yapılan değişiklik ile de 31.12.1977 tarihine kadar yürürlüğe giren yasalardaki para cezaları 3 ilâ 30 misli, 21.1.1983 tarihinde kabul edilerek 22.1.1983 tarihinde yürürlüğe giren 2790 sayılı Yasanın 1.maddesi ile yeniden düzenlenen 2. maddesi ile 31.12.1980 tarihine kadar yürürlüğe giren yasalardaki para cezaları 150 ilâ 3 misli arttırılmış, yine aynı şekilde temel para cezalarının alt ve üst sınırlarını gösteren 19 ve 24. maddelerdeki miktarlar da 5435, 2248, 2787 sayılı Yasa değişiklikleriyle yeniden düzenlenmiştir.

14.12.1988 tarihinde yürürlüğe giren 3506 Sayılı Yasa ile 5435 sayılı Yasanın para cezalarına ilişkin düzenlemeleri yürürlükten kaldırılmış, TCY.na 5 Ek madde eklenerek, para cezalarının arttırılması katsayı sistemine bağlanmış, yasalardaki para cezaları, hürriyeti bağlayıcı cezaların paraya çevrilme ve mahsup miktarları yeniden belirlenmiştir.

3506 sayılı Yasa ile TCY.na eklenen Ek 1. maddeye göre “Nisbi nitelikteki vergi ve resim cezaları, nisbi para cezaları ve tazminat kabilinden olup mütezayit nispete tâbi bulunan para cezaları hariç olmak üzere TBMM.nin kuruluşundan önce yürürlüğe giren yasa ve tüzüklerdeki para cezaları ile TBMM.’nin kuruluşundan 31.12.1987 tarihine kadar kabul edilen yasalardaki para cezaları (idari ve disiplin cezaları dahil) 300 ilâ 3 misli arttırılmış,

Ek 2. maddede ise Ek 1. madde kapsamına giren cezaların ve bu madde yürürlüğe girdiği tarihten sonra kabul edilecek yasalardaki para cezalarının nasıl hesaplanacağı hükme bağlanmıştır; buna göre 1988 yılı bütçesi ile belirlenen 84 memur maaş katsayısı sabit kabul edilerek, müteakip yıllarda Bütçe Kanunundaki her 75 puanlık artış bir birim kabul edilmek suretiyle bulunacak miktarın Ek 1.maddeye göre tespit edilen ceza miktarı ile çarpılması sonucu yeni cezanın belirleneceği, maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonra kabul edilen yasalardaki para cezalarının ise yasanın yürürlüğe girdiği tarihteki Bütçe Kanunundaki Devlet Memurları aylıkları katsayısının başlangıç alınmak suretiyle saptanacağı hükme bağlanmıştır.

28.7.1999 tarihinde kabul edilerek 1 Ağustos 1999 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak aynı gün yürürlüğe giren 4421 Sayılı Yasa ile TCY.nın 19 ve 24. maddeleri, 647 Sayılı Cezaların İnfazı Hakkındaki Yasanın 4 ve 5.maddeleri değiştirilmiş, TCY.na 3506 sayılı Yasa ile eklenen Ek 1,2,4 ve Ek 5. maddelerinde değişiklik yapılarak, Yasaya Ek 6. madde eklenmiş, para cezalarının belirlenmesinde uygulanan katsayı sisteminden vazgeçilerek “Yeniden Değerleme Oranı” kabul edilmiştir.

Yasanın 1.maddesi ile TCY.nın 19. maddesindeki ağır para cezasının alt sınırı “altmış milyon, üst sınırı onbeş milyar liraya, 2. maddesi ile de TCY.nın 24. maddesinde belirtilen hafif para cezasının alt sınırı onbeşmilyon, üst sınırı birmilyar beşyüz milyon liraya yükseltilmiş, 4. madde ile TCY.nın Ek 1.maddesinin (a) ve (b) fıkraları değiştirilerek TBMM.nin kuruluşundan önce yürürlüğe giren ve daha sonra değiştirilmeyen kanun ve tüzüklerdeki para cezaları ile 31.12.1998 tarihine kadar yürürlüğe giren yasalardaki para cezaları 39300 ilâ 8 misli artırılmış, 5 nci maddesinde ise; 1.8.1999 tarihine kadar yürürlüğe giren ve bu tarihten sonra kabul edilen yasalardaki para cezalarının her takvim yılı başından geçerli olmak üzere 213 Sayılı Yasanın Mükerrer 298.maddesi hükümleri uyarınca tespit ve ilan edilen yeniden değerleme oranında arttırılarak uygulanacağı belirtilmiş, 6.madde ile Ek 4 ve Ek 5 nci maddelerde yer alan “Ek 2 nci maddeye göre bulunacak birim sayısıyla” ibaresi “Ek 2 nci maddeye göre uygulanan yeniden değerleme oranıyla” şeklinde değiştirilmiştir.

Bu hükümler uyarınca, müteakip yıllarda TCY.nın 19. maddesinde düzenlenen ağır, 24. maddesinde belirtilen hafif, 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin 1. fıkrasındaki özgürlüğü bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilme ve aynı Yasanın 5. maddesindeki mahsup miktarları yeni bir yasal düzenlemeye ihtiyaç duyulmaksızın, her yıl yeniden değerleme oranında artırılmak suretiyle belirlenmiştir.

TCY.nın 29. maddesinde; Yasanın belirli bir oranda cezayı arttırıp eksiltmeyi emrettiği hallerde, mevcut olan ağırlatıcı ve hafifletici nedenler nazara alınmaksızın, o fiil için ne ceza tayin edilecekse artırma ve indirme keyfiyetinin o ceza üzerinden uygulanacağı bir çok nedenin birleşmesi halinde arttırma ve eksiltme hususunun “ondan evvelki artırma ve eksilme neticesi olan ceza miktarı” üzerinden yapılacağı öngörülmüş, 30. maddesinin 4806 sayılı Yasa ile değişik 2. fıkrasında ise; “Muvakkat cezalar için bir günün ve para cezalarında bin liranın küsuru hesaba katılmaz” hükümlerine yer verilmiştir.

TCY’nın 30. maddesinin ikinci fıkrası, muvakkat cezalarda bir günün ve para cezalarında bin liranın küsurunun hesaba katılmayacağını söylemekle, bu kesirlere hiçbir suretle hükmedilemeyeceğini belirtmek istemiştir. (Dönmezer-Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, 12. Bası, Cilt 3, s.92) Bu ilke nisbi para cezaları hakkında da uygulanır.Bu ölçütler aksine bir hüküm ihtiva etmeyen özel ceza Yasaları için de geçerlidir. (İçel, Yaptırım Teorisi,1. Bası, Sh.172) Anılan fıkrada, günün kesiri ile bin liranın kesiri aynı hükme tabi kılınmıştır. Fıkrada geçen “hesaba katılmaz” ibaresi, bir hesaba başvurulması zorunlu her aşamayı, başka bir deyişle yasa koyucu tarafından 30. maddeye istisna oluşturması gayesiyle doğrudan doğruya belirlenmiş olmayan, gerek hesaplama sonucu bulunan gerekse üzerinden hesaplama yapılacak olan her miktar ve süreyi kapsamına almaktadır.

4421 sayılı Yasa ile para cezalarının her takvim yılı için yeniden değerleme oranında arttırılması uygulaması başladıktan sonra, bazı yıllar için öngörülen yeniden değerleme oranlarının ondalık kesirler taşıması nedeniyle, temel para cezaları ile hafif ve ağır para cezalarının aşağı ve yukarı hadleri belirlenirken ortaya çıkan küsurlu miktarlar, yapılan hesaplama sonucu bulunmuşlardır.Yasa koyucu tarafından doğrudan doğruya belirlenmediklerinden, yasa koyucunun, bu miktarların TCY’nın 30/2. maddesindeki kuralın istisnasını oluşturmasını amaçladığından da söz edilemez. Dolayısıyla, temel hürriyeti bağlayıcı cezaya hükmedilirken günün kesiri sayılacak bir zaman birimine hükmedilemeyeceği gibi, muvakkat cezalarla aynı hükme tabi kılınmış olan temel para cezası küsuruna da hükmedilemez. Nitekim “bir lira küsurunun hesaba katılmayacağı hükmünün yürürlükte olduğu dönemde; temel ağır para cezasının alt sınırı 2002 yılında 218.104.099,20 lira, 2003 yılında 346.785.517,41 lira olduğu halde, ağır para cezasının alt sınırı bir liranın küsuru dikkate alınmaksızın 2002 yılında 218.104.099 lira, 2003 yılında ise 346.785.517 lira olarak uygulanmıştır. Bu nedenle 2001 yılı için %(56), 2002 yılı için %(53,2), 2003 yılı için ise %(59) olarak belirlenen yeniden değerleme oranının uygulanması sonucu belirlenen temel para cezalarının alt ve üst sınırlarının da “bin lira kesirinin” atılması suretiyle, TCY.nın 19. maddesindeki ağır para cezasının alt ve üst sınırlarının 2001 yılı için 142.365.000-35.591.400.000 lira, 2002 yılı için 218.103.000.-54.526.024.000 lira ve 2003 yılı için ise 346.783.000.-86.696.378.000. lira olarak belirlenmesinde zorunluluk bulunmaktadır.

Bir başka örnek vermek gerekirse; 2002 yılında taksirle yangına neden olmak suçundan TCY’nın 383 maddesi uyarınca temel cezası 7 gün hapis ve 218.104.099 lira ağır para cezası olarak belirlenen kişinin cezasından TCY’nın 413. maddesi gereğince 1/2 oranında indirim yapıldığında, günün artığı olan 12 saatlik süre ve 50 kuruş hesaba katılmaksızın cezası 3 gün hapis ve 109.052.049 liraya indirilecek, ardından TCY’nın 59 maddesi uyarınca cezasından 1/6 oranında indirim yapıldığında yine günün artığı olan 12 saatlik süre ve liranın artığı olan 50 kuruş hesaba katılmayarak cezası 2 gün hapis ve 90.876.707 lira olarak belirlenip, takiben bu cezanın para cezasına dönüştürme işlemi gerçekleştirilecektir. Görüleceği üzere, cezalarda hesaba katılmayacak süre ve miktarları gösteren TCY’nın 30/2. maddesi, muvakkat hürriyeti bağlayıcı cezalar ile para cezalarının arttırılması ve eksiltilmesi sırasında gözönünde tutulmaktadır. O halde bu kural ara işlemlerde de uygulanmalıdır.

Öte yandan, 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin 1. fıkrasının 1 numaralı bendindeki para cezası miktarları, cezanın kişiselleştirilebilmesi bakımından hürriyeti bağlayıcı cezanın kamu para cezasına çevrilmesi işlemi sırasında zorunlu olarak başvurulması gereken bir temel para cezası ölçüsü olup, suç ile ceza arasında bir denge bulunması gerektiği ilkesine ve cezası dönüştürülecek suçun cürüm veya kabahat nev’inden olmasına göre ayrı ayrı değerlerde belirlenmiş, bir gün hürriyeti bağlayıcı cezaya karşılık tutulan para cezası niteliğindedir. 4421 sayılı Yasa ile çeşitli yasalardaki para cezalarının yanında, 647 sayılı Yasanın 4. maddesi ile beher gün hürriyeti bağlayıcı cezaya karşılık tutulan para cezası miktarlarının da her yıl yeniden değerlendirme oranında arttırılması kabul edilmiş, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların, cürümlerde beher gün karşılığı 2.000.000 ilâ 3.000.000 lira hesabıyla hafif para cezasına çevrilebileceği öngörülmüş, Yasanın yürürlüğünü takip eden yıllar bakımından ise ilan edilen yeniden değerleme oranlarında arttırılacağı belirtilmiş, 2000 yılı için %(52,1), 2001 yılı için %(56) ve 2002 yılı için %(53,2) 2003 yılı için ise %(59) olarak belirlenen bu oranlar üzerinden cürümlere ilişkin kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların para cezasına dönüştürülmesinde, beher gün karşılığı 2000 yılı için 3.042.000 ilâ 4.563.000 lira, 2001 yılı için 4.745.520 ilâ 7.118.280 lira, 2002 yılı için 7.270.136,64 ilâ 10.905.204,96 lira ve 2003 yılı için ise 11.559.516,24 ilâ 17.339.274,36 lira ağır para cezası olarak bulunmaktadır.

Görüleceği üzere, 647 sayılı Yasanın 4. maddesindeki miktar belirlenirken liranın küsuru ilk kez 2002 yılında ortaya çıkmış ve Ceza Genel Kurulumuz ile Özel Daireler, TCY’nın 30. maddesinin 4806 sayılı Yasa ile değişiklik yapılmasından önceki biçiminde yer alan, “para cezalarında bir liranın küsuru hesaba katılmaz” kuralından hareketle, 2002 yılı için dönüştürmelerin lira kesirlerinin atılması suretiyle bir gün karşılığı 7.270.136 ilâ 10.905.204 lira hesabıyla yapılmasını isabetli bulmuşlar ve bu uygulamayı 4806 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesine değin istikrarlı biçimde sürdürmüşlerdir.

Ancak, 4806 sayılı Yasa ile TCY’nın 30/2. maddesinde değişiklik yapılarak para cezalarında hesaba katılmayacak kısmın lira küsurundan bin lira küsuruna yükseltilmesi ve TCY’nın 2/2. maddesi hükmü karşısında, mevcut yasa değişikliğinin fail lehine olması nedeniyle, 647 sayılı Yasanın 4. maddesindeki miktarların 2000 yılından itibaren bu kez bin lira küsurlarının atılması suretiyle yeniden hesaplanıp belirlenmesi zorunlu hale gelmiştir. Bu yeni ilke doğrultusunda yapılan hesaplama sonucu, cürümlere ilişkin hürriyeti bağlayıcı cezaların, beher günü 2000 yılı için 3.042.000 ilâ 4.563.000 lira, 2001 yılı için 4.745.000 ilâ 7.118.000 lira 2002 yılı için 7.269.000 ilâ 10.904.000 lira ve 2003 yılı için de 11.557.000 ilâ 17.337.000 lira hesabıyla ağır para cezasına dönüştürülmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere; TCY’nın 30/2. maddesinde düzenlenen, muvakkat cezalarda bir günün, para cezalarında ise bin liranın küsurunun hesaba katılmayacağı yolundaki kuralın, gerek temel cezanın belirlenmesi ve takip eden arttırma ve eksiltme işlemleri ile sonuç ceza tutarına hükmedilmesi aşamalarında, gerekse 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin 1. fıkrasının 1 numaralı bendinde öngörülen hürriyeti bağlayıcı cezanın paraya dönüştürülmesi aşamasında bir güne karşılık tutulan para cezası miktarlarının belirlenmesinde gözönünde tutulması zorunludur.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; sanığın 3.1.2002 tarihinde işlediği taksirle yangına neden olmak suçundan TCY.nın 383. maddesi uyarınca temel ağır para cezasının 218.104.099 lira olarak belirlendiği ve özgürlüğü bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilmesi sırasında bir gün hapis cezasının 7.270.136 lira ağır para cezasına karşılık tutularak uygulama yapıldığı ve Özel Dairece hükmün, sonuç ceza olan, 105.416.979 lira ağır para cezasından bin lira küsuru olan 979 liranın kaldırılarak, hükmolunan ağır para cezasının 105.416.000 liraya indirilmesi suretiyle düzeltilerek onandığı anlaşılmaktadır.

Bu itibarla, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulü ile Özel Daire kararının kaldırılmasına, Yerel Mahkeme hükmünün açıklanan bu gerekçe ile bozulmasına, ancak bu husus yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden, CYUY’nın 322. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak hükmün düzeltilerek onanmasına karar verilmelidir.

Sonuç: Açıklanan nedenlerle, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının KABULÜNE, Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 27.2.2003 gün ve 2486-154 sayılı düzelterek onama kararının KALDIRILMASINA, Yerel Mahkeme hükmünün TCY’nın 2/2 ve hükümden sonra yürürlüğe giren 4806 sayılı Yasa ile değişik TCY’nın 30/2. maddesi hükümleri karşısında sanığa fazla para cezası tayin edilmiş olması nedeniyle BOZULMASINA, ancak bu husus yeniden yargılamayı gerektirmediğinden, CYUY’nın 322. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak, Yerel Mahkeme hükmünün “sanık R.K’un taksirle yangına neden olmak suçundan TCY.nın 383/1. maddesi uyarınca 7 gün hapis ve 218.103.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmasına, cezasından TCY.nın 413. madde uyarınca 1/2 oranında indirim yapılarak 3 gün hapis ve 109.051.000 lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına, TCY.nın 59. madde uyarınca cezasından 1/6 oranında indirim yapılarak 2 gün hapis ve 90.875.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmasına, kısa süreli özgürlüğü bağlayıcı cezanın 647 sayılı Yasanın 4. maddesi uyarınca günlüğü 7.269.000 liradan paraya çevrilmek suretiyle 14.538.000 lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına, aynı cins para cezaları TCY.nın 72.maddesi uyarınca toplanarak 105.413.000 lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına ve cezasının 647 sayılı Yasanın 6.maddesi uyarınca ertelenmesine” karar verilmesi suretiyle DÜZELTİLEREK ONANMASINA” karar verilmiştir.

4- M a d d e 3 6

Türk Ceza Yasasındaki “zoralıma” (müsadereye) ilişkin olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 18.11.2003 gün ve 2003/8-269 E. ve 2003/276 K. sayılı kararda;

“Yasak silah bulundurmak suçundan sanık G.Y.’ın beraatına, emanette kayıtlı tabancanın 6136 sayılı Yasanın uygulanmasına ilişkin yönetmeliğin 16 ve 17. maddesi gereğince gerekli ruhsat işleminin yapılabilmesi için idareye tevdiine ilişkin Araban Asliye Ceza Mahkemesince 21.09.2001 gün ve 64-85 sayı ile verilen karara karşı Adalet Bakanlığınca yazılı emirle bozma talebinde bulunulması üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 8. Ceza Dairesince 24.09.2003 gün ve 7091-3700 sayı ile;

“Taşıma ruhsatına bağlı olup, ruhsatın yenilenmemesi nedeniyle iptalinden sonra Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkındaki Yönetmeliğin 17. maddesi uyarınca idarece el konulan ve 6 aylık süre içinde devri sağlanamayan silahın zoralımı yerine yazılı biçimdeki gerekçe ile idareye teslimine karar verilmesinde isabet görülmediğinden bahisle CMUK.nun 343. maddesi uyarınca sözü edilen kararın bozulması lüzumu Yüksek Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğünün 16.5.2003 gün ve 23749 sayılı yazılı emirle bozma istemine atfen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 16.6.2003 gün ve YE/86544 sayılı tebliğnamesiyle dairemize tevdii kılınmakla dava evrakı incelendi:

Yazılı emir talebi yerinde görülmekle;

Araban Asliye Ceza Mahkemesinin, 21.9.2001 tarih ve 2001/64 esas ve 2001/85 sayılı kararının yönetime teslimine ilişkin kısmın aleyhe tesir etmemek üzere bozulmasına, karardaki sair hususların aynen saklı tutulmasına” karar verilmiştir.

Yargıtay C.Başsavcılığı ise, 30.10.2003 gün ve 86544 sayı ile;

“1- Dava konusu silah ile ilgili yasal prosedür tamamlanınca, silah hakkında zoralım kararı alınması, yönetmeliğin 17. maddesinin hükmü gereğidir. Artık zoralım dışında başka bir hukuki sonuç yoktur.

Silah ruhsatsız hale gelmiştir. Bu olay ile ilgili talep kanundan doğan zoralımdır.

Kanundan doğan zoralımlar tedbirdir. Tedbirlerde kazanılmış hakkın var olduğu ileri sürülemez. Zoralım ile ilgili kararlar uyuşmazlığın esasını çözen kararlar değildir. Bu nedenle aleyhe bozma yasağı sözkonusu olmaz. Zaten silahın idareye teslimine karar verilmekle, sanık açısından kazanılmış bir hakkın varlığından da bahsedilemez.

Yüksek Daire ilamında zoralım kararı verilmesi gerektiğini vurgulamış, ancak “aleyhe tesir etmemek üzere” denmekle yukarıdaki açıklamalar ışığında çelişki doğmuştur.

2- Anılan kararın “yönetime teslimine ilişkin kısmının aleyhe tesir etmemek üzere bozulmasına” denmesi çözümsüzlük yaratacaktır. Nitekim zoralım kararı olmadan Ordu Donatım Kurumu silahı teslim almamış, silah ortada kalmıştır. Bunun sonucu yazılı emir yoluna gidilmiştir. Yüksek Daire ilamının bu şekilde kalması halinde mahkemeden zoralım isteminde bulunulamayacak, mahkeme de zoralım kararı veremeyecektir. Çünkü ortada kesin hüküm vardır.

Bir an için; Cumhuriyet Savcısının mahkemeden tekrar zoralım talebinde bulunabileceğini düşünelim. O zaman bu hüküm yazılı emir konusu olamaz. Talebin reddi gerekir.

Sorunun aşılması için “aleyhe tesir etmemek üzere” bölümünün ilamdan çıkarılması ve zoralımı gerekmektedir.” görüşüyle itiraz yoluna başvurmuştur.

Dosya Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca incelenmiştir.

Ceza Genel Kurulu Kararı

Sanığa 1.1.1999 tarihine kadar geçerli olmak üzere silah taşıma ruhsatı verildiği, ruhsatı yeniletmesi için kendisine verilen 6 aylık süre içerisinde bu ruhsatı yeniletmediğinden dolayı ruhsatının iptal edildiği, yine iptal edilen ruhsatlı silahın zapt edildiği tarihten itibaren 6 ay içinde bir başkasına da devir edilmediğinden sanığın yüklenen yasak silah bulundurmak suçunu işlediği iddiasıyla kamu davası açılmıştır.

Yerel Mahkemece kanıtlar toplandıktan sonra İl Jandarma Komutanlığının 17.4.2001 günlü yazısı ile sanığa ruhsatının süresinin dolduğu bu nedenle 6136 sayılı Yasanın uygulanmasına ilişkin yönetmeliğin 16 ve 17. maddesi gereğince 6 ay içerisinde ruhsatını yeniletmesi veya silah almaya hak kazanan bir kişiye devir yapmasının gerektiği hususundaki tebligatın usulüne uygun olarak yapıldığı, belirlenen bu durum ve tüm dosya kapsamına göre emanette kayıtlı tabancanın sanık adına taşıma ruhsatlı olduğu, ancak sanığın ruhsatının gününün geçmiş olduğu ve yapılan tebligata rağmen de ruhsatını yeniletmediğinden, ruhsatı iptal edilmiş ise de sanıkta bulundurma kastı bulunmadığından suçun yasal unsurlarının oluşmadığı kabul edilerek beraatına, emanette kayıtlı tabancanın 6136 sayılı Yasanın uygulanmasına ilişkin yönetmeliğin 16 ve 17. maddesi gereğince gerekli ruhsat işleminin yapılabilmesi için idareye tevdiine karar verilmiştir.

Yukarıda açıklanan somut olayda Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık, CYUY.nın 343. maddesi uyarınca yapılan inceleme sonucunda yargılamaya konu silahın zoralımına karar verilip verilmeyeceğinin belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

İncelenen dosya içeriğine göre;

Sanık, köy muhtarı olduğu dönemde hibe yoluyla devraldığı silah için 21.01.1993 tarihinde taşıma ruhsatı almış, muhtarlık görevinin sona ermesinden sonra 02.12.1994 tarihinde, Gaziantep Valiliğince 01.01.1999 tarihine kadar geçerli olmak üzere taşıma ruhsatı verilmiştir.

29.08.1999 tarihinde Jandarma Karakol Komutanlığınca sanığa 6136 sayılı Yasaya bağlı Yönetmeliğin 3. maddesi gereğince 6 ay içinde ruhsatını yeniletmesi gerektiği, yeniletmediği takdirde ruhsatının iptal edileceği hususu ve gerekli belgelerin neler olduğu tebliğ edilmiştir.

Sanık tarafından yeniletme işlemi yapılmaması üzerine Gaziantep Valiliğince 12.09.2000 günlü yazı ile ruhsatı iptal edilmiş olup, bu husus 13.10.2000 tarihinde sanığa tebliğ edilerek bir daha ruhsat alamayacağı, Yönetmeliğin 17. maddesi uyarınca silahın zapt edildiği, bu tarihten itibaren 6 ay içerisinde silah satın almaya hak kazanmış kişilerden birisine silahı devredebileceği, bu sürede devri sağlayamazsa silahın adli makamlara devredileceği bildirilerek ruhsat ve silaha el konulmuş, bu husustaki tutanak da sanık tarafından imzalanmıştır.

Sanık tarafından devir işleminin de yerine getirilmemesi üzerine Araban İlçe Jandarma Komutanlığınca 17.04.2001 tarihli yazı ile, Yönetmeliğin 17. maddesi uyarınca işlem yapılmak üzere silah ve işlem dosyası C.Savcılığına gönderilmiştir.

Konuya ilişkin düzenleme içeren hükümler incelendiğinde;

6136 sayılı Yasaya bağlı Ateşli Silahlar Ve Bıçaklar İle Diğer Aletler Hakkında Yönetmeliğin, “Ruhsatlar” başlığını taşıyan 3. maddesi, “Taşıma ve bulundurma ruhsatları onay tarihinden itibaren beş yıl için geçerli olup, yenileme harcı alınmak şartıyla, her beş yılda bir yenilenir. Sürenin sona ermesinden bir ay önce tebligat için gerekli işlemler başlatılır. Zabıtaca doğrudan veya 7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre yapılacak yazılı tebligattan itibaren altı ay içinde ruhsatlarını mevcut durumlarına göre taşıma veya bulundurma ruhsatı olarak yeniletmeyenlerin o silaha ait ruhsatı iptal edilerek, bu Yönetmelik hükümlerine göre devri sağlanır. Bu şekilde ruhsatı iptal edilen silah, hiçbir şekilde aynı şahıs adına yeniden ruhsata bağlanamaz.

Yeni ruhsatın geçerlilik süresi, önceki ruhsata ait sürenin bittiği tarihten itibaren işlemeye başlar. Süresi biten taşıma ruhsatı, yenisi verilinceye kadar bulundurma ruhsatı yerine geçerlidir.”;

“Taşıma ve bulundurma hakkının kaybı” başlığını taşıyan 17. maddesi ise, “Taşıma veya bulundurma ruhsatı verilen kişilerden sonradan 16 ncı maddede belirtilen hallerden birine girmesi nedeniyle silah taşıma ve bulundurma şartlarını kaybedenlerin, yeni ruhsat talepleri kabul edilmeyeceği gibi mevcut silah ruhsatları iptal edilerek, silahlar zaptedilir. Bu silahların, zaptedildiği tarihten itibaren altı ay içinde silah sahibinin isteği dikkate alınarak, silah satın almaya hak kazanmış kişilere devri sağlanır. Bu süre içinde devri sağlanamayan silahlar ilgili kanunlara göre işlem yapılmak üzere adli makamlara intikal ettirilir.

Bu Yönetmeliğin 3 üncü maddesinin birinci fıkrası hükümlerine göre ruhsatı iptal edilen silahlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır.” hükümlerini taşımaktadır.

Görüldüğü gibi, Yönetmelikte silah taşıma ve bulundurma ruhsatlarının ne kadar süre için geçerli olacağı, yenileme işleminin nasıl yapılacağı ve yenileme işleminin yapılmaması halinde izlenecek yöntem ayrıntılı ve açık olarak anlatılmıştır. Silah ruhsatının öngörülen sürelerde yenilenmemesi halinde ruhsat iptal edilecek ve takiben el konulan silahın devredilmemesi halinde ise, artık taşınması ve bulundurulması yasak hale gelen silahın, kolluk makamlarının başvurusu üzerine TCY.nın 36/2. maddesi gereğince zoralımına karar verilecektir.

Öte yandan “yazılı emir”, Yargıtay denetiminden geçmeden kesinleşen kararların, Yargıtayca denetlenmesini sağlayan olağanüstü bir yasa yoludur. Bu olağanüstü yola başvurulması sonucunda dosyayı inceleyen Yargıtay Özel Dairesince, yasaya aykırılık durumunu saptaması halinde hükmün bozulmasıyla birlikte, işin esas mahkemesine bırakılmayıp CYUY.nın 343. maddesi uyarınca, bozma nedenleri cezanın tamamen kaldırılmasını gerektiriyorsa, cezanın kaldırılmasına; bozma nedenleri daha hafif bir ceza verilmesini gerektiriyorsa bu cezanın ne olduğuna da karar verilecektir. Ancak, CYUY.nın 343. maddesinin son fıkrasında bozma kararının, davanın esasını halletmeyen bir mahkeme kararı ile ilgili olması halinde yargılamanın tekrarlanacağı hükme bağlanarak bu hal ayrık tutulmuştur.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Sanık, süresinde ruhsatını yeniletmediği gibi, ruhsatı iptal edilerek bu konuda yapılan tebligata rağmen Yönetmelikte öngörülen sürede silahını devretmemiştir. Bunun üzerine kolluk makamlarınca el konulmuş olan silahın artık taşınmasının ve bulundurulmasının yasak hale geldiği açıktır. Yerel Mahkemece, TCY.nın 36/2. maddesi gereğince zoralıma karar verilmesi yerine, yasa ve yönetmelik hükümlerine aykırı olarak silahın ruhsata bağlanabileceğine karar verilmesi olanaksızdır. Özel Dairece bu hukuka aykırılık saptanarak Yerel Mahkeme kararı bozulmakla birlikte, artık yazılı emirle bozma istemi münhasıran zoralım davasına ilişkin olduğundan silahın zoralımına da karar verilmelidir. Zira, sanık ruhsatının iptal edilmesine ilişkin yönetsel karara itiraz etmemiş, silahına kolluk makamlarınca el konulması üzerine silahı süresinde bir başkasına devretmemiş olmakla artık bu işlemlerin kesinleşmesiyle birlikte silah üzerinde yasal bir hakkı da kalmamıştır. Hakkı olmayan bir konuda zoralım kararının sanık aleyhine etki yapması da olanaksızdır.” gerekçesiyle Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulüne ve uyuşmazlık konusu silahın zoralımına karar verilmiştir.

Bu kararda çoğunluk görüşüne katılmayan iki Kurul Üyesi ise, “Yerel Mahkeme kararının yasa ve yönetmelik hükümlerine aykırı olduğu konusunda bir tartışma yoktur. Ancak, bu karar ile silahın bir başkasına devri konusunda sanığa ikinci kez 6 aylık bir süre tanınmıştır. Bu sürenin verilmesi artık sanık için bir kazanılmış hak oluşturmaktadır. Yönetmeliğin 16 ve 17. maddeleri uyarınca yapılacak işlem sonucunda tanınan sürede sanık tarafından devir sağlanamazsa yeniden zoralım kararı istenmesi olanaklıdır. Yerel Mahkeme kararında yer alan “ruhsat işlemi yapılabilmesi için kolluk makamlarına teslim” ibaresi, kazanılmış hakka konu olduğundan, zoralım kararı verilemez. Bu nedenle Yargıtay C.Başsavcılığı kararının reddine karar verilmelidir.” görüşüyle karşı oy kullanmışlardır.

5- M a d d e 4 0

Türk ceza Yasasının 40. maddesi uyarınca, tutuklu kalınan sürenin mahkum olunan cezadan indirilmesine ilişkin, Ceza Genel Kurulunca verilen 30.12.2003 gün, 2003/8-291 esas, 2003/303 sayılı kararda;

“… 2.7.1999 tarihinde işlediği ruhsatsız kaleşnikof bulundurmak suçundan Şanlıurfa 1.Asliye Ceza Mahkemesince 22.2.2000 gün ve 748-79 sayılı karar ile 6136 sayılı Yasanın 13/2 ve TCY.nın 59/2. maddeleri uyarınca 4 yıl 2 ay hapis ve 16.375.000 TL. ağır para cezası ile cezalandırılıp hakkındaki hüküm 26.12.2001 tarihinde kesinleşerek, 6.5.2002 tarihinde infazına başlanılan hükümlü V.M. 9.6.2003 tarihli dilekçe ile, 1.1.2000 tarihinde işlediği etkili eylem ve ruhsatsız silah bulundurmak suçundan Diyarbakır 3.Ağır Ceza Mahkemesince 23.1. 2001 gün ve 18-32 sayılı karar ile verilen 1.140.750.000 lira ağır para cezasının ertelendiğini, bu dosyada tutuklu ve gözaltında kaldığı sürelerin infaz edilen cezasından mahsubu isteminde bulunmuş, Hazro Asliye Ceza Mahkemesince 6.8.2003 gün ve 27-27 sayı ile istemin reddine karar verilmiş, bu karara yönelik itiraz da Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesince 14.8.2003 gün ve 204 Müt. sayılı karar ile reddedilmiştir.

Adalet Bakanlığınca yazılı emir isteminde bulunulması üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 8. Ceza Dairesi 10.11.2003 gün ve 12124-5800 sayı ile; “TCK.nun 40. maddesi ile 6.3.1940 gün ve 5/68 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının amaç ve içeriğine göre, beraat eden bir şahsın beraat ettiği suçtan dolayı tutuklu kaldığı sürenin, beraat kararı kesinleşmeden evvel işlemiş olduğu diğer suç için verilen ceza süresine mahsup edileceği ilkesi kabul edildiği halde, tecilli mahkûmiyet kararıyla ilgili herhangi bir açıklamaya yer verilmemiş ise de; Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 13.11.1971 gün ve 6286/6374 sayılı kararında da vurgulandığı üzere, cezası ertelenmiş olan, mahkumiyetle neticelenmiş davada tutuklu geçen sürenin bir başka suçtan dolayı vukubulan mahkumiyetten mahsubuna olanak bulunmamaktadır.

Ancak tutuklulukta geçen sürenin, tecilli mahkûmiyet kararıyla verilen ceza miktarından fazla olması halinde mahsup kararı verilebilecektir.

Dava dosyasında, erteli bulunan 1.140.750.000 lira ağır para cezasıyla ilgili olarak hükümlünün 85 gün tutuklu kaldığı sürenin, inceleme tarihine göre 647 sayılı Yasanın 5/6. maddesi uyarınca günlüğü 17.337.000 liradan, 1.473.645.000 lira tutacağı, hükümlülüğe ilişkin para cezası çıkarıldığında (1.473.645-1.140.750.000) 332.895.000 lira kalacağı ve bunun da günlüğü 17.337.000 liradan hapse çevrildiğinde 20 gün olduğu anlaşılan fazla sürenin tutuklulukta geçen süre olarak kabulü ile mahsubuna karar verilmesi gerekeceği cihetle, yazılı emre dayanan Yargıtay C.Başsavcılığının tebliğname içeriği değişik gerekçe ile kısmen yerinde görülmekle, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 14.8.2003 gün ve 2003/204 Müt. sayılı kararının bozulmasına, müteakip işlemlerin mahallinde yapılmasına” karar verilmiştir.

Yargıtay C.Başsavcılığınca 8.12.2003 gün ve 165615 sayı ile; “İtiraz konusu, ertelenmiş ceza kararlarına ilişkin bulunan gözaltı ve tutuklulukta geçen sürelerin diğer koşulları varsa başka cezalardan mahsup edilip edilemeyeceği, somut olayda ise ertelenmiş cezasına ait 86 günlük tutukluluğunun çekmekte olduğu 4 yıl 2 ay hapis cezasından indirilip indirilemeyeceğine ilişkindir.

Yüksek Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 06.03.1940 gün ve 05/68 sayılı kararında mahsup konusunda önemli iki ilkeye yer verilmiştir.

a) Bir suçtan dolayı tutuklu kalınan sürenin başka bir suçtan indirilmesi içtima kurallarının zorunlu bir sonucudur.

b) Mahsup edilecek tutukluluğun ceza mahkumiyetinin kesinleşmesinden önce olması yeter ve tek koşul olup, tutukluluğun gerçekleştiği suçun beraatla sonuçlanmış olması gerekmediği gibi davanın sonuçlanmamış bulunması da mahsup işlemine engel oluşturmaz.

Öğretide de bu konuda şu görüşlere yer verilmiştir. (Prof. Dr. Nur CENTEL, Ceza Muhakemesi Hukukunda Tutuklama ve Yakalama, s. 221 ve not 57 de anılan yazarlar):

Cezanın tamamen veya kısmen tutuklu olarak çekilmesi ertelemeye engel olmayacağı gibi cezanın ertelenmesi de, tutuklu kalınan sürenin mahkûm olunan cezadan indirilmesini engellemez. Çünkü deneme süresi içinde yeniden suç işlenirse, ertelenen ceza infaz edilecektir.”

Yüksek Yargıtay’ın bir çok kararı da öğretiyi destekler nitelikte olup,

Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 25.09.2000 gün ve 2351-2223 sayılı kararında:

“TCK’nun 40. maddesinin ilk fıkrası;(Hükmün kesinleşmesinden önce vuku bulan tutukluluk ceza mahkûmiyetlerinden indirilir) biçimindeki içeriği ile çok kesin bir açıklık taşımaktadır. Bir başka anlatımla ceza hükümlülüğünden indirilecek olan tutukluluk, hükmün kesinleşmesinden önce gerçekleşen tutukluluk olarak vurgulanmakta (kesinleşme) koşulu dışında başka bir koşula da bağlanmamaktadır. Yüksek yargı kararları da bu doğrultudadır. Nitekim, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 6.3.1940 gün ve 5/68 sayılı kararının amaç ve içeriğine göre, tutukluluğunun mahsubunda ilke, tutuklu kalınan suçtan verilen kararın kesinleşme tarihinden önce bir başka suç ya da suçların işlenmesi yeterli olup, tutuklu kalınan suçun beraat veya mahkûmiyetle sonuçlanmasının gerekmeyeceği vurgulanarak sözü edilen maddenin ilk fıkrasında (kesinleşme) koşulu dışında bir sınırlamaya yer verilmediği görülmektedir. Açıklanan nedenlerle, ertelenmiş cezada deneme süresinin dolmamış olmasının mahsup işleminin yapılmasına engel oluşturmayacağı” belirtilmiştir.

Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 14.10.1965 gün ve 5156-6080 sayılı kararında ise:

“Suçların işleniş ve hükümlerin kesinleşme tarihlerine ve tecil edilmiş cezadaki tutukluluğun diğer suçtaki ceza mahkûmiyetine sayılmasına kanuni bir engel bulunmadığına” karar verilmiştir.

İnfaz dosyasının ve ilgili kararların incelenmesinden anlaşıldığı üzere:

Hükümlünün infaz ettiği 4 yıl 2 ay hapis cezasının verildiği Şanlıurfa 1. Asliye Ceza Mahkemesinin 22.02.2000 gün ve 748–79 sayılı kararının 26.12.2001 tarihinde kesinleştiği, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 23.01.2001 gün ve 18–32 sayılı, ertelenmiş 1.140.750.000 lira ağır para cezasına ilişkin tutukluluğun 01.01.2000 – 27.03.2000 tarihleri arasında, dolayısıyla TCY’nın 40/1. maddesinde yer verilen “karar kesinleşmezden önce” gerçekleştiği anlaşılmaktadır.

Öte yandan, “Cezanın tamamen veya kısmen tutuklu olarak çekilmesi ertelemeye engel olmayacağı gibi cezanın ertelenmesi de, tutuklu kalınan sürenin mahkûm olunan cezadan indirilmesini engellemeyeceği, çünkü deneme süresi içinde yeniden suç işlenmesi durumunda erteli cezanın infazı edilebileceği” dikkate alınarak ertelenmiş cezaya ait 86 ünlük tutukluluğun tamamının mahsubu yerine, ertelenmiş ceza bir anlamda infaz edilerek geri kalan sürenin diğer cezadan mahsubuna karar verilmesine;

Kabul ve uygulamaya göre de, hükümlünün 86 gün olan gözaltında ve tutuklulukta geçirdiği sürenin 85 gün olarak hesaplanmasına;

Katılma olanağı bulunmadığı” gerekçeleri ile itiraz yasayoluna başvurularak, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 14.8.2003 gün ve 2003/204 sayılı kararı ile Özel Daire kararının kaldırılarak hükümlünün gözaltı ve tutuklulukta geçirdiği 86 günün infaz edilmekte olan cezasından mahsup edilmesine karar verilmesi isteminde bulunulmuştur.

Dosya Birinci Başkanlığa gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.

Ceza Genel Kurulu Kararı

Somut olayda çözülmesi gereken uyuşmazlık; erteli mahkûmiyette tutuklu olarak kalınan sürenin diğer koşulların bulunması halinde, bir başka suç nedeniyle hükmolunan cezadan mahsup edilip edilemeyeceği, edilebilirse mahsup süresinin belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlık konusunda sağlıklı bir hukuki sonuca ulaşılabilmesi için, mahsup, tutuklama erteleme kavramları, mahsup kurumunun hukuki gelişimi, bu konudaki yasal düzenlemeler, yargısal uygulamalar ve öğretideki görüşlerin irdelenmesi gerekmektedir.

Tutuklama, ceza yargılamasının güvenli yürümesini ve amacına erişmesini sağlamaya yönelik ve yargılama hukuku açısından zorunlu hallerde hakimin verdiği karara dayanan bir önlemdir. Yargılamadaki amaca göre önleyici bir koruma önlemi olduğu kadar kişi özgürlüğü ve güvenliğini kısıtlayan bir içerik de taşımaktadır. Bu nedenle mukayeseli hukukta, sistemler ve sistemlerin dayandığı prensipler farklı olmakla birlikte, kendisine ceza verilmiş olan şahsın, bu cezasından daha önce sınırlandırılmış özgürlük sürelerinin hükmedilen cezasından indirilmesi kabul edilmiştir. Mevkufiyetin (tutukluluğun) mahsubu olarak adlandırılan bu kurumdan amaç, kendisine ceza verilmiş mahkûmun bu cezasından daha evvel çekilmiş, özgürlüğü sınırlayıcı önlemler nedeniyle özgürlüğünden yoksun kaldığı sürelerin tamamen veya kısmen indirilmesinden ibarettir.

Mahsup konusunda, Ceza Yasamız 40. maddesinin 1. fıkrasında, “hüküm kesinleşmeden önce meydana gelen tutukluluk ceza mahkûmiyetlerinden indirilir, hükmü ile mahsubun mecburiliği (hukukî) sistemi kabul etmiş, benzer düzenlemelere, 1632 sayılı Askeri Ceza Yasasının 177 ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Yasasının 251/1 maddelerinde de yer verilmiştir. Bu sisteme göre, mahkûm kusuru ile tutuklu kalmış olsa dahi, tutukluluk süresinin verilen cezadan indirilmesi zorunludur. Bu sistemde yargıcın görevi, indirim yapılması için gerekli yasal koşulların doğup doğmadığını kontrol, doğmuş ise yapılan indirimin hesabında hata yapılıp, yapılmadığını denetlemekten ibarettir. Mahsubun hukuki esası hakkında, bu kurumun cezanın hafifletilmesi nedenlerinden biri olduğu, evvelce çekilmiş bir ceza olduğu, hususi af olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunmakta ise de, mahsup, suçlu olduğu henüz kesin olarak bilinmeyen kişilerin özgürlüklerinden yoksun bırakılması dolayısıyla ortaya çıkan haksızlıkları gidermek için başvurulan ve kişisel özgürlükleri anayasal düzeyde güvence altına alan, önleyici amaçlarla yoksun bırakılan özgürlüğün iadesi için kabul edilen hukuki bir kurumdur. (İçel, Kayıhan, Mevkufen Geçen Müddetin Mahsubu, sh. 571 vd, Centel, Nur, Ceza Muhakemesi Hu-kukunda Tutuklama ve Yakalama, sh. 211 vd, Gölcüklü, Feyyaz, Ceza Davasında Şahıs Hürriyeti, sh. 161 vd)

Ancak buradaki mevkufiyet (tutukluluk), teknik anlamda, tutuklama müzekkeresine dayanılarak özgürlüğün sınırlandırılması anlamında dar yorumlanmayıp, “bir suç dolayısıyla suçlunun hürriyetinin sınırlandırılması mahiyetinde ve o maksatla geçirdiği süre” şeklinde geniş yorumlanmalı, yasalarda aksine bir düzenlemenin bulunmadığı hallerde, (örneğin CYUY.nın 404/2. maddesi) kesin hükümden önce sanığın özgürlüğünü sınırlandırılması sonucunu doğuran tüm süreler şeklinde anlaşılmalıdır. Nitekim bu husus, Askeri Yargıtay Daireler Kurulunun 11.10.1993 gün ve 103-101 sayılı kararında, “işlenen bir suç sebebiyle maruz kalınan her türlü özgürlüğü kısıtlayıcı sürelerin, niteliğine bakılmaksızın hükümlülük süresinden indirilerek cezanın infazının yapılması gerekmektedir.” şeklinde açıklanmıştır.

Görüldüğü gibi, TCY.nın 40. maddesi uyarınca, mahkûmiyet hükmü kesinleşmeden önce gerçekleşen tutukluluk veya özgürlüğün kısıtlanması sonucunu doğuran tüm süreler ceza mahkûmiyetinden indirilecektir.

Tutuklu kalınan sürenin mahkûmiyetten mahsup edilebilmesi için, tutukluluğun mahsup yapılacak suça konu mahkûmiyete ait olması gerekmeyip, sanığın tutuklu kaldığı suçtan dolayı verilecek hükmün kesinleşmesinden önce, işlemiş olduğu diğer bir suç nedeniyle de tutuklu kalınan sürenin mahsubu olanaklıdır. Burada önemli olan husus, mahsuba konu mahkûmiyete ait suçun, tutuklu kalınan suçtan verilen hükmün kesinleşmesinden önce işlenmesidir.

Bu husus 6.3.1940 gün ve 5-68 sayılı Yargıtay İBK.da; bir şahsın çeşitli suçlarının bir mahkemede birleştirilerek bir hükme bağlanması veya ayrı ayrı bakılarak hükümlerin usulün 403. maddesi hükmüne göre birleştirilmesi halleri, cezanın infazı bakımından farksız olup, birlikte hükme bağlanan iki suçtan birinden beraat diğerinden mahkûmiyetine karar verildiği halde, beraat ettiği suçtan dolayı tutuklu kalmış olduğu sürenin mahkûm olduğu ceza süresine mahsubu gerektiği gibi, ayrı ayrı hükümlerle birinden beraet ve diğerinden mahkûmiyet halinde dahi cezanın infazında –beraat kararı ister evvel, ister sonra olsun- beraat ettiği suçtan dolayı tutuklu kaldığı sürenin ceza süresine mahsubu gerekeceği, birden fazla suçlarda cezaların birleştirilmesi ve sonuçta bir hüküm infaz edilmesi, kesin hükümden önce tutuklu olarak geçen sürenin hangi suça ait olursa olsun mutlak surette mahkûm olduğu ceza süresinden indirilmesinin Ceza Yasa-sının 40. maddesi ve içtimaı hükümlerinin zorunlu sonucu olduğu, ancak beraat hükmü kesinleştikten sonra işlenmiş olan suçtan verilen mahkûmiyetin, beraatle sonuçlanan suçtan dolayı tutuklu kalınan süreden indirilemeyeceği, beraat eden şahsın, beraat ettiği suçtan dolayı tutuklu kaldığı sürenin-beraat kararı kesinleşmeden önce- işlemiş olduğu diğer suç için verilen ceza süresinden mahsup edileceği, şeklinde karara bağlanmıştır.

Ancak; İBK.na konu olayda, bir suçtan beraat, diğer suçtan ise mahkûmiyet kararı verilmiş olması nedeniyle, sanığın daha önce işlediği suç nedeniyle tutuklu kalınan sürelerin mahsubu için, tutukluluğa konu soruşturmanın sonuçlanmasına gerek bulunup bulunmadığı ve tutuklu kalınan suça ilişkin davanın beraatle sonuçlanması gerekip gerekmediği yönündeki düşünceler zaman içinde farklı uygulamalara yol açmış, ancak “tutukluluğun mahsubunda, tutuklu kalınan suçtan verilen kararın kesinleşme tarihinden önce bir başka suç yada suçların işlenmesinin yeterli olduğu, tutuklu kalınan suçun beraat veya mahkûmiyetle sonuçlanmasının gerekmeyeceği” (1.CD. 18.7.1994-3293/2484, 9.CD. 25.9.2000-2351/2223), “İBK.da her ne kadar mevkuf kalınan suçtan beraat etmiş olma esas alınmışsa da, bu karara hakim olan mantık ve hava beraetin mutlak bir şart olarak kabul edildiğini göstermemekte olup, bu karara mevzuu davanın beraetle neticelenmesinden ibarettir.” (As.Yar. 3. D. 9.3.1965-161/214) yönündeki görüşler uygulamada istikrar kazanmıştır.

Öğretide de Doç. Dr. H. Bıyıklı; “içtima hükümlerinin uygulanmasının olanaklı bulunduğu bir aşamada bir kimsenin işlediği iki suçtan biri nedeniyle tutuklu kaldığı sürenin, diğer bir suçtan dolayı verilen mahkûmiyet hükmünden indirilmesi için, tutuklama kararının mahkûmiyete neden olan suç nedeniyle verilmiş olması gerekmediği gibi, aynı nitelikte bulunması da zorunlu değildir. Önemli olan her iki suçun içtimaının mümkün olduğu bir zamanda işlenmiş olmasıdır. Davaların birleştirilmiş olması veya ayrı ayrı görülmesinin bir önemi bulunmadığı gibi, tutuklamaya neden olan soruşturmanın sonuçlanmış olmasına da gerek yoktur,” şeklinde görüşler ileri sürülmüştür (Tutukluluk Süresinin Ceza Mahkûmiyetlerinden İndirilmesi, sh. 273 vd.).

Ertelenmiş mahkûmiyetle sonuçlanan davada tutuklu kalınan sürenin, aynı sanığın başka bir suçtan dolayı mahkûm olduğu cezadan mahsup edilip, edilemeyeceği konusu da, yargısal kararlarda ve öğretide değerlendirilmiş, Yargıtay 9. CD.nin 29.9.2000 gün ve 2351-2223 sayılı kararında, “ertelenmiş cezada deneme süresinin dolmamış olmasının, mahsup işleminin yapılmasına engel oluşturmayacağı” Yargıtay 4. CD.nin 14.10.1965 gün ve 5156-6080 sayılı kararında ise benzer şekilde, “tecil edilmiş cezadaki tutukluluğun diğer suçtaki mahkûmiyetine sayılmasına kanuni bir engel bulunmadığı” belirtilmiş, Doç. Dr. Nur Centel ise yukarıda belirtilen eserinde, cezanın tamamen veya kısmen tutuklu olarak çekilmiş olması ertelemeye engel olmayacağı gibi, cezanın ertelenmesi de, tutuklu kalınan sürenin mahkûm olunan cezadan indirilmesine engellemeyecektir. Çünkü deneme süresi içinde yeniden suç işlenmesi durumunda, ertele-nen ceza infaz edilecek, öte yandan, tutukluluk süresinin ertelenen ceza mahkûmiyetinden fazla olması halinde, artan sürenin, hüküm kesinleşmeden önce işlenen başka bir mahkûmiyetten indirilmesi mümkün olacaktır.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; hükümlü V.M. 1.1.2000 tarihinde işlediği etkili eylem ve 6136 sayılı Yasaya aykırılık suçlarından, 1.1.2000-2.1.2000 tarihleri arasında 1 gün gözaltında, 2.1.2000-27.3.2000 tarihleri arasında 85 gün tutuklu kalmak suretiyle 86 gün özgürlüğünden yoksun kalmış, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesince, 23.1.2001 gün ve 18-32 sayılı karar ile sanığın sonuçta 1.140.750.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmasına karar verilerek, cezası ertelenmiş, hüküm 27.12.2001 tarihinde kesinleşmiştir. İnfaza konu ruhsatsız kaleşnikof bulundurmak suçundan ise Şanlıurfa 1. Asliye Ceza Mahkemesince 22.2.2000 gün ve 748/79 sayılı karar ile 4 yıl 2 ay hapis ve 16.375.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmış, 26.12.2001 tarihinde kesinleşen hükmün 6.5.2002 tarihinde infaza başlanılmıştır. Hükümlülüğe konu suç tutuklu kalınan suçtan verilen hükmün kesinleşmesinden önce 2.7.1999 tarihinde işlenmiş olup, TCY.nın 40. maddesinde ve 6.3.1940 gün ve 5/68 sayılı Yargıtay İBK.da belirtilen mahsup koşulları gerçekleşmiştir.

Özel Dairece, cezası ertelenmiş olan mahkûmiyetle neticelenmiş davada tutuklu geçen sürenin bir başka suçtan dolayı vukubulan mahkûmiyetine olanak bulunmadığı, ancak tutuklulukta geçen sürenin, tecilli mahkûmiyet kararıyla verilen ceza miktarından fazla olması halinde mahsup kararı verilebileceği görüşüyle, sanığın tutuklu kaldığı 85 günün inceleme tarihinde 647 sayılı Yasanın 5/6.maddesinde belirtilen miktarlar üzerinden paraya çevrilerek, bu miktardan erteli mahkûmiyete konu 1.140.750.000 lira çıkarılmak suretiyle, kalan miktarın özgürlüğü bağlayıcı cezaya dönüştürülmesi suretiyle 20 günlük sürenin mahsubuna karar verilmiş ise de, bu uygulama TCY.nın 95/2 ve 40. maddesindeki esaslara aykırıdır.

TCY.nın 95. maddesinin 2. fıkrasında; cürüm ile mahkûm olan kimsenin, deneme süresi içerisinde, işlediği bir cürümden dolayı evvelki ceza cinsinden yahut hapis veya ağır hapis cezasına mahkûm olmaması halinde, tecil edilmiş mahkûmiyetin vaki olmamış sayılacağı hükmünü taşımakta olup, Özel Daire uygulaması yasa tarafından vaki olmamış sayılabilecek bir mahkûmiyetin infazı sonucunu doğuracaktır, bu kabul deneme süresi içerisinde yeniden suç işlenebileceği varsayımından hareketle, tutukluluğun iki kez mahsup edilmesi ihtimalini ortadan kaldırmaya yönelik ise de, deneme süresi içerisinde suç işlenmediği taktirde, adalet ve hakkaniyet gereği olarak hükümlü lehine kabul edilmiş bir kurumun, hükümlü aleyhine uygulanması sonucunu doğurur.

Bu itibarla hükümlünün, ertelemeye konu hüküm nedeniyle gözaltında kaldığı 1 ve tutuklulukta kaldığı 85 günün, ertelemeye konu suçla ilgili hükmün kesinleşmesinden önce işlediği 6136 sayılı Yasaya aykırılık suçundan hükmolunan 4 yıl 2 ay hapis cezasından mahsubu gerektiği …” gerekçesiyle ve açıklanan nedenlerle, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının KABULÜNE, Yargıtay 8. Ceza Dairesinin 10.11.2003 gün ve 12124-5800 sayılı kararının KALDIRILMASINA, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 14.8.2003 gün ve 204 müt sayılı kararının BOZULMASINA, oybirliğiyle karar verilmiştir.

6- M a d d e 4 5

a) Türk Ceza Yasasının 45. maddesinde düzenlenen kast konusunda, Ceza Genel Kurulu verdiği 27.5.2003 gün ve 2003/3-128 E. ve 2003/164 K. sayılı kararda;

“Kolluk görevlilerince düzenlenen 21.12.1999 tarihli tutanaktaki, “sanığın ormanlık alanı tarla açmak için yaktığı” yönündeki saptama, tanıklar Muharrem Üstündağ, Yaşar Atmaca ve Nuri Kurtbay’ın hemen olay akabinde kolluk görevlilerince saptanan beyanları, serbest orman mühendisi tarafından düzenlenen rapordaki “yakılan ateşten ormana uluşarak nemli dip örtüsü tutuşturma olasılığının zor olabileceği” şeklindeki görüşü dikkate alındığında, sanığın satın aldığı tarlanın bitişiğindeki ormanı fındıklık yapmak için kasten yaktığı, tanıkların daha sonraki anlatımlarının sanığı suçtan kurtarmaya veya daha az bir ceza almasını sağlamaya yönelik bulunduğu, maddi kanıtlarla çelişen bu beyanlara itibar etme olanağı bulunmadığı anlaşılmaktadır. Kaldı ki, tanıkların kolluk beyanlarına aykırı olan daha sonraki beyanları, teknik bilirkişi raporu ile birlikte değerlendirildiğinde, ormana 20-28 metre mesafede gösterilen yerde ateş yakılması halinde, bu ateşin, mevsim koşulları, bitki örtüsü ve arazi yapısı dikkate alındığında ormana sirayetinin zor olabileceği, sanık tarafından dahi kollukta yaktığı ateşin sirayeti sonucu değil, yanan ateşin rüzgarın etkisiyle büyümesi sonucu ormanın yandığının savunulduğu, bu savunma kabul edildiğinde dahi, sanığın dolaylı kast kuralları gereğince meydana gelen sonuçtan kasten sorumlu olacağı, zira belli bir sonucu gerçekleştirmek üzere hareket eden fail, bunun yanında başka sonuçların meydana gelmesini de göze almış ve bu sonuçlar da gerçekleşmişse, bu sonuçlar açısından da kasten hareket ettiğinin kabul edilmesinde zorunluluk bulunmaktadır. Çünkü fail, hareketinden doğacak diğer sonuçları öngördüğü halde hareketine devam etmiş, sonuçta büyüyen yangın sonucu 7276 m2.lik orman alanı yanıp, 146 fidan hayatiyetini kaybetmiştir. Bu nedenle eylemi kasten orman yakma olarak nitelendiren Yerel Mahkeme direnme hükmünü isabetli” bulmuştur.

b) Ceza Genel Kurulunca, 27.5.2003 gün ve 2003/7-152 E. ve 2003/169 K. sayılı kararda; (aynı gün ve 2003/7-154 E. ve 2003/170 K. sayılı karar da aynı niteliktedir.) yine Türk Ceza Yasasının 45. maddesindeki kast kavramı tartışılmıştır. Ayrıca, Yasa Hükmünde Kararname ile; suç ve ceza hükmünün, düzenlenip düzenlenmeyeceği konusu incelenmiştir.

Sanığın açıktan alkollü içki satmak suçundan cezalandırılmasına karar verilen olayda Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, eylem tarihinde 4250 sayılı Yasanın 31 inci maddesinin yürürlükte olup olmadığı ve buna bağlı olarak da sanığın eyleminin hangi suç niteliğine uyduğunun belirlenmesi noktalarında toplanmaktadır.

Ancak, işin esasının görüşülmesine geçilmeden önce katılan vekilinin temyiz talebinin süresinde olup olmadığının incelenmesinde, tebliğnamede hükmün 18.03.2002 tarihinde katılan idare vekiline tebliğ edildiği kabul edilerek 26.03.2002 tarihinde temyiz isteminde bulunması nedeniyle temyiz süresi geçtiğinden bahisle temyiz isteminin reddine karar verilmesi talebinde bulunulmuşsa da; yapılan incelemede dağıtıcı tarafından tebligat parçasının arkasına vurulan damgaya göre tebligatın 19.03.2002 tarihinde yapıldığı, el yazısı ile yazılan tarihin ise yanlış anlamaya müsait olsa da aslında 19.03.2002 olarak yazılı ve temyiz isteğinin süresinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu belirlemeden sonra işin esasının incelenmesinde;

Uyuşmazlık konusuyla ilgili yasal düzenlemelere bakıldığında,

4250 sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı Yasasının 19 uncu maddesinin, 1 inci fıkrasında “İspirto ile bira ve şarap dahil her çeşit ispirtolu içki satmak isteyenler inhisarlar idaresinden ruhsat almaya mecburdurlar”; 2 nci fıkrasında ise, “Açık olarak satanlar 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanununun 7. maddesine göre en büyük mülki amirden, içki yerleri için aranan ruhsatı almaya mecburdurlar” kuralları getirilmiş ve aynı Yasanın 31 inci maddesinde ise, 19 uncu madde gereğince ruhsat almadan içki satanların cezalandırılmaları öngörülmüştür.

Diğer yandan 4313 sayılı Yetki Yasasına dayanılarak çıkarılan ve 28.6.1995 tarihinde yayımlanan 560 sayılı Yasa Hükmünde Kararnamenin 21 inci maddesinin 4 üncü fıkrasında, 4250 sayılı Yasanın 31 inci maddesinin yürürlükten kaldırıldığı hükmüne yer verilmiştir. Ancak bu hüküm, Türkiye Büyük Millet Meclisinde Anayasa’nın 91 inci maddesinin 7 nci ve devam eden fıkraları uyarınca görüşülmemiş ve halen yasalaşmamıştır. Görüleceği üzere, bir ceza hükmünün yürürlükten kaldırılmasına ilişkin düzenleme Yasa Hükmünde Kararname ile yapılmıştır.

Anayasa’nın 38 inci maddesinin 3 üncü fıkrasında yer alan, “ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur.” hükmü ile “cezaların yasallığı” ilkesi getirilmiştir.

Yine, Anayasa’nın 91 inci maddesinin 1 inci fıkrasında Türkiye Büyük Millet Meclisince, Bakanlar Kuruluna Yasa Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi verilebileceği öngörülmüş ve aynı maddede YHK. ile düzenlenemeyecek konular da sayılmıştır. Buna göre, olağanüstü haller ve sıkıyönetim hali ayrık kalmak üzere Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasi haklar ve ödevler Yasa Hükmünde Kararnameler ile düzenlenemeyecektir.

Anayasanın, “cezaların yasallığı” ilkesini getiren “Suç ve Cezalar” başlıklı 38 inci maddesi de 91 inci maddede sayılan hallerdendir ve Anayasanın ikinci kısmının ikinci bölümünde yer almakta olup, bu konuda Yasa Hükmünde Kararname ile düzenleme yapılmasına olanak yoktur. Suç ve cezanın ancak yasa ile konulabileceği ve yasa çıkarma yetkisinin de Anayasanın 7 nci ve 87 nci maddeleri uyarınca T.B.M.M’ne ait olduğu, bu yetkinin devredilemeyeceği yadsınamayacak bir gerçektir. Nitekim, yargısal kararlarda da aynı husus vurgulanmış olup, gerek Anayasa Mahkemesinin 6.7.1993 gün ve 5-25 sayılı kararında, gerekse Ceza Genel Kurulunun uyuşmazlık konusu ile örtüşen 2.6.1998 gün ve 135-200 sayılı, 14.11.2000 gün ve 216-221 sayılı kararları ile benzer konulardaki 19.4.1993 gün ve 16-100 sayılı, 10.5.1993 gün ve 11-151 sayılı kararlarında açıklanarak yerleşen uygulamaya göre, bir suç ve ceza hükmünün düzenlenmesi nasıl yasa ile yapılmak gerekirse, yasalarda yer alan bu tür bir düzenlemenin de ancak yasa ile yürürlükten kaldırılması veya değiştirilmesi olanaklıdır.

Kaldı ki, suç tarihinden sonra 20.01.2001 günlü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4619 sayılı Yasanın 4 üncü maddesi ile 4250 sayılı Yasanın 28. maddesi de değiştirilerek, aynı Yasanın 19. maddesinin 1, 3 ve 4 üncü fıkralarına aykırı davranmanın yaptırımı bu madde ile gösterilmiştir. Ancak, sanığa isnat edilen eylem açıktan alkollü içki satmak olup, bu eylem anılan maddenin 2 nci fıkrasında düzenlenmiştir ve değişik 28 inci madde ile de yaptırım altına alınmadığı açıktır. Bu nedenle sanık hakkında bu maddenin uygulanması da olanaksızdır.

Öte yandan, TCY.nın 45 inci maddesinin 1 inci fıkrası “Cürümde kastın bulunmaması cezayı kaldırır.” hükmünün taşımaktadır. 4250 sayılı Yasanın 19 uncu maddesindeki izinsiz içki satma suçunun yaptırımını öngören 31 nci maddesinin yürürlükten kaldırıldığına ilişkin hukuken geçerli görülmese dahi YHK. ile 28.10.1995 tarihinde yapılmış olan düzenleme karşısında, suçun 16.09.1999 tarihinde işlenmiş olduğu da nazara alındığında, sanığın somut olayda yüklenen suçun kasıt öğesini taşıdığından söz etmeye olanak yoktur. Bu nedenle eylemin 4250 sayılı Yasanın 19 uncu maddesinin yaptığı gönderme nedeniyle 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Yasasının 7 nci ve 8 inci maddeleri uyarınca idari yaptırımla karşılanabileceği anlaşılmaktadır.

Bu açıklamalar ışığında somut olay ele alınıp değerlendirildiğinde;

Sanığın, açıktan alkollü içki satmak eyleminde, yukarıda açıklanan yasal düzenlemeler karşısında, yüklenen 4250 sayılı Yasaya aykırılık suçunun manevi unsur öğesinin oluşmadığının kabulünde zorunluluk” bulunduğu gerekçesiyle sanığın beraatı yerine cezalandırılmasına ilişkin Yerel Mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.

7- M a d d e 8 1

a) Ceza Yasamızın, tekerrür ile ilgili 81. maddesi konusunda, Ceza Genel Kurulunca, 10.6.2003 gün ve 2003/4-184 E. ve 2003/186 K. sayılı kararda;

“Sanığın, trafik kazası nedeniyle tartıştığı yakınana karşı etkili eylem, hakaret ve tehdit suçlarını işlediği kabul edilerek cezalandırılmasına karar verilmiş ve tayin olunan cezalar tekerrür hükümleri uygulanarak artırılmıştır.

Dosyadaki bilgi ve belgelere göre, Yerel Mahkemece sanık hakkında tekerrür hükümlerinin uygulanmasında esas alınan karar, Tekirdağ Sulh Ceza Mahkemesinin 13.12.1999 gün ve 1653-1497 sayılı, 3167 sayılı Yasanın 13/1, TCY.nın 119. maddeleri uyarınca 90.000.000 lira ağır para cezasına ilişkin ceza kararnamesi olup, bu kararnamenin itiraz edilmemesi nedeniyle 07.02.2000 tarihinde kesinleştiği ve 10.05.2000 tarihinde de infaz edildiği anlaşılmaktadır. Yerel Mahkemenin tekerrür hükmünü uygulaması Özel Dairece yapılan temyiz incelemesinde yasaya uygun görülerek bozma nedeni sayılmamış, ancak Yargıtay C.Başsavcılığı, ceza kararnamesi ile tayin olunan cezaların tekerrür hükümlerinin uygulanmasında esas alınamayacağından bahisle itiraz yasa yoluna başvurmuştur.

Görüldüğü gibi Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık, ceza kararnamesi ile tayin olunan cezaların tekerrür hükümlerinin uygulanmasında nazara alınıp alınamayacağının belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

Yerleşmiş yargısal kararlarda kabul edildiği üzere, tekerrürden dolayı cezanın artırılabilmesi için; önceki bir cürüm nedeniyle verilen hükmün konusu olan cezanın tamamen çekilmiş olması veya bu cezanın yasal nedenlerden biri ile düşmüş bulunması, ikinci bir cürmün işlenmiş olması ve önceki mahkumiyetin çekilmesi veya düşmesiyle yeni cürmün işlenmesi arasında belli bir sürenin geçmiş bulunması gerekmektedir.

CYUY.nın 305. maddesinde ise, “Ceza Mahkemelerinden verilen hükümler temyiz olunabilir. Ancak, onbeş sene ve ondan yukarı hürriyeti bağlayıcı cezalar ile ölüm cezalarına ait hükümleri hiç bir harç ve masrafa tabi olmaksızın Yargıtayca re’sen tetkik olunur.

1. İkimilyon liraya kadar (İkimilyon dahil) para cezalarına dair olan hükümler,

2. Yukarı sınırı onmilyon lirayı geçmeyen para cezasını gerektiren suçlardan dolayı verilen beraat hükümleri,

3. Bu Kanun ile sair kanunlarda kesin olduğu yazılı bulunan hükümler, temyiz olunamaz.

Bu suretle verilen hükümler tekerrüre esas olmaz. Ancak haklarında 343 üncü madde hükümleri dairesinde Yargıtaya başvurulabilir.” hükmü yer almaktadır.

Bu yasa maddesi ile temyize tabi hükümler belirlenmiş ve temyize tabi olmayan hükümler hakkında ise, olağanüstü bir yasa yolu olan yazılı emir yoluna başvurulabileceği ve tekerrüre esas alınamayacağı esası getirilmiştir. Yine yerleşmiş yargısal kararlarda belirtildiği üzere, bu yasa maddesinin uygulanmasında, Yargıtay yolunun açık olduğu hükümler, ittihaz edildikleri anda kesin hüküm etkisini taşımadıklarından yukarıda sayılan diğer koşulların da gerçekleşmesi halinde tekerrüre esas alınacaklardır.

Sulh Ceza Hakiminin ceza kararnamesi ise, genel yargılama kurallarından farklı kuralları bulunan, kendine özgü hızlandırılmış bir yargılama yöntemidir. Bu yargılamanın en önemli özelliği, sanık davet edilip sorgusu yapılmadan ve kanıtlar ortaya konulup tartışılmadan, evrak üzerinden karar verilmesidir. Bir başka anlatımla duruşma açılarak yüz yüze yargılama yapılmadan, mevcut kanıtlarla yetinilmek suretiyle dosya üzerinden karar verilmektedir. Bu yolla basit işlerin çabuk çözümlenmesi, mahkemelerin iş yüklerinin hafifletilmesi, basit suçların yargılamalarının hızlı bir şekilde sonuçlandırılması amaçlanmıştır. (Doç. Dr. A. Önder, Sulh Ceza Hakiminin Ceza Kararnamesi, sh. 3 vd.; Prof. N.Centel-Yrd. Doç. H.Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, sh. 663 vd.)

Ceza kararnamesi ile verilen kararlar temyiz yasa yoluna değil, CYUY.nın 390. maddesi gereğince itiraz yasa yoluna tabidir. İtiraz edilmeyen veya süresinde yapılan itirazın reddedilmesi halinde kesinleşen ceza kararnameleri, son karar niteliğini aldığından hükmün sonuçlarını doğuracak, infaz edilecektir. Bu kararlar için kesinleştiklerinde yazılı emir yasa yoluna başvurulması olanaklıdır.

Bu belirlemeler ışığında yerleşmiş yargısal kararlarda, temyiz yasa yoluna tabi olmayan kararların tekerrüre esas alınamayacağı, dolayısıyla da ceza kararnamesi ile verilen cezaların da tekerrüre esas olamayacağı kabul edilmiştir. Öğretide de Prof. Nurullah Kunter ve Prof. Feridun Yenisey, Ceza Muhakemesi Hukuku adlı eserlerinde, ceza kararnameleri temyiz edilemediklerinden tekerrüre esas olamayacaklarını belirtmişlerdir. (11. Bası, sh. 869) O halde Yerel Mahkemece sanık hakkında daha önce ceza kararnamesi ile verilip infaz edilmiş cezanın tekerrüre esas alınması isabetsizdir” gerekçesiyle Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire kararının kaldırılmasına ve CYY.nın 322. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak Yerel Mahkemenin hüküm fıkrasından tekerrür uygulamasına ilişkin bölümün çıkartılmasına oyçokluğu ile karar verilmiştir.

Bu kararda çoğunluk görüşüne katılmayan iki Kurul Üyesi ise, “Ceza kararnamesi ile verilen kararlar, hükmün bütün sonuçlarını taşımakta ve infaz edilmektedir. Açılan bir kamu davasında kanıtların hüküm vermeye yeterli olması halinde yasada sayılan koşullara uygun olarak hakimin ceza kararnamesi düzenlemesi olanaklıdır. Ancak, ceza kararnamesi düzenlemek veya duruşma açmak hakimin takdirinde olup, bu takdire dayalı olarak verilen kararlardan birinin tekerrüre esas alınarak diğerinin alınmaması eşitlik ilkesine aykırı olacaktır. Aynı nitelikte suç işleyen kişiler arasında bu şekilde eşitsizlik yaratılması, ceza adaletine olan güveni de sarsacak niteliktedir. Kaldı ki, CYUY.nın 305/son maddesinde yer alan hüküm, hakkında temyiz yasa yoluna başvurulması olanağı bulunmayan kararlar ile ilgili olup, aynı Yasanın 390. maddesinde yer alan ceza kararnamelerine karşı itiraz yasa yoluna başvurulabileceğine ilişkin hüküm karşısında, ceza kararnamelerinin tekerrüre esas alınamamasında gerekçe oluşturamayacağı açıktır. Bu nedenle ceza kararnamesi ile verilen cezaların tekerrüre esas alınmaları gerektiğinden, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.” görüşüyle karşı oy kullanmışlardır.

b) Türk Ceza Yasasının 81. maddesindeki, özel ve genel tekerrür hükümlerinin uygulanması koşullarının, aynı olayda gerçekleşmesi haliyle, ilgili olarak Ceza Genel Kurulunca, 24.6.2003 gün ve 2003/1-149 E. ve 2003/196 K. sayılı kararda;

“…….

Sanığa her iki öldürmeye tam kalkışma suçundan verilen cezalarda tekerrür nedeniyle TCY’nın 81/1-3. maddeleri uygulanarak cezaları 9’ar ay arttırılmıştır.

Gölcük Asliye Ceza Mahkemesinin 28.12.1995 gün ve 15-48 sayılı ilamı ile etkili eylem suçundan TCY’nın 456/4. maddesi uyarınca 3 ay hapis cezasına, geceleyin konut dokunulmazlığını bozmak suçundan ise TCY’nın 193/2. maddesi uyarınca 9 ay hapis cezasına mahkûm olan ve her iki cezasının da infaz edildiği anlaşılan sanığın önceki bu iki mahkûmiyeti bakımından da tekerrür hükümlerinin uygulanması koşullarının gerçekleştiği anlaşılmaktadır.

Görüleceği üzere, bunlardan etkili eylem suçu TCY’nın 86/8. maddesi uyarınca, sonraki suçu ile aynı nev’iden sayıldığından, olayda TCY’nın 81. maddesinin 2. fıkrasında belirtilen özel tekerrür hükümlerinin uygulanması koşulları gerçekleştiği gibi, konut dokunulmazlığını bozmak suçuna ilişkin önceki mahkûmiyeti nedeniyle de TCY’nın 81. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen genel-mutlak tekerrür hükümlerinin uygulanma koşulları gerçekleşmiştir.

Çeşitli yargısal kararlarda da vurgulandığı üzere, özel tekerrür ve genel tekerrür hükümlerinin uygulanması koşullarının aynı olayda gerekleşmesi halinde, özel tekerrürden dolayı TCY’nın 81. maddesinin 2. fıkrası uyarınca arttırma yapılmalıdır. (CGK. 8.2.1960 gün ve 15-15) Genel tekerrüre esas önceki mahkûmiyetin süresi veya miktarının daha fazla olması nedeniyle özel tekerrüre esas mahkûmiyetine nazaran daha çok arttırma yapılmasına olanak sağladığı durumlarda dahi özel tekerrür hükümleri uygulanmalı ve yapılan arttırma TCY’nın 81/3. maddesi uyarınca sınırlandırılırken, özel tekerrüre esas mahkûmiyet süresi veya miktarı ölçü olarak alınmalıdır. (CGK. 5.6.1995 gün ve 130-181)

Bu itibarla, sanığın özel tekerrür hükümlerinin uygulanmasını gerektirir nitelikte önceki mahkumiyeti bulunmasına karşın, Yerel Mahkemenin genel tekerrür hükümlerinin uygulanmasını gerektiren diğer mahkûmiyeti esas alarak TCY’nın 81/1-3. maddeleri ile uygulama yapması isabetsizdir” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün bu nedenle de bozulmasına karar verilmiştir.

c) Yine, tekerrür nedeniyle TCY.nın 81. maddesi uyarınca hapis ve para cezalarında yapılacak arttırmanın nasıl yapılacağına dair Ceza Genel Kurulunca verilen, 23.9.2003 gün ve 2003/8-209 E. ve 2003/218 K. sayılı kararda;

“Öğreti ve yerleşmiş yargısal kararlarda tekerrür nedeniyle yapılacak arttırmanın, hapis cezası para cezasına çevrilerek para cezasına, para cezası da hapse çevrilerek hapis cezasına eklenmesi suretiyle TCY. nın 2 ve 81/3. maddeleri ile 647 sayılı Yasanın 5. maddesinin 6 ve 9 . fıkralarındaki miktarlar da dikkate alınarak hesaplanacağı belirtilmiştir (20.06.1960 gün ve 11/13 sayılı İBK., 15.02.1988 gün ve 5-574/43, 08.05.2001 gün ve 8-85/86 sayılı CGK. kararları).

Yerel Mahkemece, sanık hakkındaki Beyşehir Sulh Ceza Mahkemesinin 07.12.1999 gün ve 285-402 sayılı etkili eylem suçundan TCY.nın 456/4, 81/1-3 ve 647 sayılı Yasanın 4. maddeleri uyarınca 122.000.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin ve 25.04.2000 tarihinde infaz edilmiş olan önceki mahkûmiyeti tekerrür uygulamasına esas alınmıştır. Yukarıda açıklanan ilkeye göre, TCY.nın 81/son maddesindeki sınırlama ve 647 sayılı Yasanın 5. maddesinin 6 ve 9. fıkralarındaki miktarlar nazara alındığında sanığın cezası, direnme hükmünün verildiği tarih itibariyle 11 gün, inceleme tarihi itibariyle de 7 gün artırılabilecektir.

Öte yandan, hükümden sonra yürürlüğe giren 4806 sayılı Yasa ile TCY’nın 30/2. maddesinde değişiklik yapılarak, para cezalarında hesaba katılmayacak miktar bir lira küsurundan bin lira küsuruna çıkarılmıştır. Ayrıntıları Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 4.3.2003 gün ve 1-17 sayılı ve 15.4.2003 gün ve 96-104 sayılı kararlarında açıklandığı üzere, TCY’nın 30/2. maddesinde düzenlenen muvakkat cezalarda bir günün, para cezalarında ise bin liranın küsurunun hesaba katılmayacağı yolundaki kuralın, gerek temel cezanın belirlenmesi ve takip eden arttırma ve eksiltme işlemleri ile sonuç ceza tutarına hükmedilmesi aşamalarında, gerekse 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin 1. fıkrasının 1 numaralı bendinde öngörülen hürriyeti bağlayıcı cezanın paraya dönüştürülmesi aşamasında bir güne karşılık tutulan para cezası miktarlarının belirlenmesinde gözönünde tutulması zorunludur.

Oysa somut olayda sanığın 23.09.2001 tarihinde işlediği yasak bıçak bulundurmak suçundan 6136 sayılı Yasanın 15/1. maddesi uyarınca temel ağır para cezasının 142.365.600 lira olarak belirlendiği ve TCY.nın 59 ve 81. maddeleri ile yapılan uygulama sonucunda 130.501.800 liraya indirildiği anlaşılmaktadır.

Bu itibarla Yerel Mahkeme hükmünün, tekerrür uygulaması ve para cezasının belirlenmesindeki isabetsizlikler nedeniyle bozulmasına, ancak bu hususlar yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden, CYUY’nın 322. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak hükmün düzeltilerek onanmasına” şeklinde karar verilmiştir.

Sonuç: Açıklanan nedenlerle direnme hükmünün, tekerrür uygulamasında hata yapılması ile TCY’nın 2/2 ve hükümden sonra yürürlüğe giren 4806 sayılı Yasa ile değişik TCY’nın 30/2. maddesi hükümleri karşısında sanığa fazla ceza tayin edilmiş olması nedenleriyle BOZULMASINA, ancak bu husus yeniden yargılamayı gerektirmediğinden, CYUY’nın 322. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak, Yerel Mahkeme hükmünün, “sanık H.A.’ın yasak bıçak bulundurmak suçundan 6136 sayılı Yasanın 15/1. maddesi uyarınca 6 ay hapis ve 142.365.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmasına, cezasından TCY.nın 59/2. maddesi uyarınca 1/6 oranında indirim yapılarak 5 ay hapis ve 118.637.000 lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına, TCY.nın 81/1-4 madde ve fıkraları uyarınca cezasının 1/10 oranında artırılarak 5 ay 7 gün hapis ve 130.500.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmasına, Beyşehir adli emanetinde 2001/126 sayı ile kayıtlı olan suça konu sustalı bıçağın TCY.nın 36. maddesi uyarınca zoralımına” karar verilmesi suretiyle DÜZELTİLEREK ONANMASINA” şeklinde karar verilmiştir.

8- M a d d e 1 0 4

Türk Ceza Yasasının 104. maddesindeki zamanaşımını kesen nedenlerle ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen 3.6.2003 gün ve 2003/7-153 E. ve 2003/174 K. sayılı kararda;

“İlk kez sürücü belgesiz araç kullanmak suçundan sanık H.K. hakkındaki davanın TCY.nın 119/6. maddesi uyarınca ortadan kaldırılmasına ilişkin Göynücek Sulh Ceza Mahkemesince verilen 11.5.2001 gün ve 32-60 sayılı karar, O Yer C.Savcısının temyizi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 7. Ceza Dairesince 6.11.2001 gün ve 14615-17100 sayı ile;

“Emniyete Müdürlüğünün 29.3.2001 tarihli yazısında sanığın dava konusu 27.2.2001 tarihli suçunun 2. defa olduğunun belirtildiği gözetilerek önceye ait sürücü belgesiz araç kullanma eyleminin araştırılarak gerekirse aradaki fark için önödeme ihtaratı çıkarılarak sanığın hukuki durumunun tayin ve takdiri gerekirken eksik incelemeye dayalı olarak yazılı şekilde hüküm tesisi” isabetsizliğinden bozulmuştur.

Yerel Mahkeme ise 25.1.2002 gün ve 114-1 sayı ile;

“Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 07.11.2000 gün ve 211/217 sayılı ilamında da belirtildiği üzere “önödeme suç işlenmesi ile ortaya çıkan sanık ile devlet arasındaki cezai nitelikteki ilişkiyi sona erdiren düşme nedenlerinden birisini oluşturmaktadır. Bir düşme nedeni bulunduğunda hakim başka bir hususu araştırmaksızın sanığa bu düşme nedeninin uygulanabileceği sonucuna ulaştığında davanın ortadan kaldırılmasına karar verir. Somut olayda sanık önödeme önerisine uyduğundan mahkemece başka bir hususun araştırılmasına gerek yoktur. Ancak sanık önödeme önerisine uymadığı takdirde yargılamaya geçilecek ve sanık hakkında araştırma yükümlülüğü doğacaktır.” dosyamızdaki somut olay Yargıtay C.G. Kurulu kararında ifade edilen duruma uymaktadır.

Sanığın sabıkasında 2918 S.Y. uyarınca bir mahkûmiyet yoktur ve önödeme ihtaratını yerine getirmiştir. 2918 S.Y.nın 112/7. maddesine göre ancak, son suçun işlenmesinden geriye doğru 1 yıl içinde aynı suçtan verilip kesinleşen bir mahkeme kararı olması halinde sanık hakkında tekerrür durumu ortaya çıkacaktır. Sanık hakkında daha önce yapılan işlemin bu aşamaya gelmediği sabıkasından açıkça görülmektedir. Bu durumda tekerrüre esas olması mümkün olmayan önceki işlemin araştırılarak dosyanın gereksiz yere uzamasının pratik veya hukuki hiçbir yararı yoktur. Önödeme bir ortadan kaldırma nedenidir. Vatandaş ile devlet arasındaki cezai ilişkiyi sona erdirdiği için öncelikle dikkate alınmalıdır. Mahkememizce bu hususlar nazara alınarak daha önceki sürücü belgesiz araç kullanma işleminin araştırılmasına gerek görülmemiştir.” gerekçeleri ile ilk kararda direnmiştir.

Bu kararın da Üst C.Savcısı tarafından temyizi üzerine, dosya Yargıtay C.Başsavcılığının “bozma” istekli 2.5.2003 gün ve 60403 sayılı tebliğnamesi ile Birinci Başkanlığa gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca incelenmiştir.

Ceza Genel Kurulu Kararı

İncelenen dosyada;

27.2.2001 günü sürücü belgesiz araç kullandığı saptanan sanık hakkında düzenlenen suç tutanağı üzerine, Yerel Mahkemece 28.2.2001 tarihinde sanığın sorgusu yapılarak, 1. kez sürücü belgesiz araç kullanmak suçundan önödeme önerisi tebliğ edilmiş, sanığın öneriye uyarak para cezasını ödemesi üzerine hakkındaki dava TCY.nın 119/6. maddesi uyarınca ortadan kaldırılmış, O Yer C. Savcısı tarafından temyiz olunan hüküm, Özel Dairece eylemin 2. kez olup olmadığı araştırılıp, aradaki fark için önödeme önerisi çıkartılması gerektiği gerekçesiyle bozulmuştur.

2918 sayılı Yasanın 36. maddesinin 3. fıkrası sürücü belgesi sahibi olmadan trafiğe çıkanlara ilk tespitte bir aydan iki aya kadar, tekrarı halinde ise iki aydan üç aya kadar hafif hapis cezası verileceği ve bu kişilerin ayrıca her defasında 7.200.000 lira hafif para cezası ile cezalandırılacağı hükmünü taşımaktadır. Maddedeki yaptırımların türü ve azami sürelerine göre sürücü belgesiz araç kullanma suçu, gerek ilk tespitte gerekse tekrarında TCY.nın 102/5. maddesi uyarınca iki yıllık asli zamanaşımı süresine tâbidir.

TCY.nın 104. maddesinin birinci fıkrasında zamanaşımını kesen nedenler; “mahkûmiyet hükmü, yakalama, tevkif, celb veya ihzar müzekkereleri, adli makamlar huzurunda sanığın sorguya çekilmesi, sanık hakkında son soruşturmanın açılmasına dair karar veya C.Savcısı tarafından düzenlenen iddianame” olarak sayılmış, süreklilik gösteren yargısal kararlar ile öğretide uyum gösteren görüşlerde bu nedenlerin maddede sınırlı olarak sayıldığı, yorum yoluyla genişletilemeyeceği, sayılan nedenler dışındaki bir nedenin zamanaşımını kesmeyeceği kabul edilmiş, maddenin ikinci fıkrasında ise, zamanaşımının kesilme gününden itibaren yeniden işlemeye başlayacağı, kesen nedenler birden fazla ise bunların en sonuncusundan itibaren yeniden işlemeye başlayacağı, ancak bu kesici nedenlerin zamanaşımını, 102. maddede belirtilen sürelerin yarısının eklenmesiyle bulunacak süreden fazla uzatamayacağı kurala bağlanmıştır.

Somut olayda, önödeme nedeniyle ortadan kaldırma kararının zamanaşımını kesen nedenlerden bulunmaması nedeniyle, zamanaşımını kesen en son işlem sanığın sorgusunun yapıldığı 28.2.2001 tarihidir, bu tarihten itibaren işlemeye başlayan 2 yıllık asli zamanaşımı süresi inceleme tarihinden önce 28.2.2003 günü dolmuştur.” gerekçesiyle Yerel Mahkeme hükmünün bozulmasına ve CYY.nın 322. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak gerçekleşen zamanaşımı nedeniyle davanın ortadan kaldırılmasına karar verilmiştir.

9- M a d d e 1 7 9 (CYY.nın 127. maddesi ile de ilgili)

Ceza Yasamızdaki “özgürlükten yoksun bırakma” suçu ve Ceza Yargılama Yasasının 127. maddesindeki suçüstü durumunda yakalama ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen 11.3.2003 gün ve 2002/8-331 E. ve 2003/35 K. sayılı kararda;

“Olay tarihi öncesinde ev ve cep telefonları aranarak rahatsız edilen sanık H.K., 04.10.1999 tarihinde C.Savcılığına başvurup, belirleyebildiği bir kısım telefon numaralarını da bildirmek suretiyle bu konuda şikayetçi olmuştur. Bu şikayet üzerine, katılan K. ve arkadaşı A.K.’nın olay günü karakola çağrıldıkları, katılanın yaşının küçük olması nedeniyle ifadesinin alınmadığı ve buna içerleyerek olay gecesi saat 23.00 sıralarında üniversite kampüsünün önündeki ankesörlü telefondan sanık H.K.’nın telefonunu arayarak konuşmadan kapattığı, arayan yerin Pamukkale Üniversitesi kampüsü önünde bulunan ankesörlü telefon olduğunu, önceden tespit ettikleri numaralardan anlayan sanıkların, birlikte bu yere gittiklerinde dolmuşa binmekte olan katılan K.’yı görerek, aralarında önceye dayalı husumet bulunması nedeniyle onu araçtan etkili eylemde bulunmak suretiyle indirdikleri ve kendi otomobillerine bindirerek anayoldan hareketle şehir merkezine geldikleri, burada tanık M.İ. ile katılanı karakola götürüp teslim konusunda yardımcı olması için konuştukları sırada kolluk görevlilerince yakalandıkları katılanın, sanıkların ve tanıkların anlatımlarından ve tüm dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Katılan K. hakkında düzenlenen raporda, etkili eyleme maruz kaldığı ancak bu durumun iş ve gücüne engel olmayacağı belirtilmiştir.

Olayın yukarda açıklanan oluş şekli üzerinde Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında uyuşmazlık bulunmamakta, çözümlenmesi gereken sorun sanıkların sabit olan eylemlerinin hangi suç niteliğine uyduğunun belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

Sanıklara yüklenen özgürlüğü sınırlama cürmü Türk Ceza Yasasının 179. maddesinde düzenlenmiş olup, madde, “Bir kimse diğer bir kimseyi gayrimeşru surette kişi hürriyetinden mahrum ederse … cezalandırılır.” hükmünü taşımaktadır. Bu hüküm ile bireylerin hareket özgürlüğünün hukuka aykırı biçimde kaldırılması, kısıtlanması yaptırıma bağlanmıştır. Suçun maddi unsuru, kişinin özgürlüğünden yoksun bırakılmasıyla oluşur. Suçun manevi unsuru ise, öğretide çoğunlukla benimsenen görüşe göre failin, mağduru kişisel özgürlüğünden yoksun bırakmaya yönelik hareketleri gerçekleştirmeyi istemesini ve bilmesini içeren genel kasttır.

Suçun genel kasttan ayrı olarak özel kastı gerektirip gerektirmediği hususunda tartışma bulunmasına karşılık, Ceza Yasamız anılan suçta, eylemin “gayrımeşru surette” işlenmesini öngördüğünden, failin bu şekilde hareket ettiğini bilmesini ve istemesini aramaktadır. Bu nedenle Hakim, suçun manevi unsuruna dahil olan “hukuka aykırılık bilinci”ni elbette araştıracaktır.

Öte yandan, CYUY.nın “Meşhut Cürümde Yakalama, Meşhut Suç” başlığını taşıyan 127. maddesinin 1. fıkrası, “Meşhut cürüm sırasında rastlanan veya meşhut cürümden dolayı takip olunan şahsın firarı umulur veya hemen hüviyetini tayin mümkün olmazsa tutuklama müzekkeresi olmaksızın dahi o şahsı herkes muvakkaten yakalayabilir…”;

Maddenin son fıkrası ise, “Henüz işlenmiş olan suç ile suçun işlenmesinden hemen sonra zabıta veya suçtan zarar gören şahıs yahut başkaları tarafından takip edilerek veya suçun pek az evvel işlendiğini gösteren eşya veya izlerle yakalanan kimsenin işlediği suç da meşhut suç sayılır.” hükümlerini taşımaktadır.

Bu yasa hükmü ile suçüstü hallerindeki “muvakkaten yakalama” kurumu düzenlenmiş olup, yasada belirtilen koşulların mevcudiyeti halinde herkesin takip olunan kişiyi yakalayabileceği kurala bağlanmıştır. Herhangi bir kimsenin muvakkaten yakalamayı gerçekleştirmesi ise şu koşullara bağlıdır;

a) Cürüm meşhut olmalı veya henüz işlenmiş bulunmalı veya fail cürmün işlenmesinden sonra kovalanarak yahut suçun pek az önce işlendiğini gösteren eşya ve izlerle birlikte yakalanmalıdır.

b) Yakalanan kişinin kaçacağından korkulmalı veya kimliğinin hemen saptanması olanağı bulunmamalıdır.

c) Suçun koğuşturulması şikayete tabi ise, şikayet koşulu gerçekleşmiş olmalıdır.

Sayılan bu koşulların gerçekleşmesi halinde, fail muvakkaten yakalanabilir ve en kısa zamanda kolluk görevlilerine teslim edilir.

Bu açıklamaların ışığında somut olay ele alınıp değerlendirildiğinde;

Sanıklardan H.K.’nın, telefonla rahatsız edilmesi nedeniyle C.Savcılığına şikayetçi olduğu ve telefon numarasını belirlediği kişilerin kimler olduklarının bulunarak cezalandırılmalarını talep ettiği, bildirdiği cep telefonu numaralarından bir tanesinin de katılan K.’ya ait olduğu dosya kapsamı ile sabittir. Sanık H.K. ve yakını olan diğer sanığın, rahatsızlık veren kişilerin kimliklerin saptamak için çaba sarf ettikleri sırada, olay gecesi katılan K.’ın telefonla arayarak konuşmadan telefonu kapatması üzerine bu aramanın hangi telefondan yapıldığını cep telefonu ekranında çıkan numaradan belirledikleri ve otomobil ile hızla bu yere gittiklerinde katılan K.’yı görünce telefonla arayan kişinin o olduğunu tespit ettikleri anlaşılmaktadır. Görüldüğü gibi, sanıklar rahatsız edilmelerinin akabinde telefon edilen yere süratle giderek bir araca bindiğini gördükleri katılanın kaçmasını engellemek için onu yakalamışlardır. Katılanın eylemi ile ilgili şikayet koşulu da olay öncesinde gerçekleşmiştir. Nitekim, olay sonrasında katılan Kenan bu eylemi nedeniyle Denizli 2. Sulh Ceza Mahkemesince 25.10.1999 günlü karar ile TCY.nın 547, 119/5. maddeleri uyarınca cezalandırılmış ve bu cezası kesinleşmiştir. Yakalanan kişinin kolluk görevlilerine teslimi için otomobile bindirilerek şehir merkezine getirildiği ve burada sözü geçen bir kişi olduğu, sanıklara şikayetçi olmaları konusunda tavsiye ve telkinde bulunduğu anlaşılan tanık M.İ.’den karakolda yardımcı olmasının istendiği, tanık ile konuştukları esnada da, olaydan haberdar olan kolluk görevlilerinin sanıkları ve katılan K.’yı otomobil içerisinde yakaladıkları da sabittir. O halde, CYUY.nın 127. maddesinde hükme bağlanan koşullara uygun olarak katılanı yakalayan sanıkların eylemi hukuka uygun olup, olayda TCY.nın 179. maddesi uyarınca “gayrımeşru surette” özgürlüğün sınırlandırılmasının söz konusu olmadığı, dolayısıyla da anılan suçun manevi unsurunun oluşmadığı açıktır. Ancak, yakalama sırasında, yasanın tanıdığı zor kullanma sınırları aşılarak, sanıklar tarafından olayın kızgınlığı ile katılana karşı etkili eylemde bulunulması yasaya aykırı olduğundan bu suçtan dolayı cezalandırılmaları isabetlidir.” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün onanmasına karar verilmiştir.

10- M a d d e 2 2 8

Ceza Yasasının 228. maddesinde yazılı “görevde yetkiyi kötüye kullanmak” suçu ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.2.2003 gün ve 2003/4MD-26 E. ve 2003/8 K. sayılı kararda;

“Sanığın görevde yetkisini kötüye kullanarak memur hakkında keyfi işlemlerde bulunmak suçundan TCY.nın 228/1, 35, 59, 647 sayılı Yasanın 4, 5, ve 6. maddeleri uyarınca 456.300.000 lira ağır para, 5 ay süre ile kamu hizmetlerinden yasaklılık cezalarıyla cezalandırılmasına, ağır para cezasının 1’er ay arayla 5 eşit taksitle ödenmek üzere taksitlendirilmesine ve cezalarının ertelenmesine ilişkin Yargıtay 4. Ceza Dairesince verilen 3.10.2002 gün ve 42/31 sayılı kararın, sanık vekili tarafından süresinde temyiz edilmesi üzerine dosya, 16.1.2003 günlü yazı ile Birinci Başkanlığa gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca incelenmiştir.

Ceza Genel Kurulu Kararı

(…) Büyükşehir Belediye Başkanlığında Yol Yapım ve Bakım Şube Müdürü olarak görevli şikayetçinin, Belediye Şube Müdürlüğüne atanması ile ilgili 2.9.1999 tarihli kararın iptali istemiyle açtığı davada, İdare Mahkemesince 27.6.2000 gün ve 279 sayı ile yürütmeyi durdurma kararı verilmesi üzerine, Büyükşehir Belediye Başkanı olan sanığın şikayetçiyi 23.8.2000 gün ve 908 personel hareketleri onayı ile görevine iade ettiği, ancak 11 gün sonra 4.9.2000 tarihinde 1498 sayılı yazı ile Fen İşleri Daire Başkanlığında Koordinatör olarak çalışması uygun görülerek buraya atandığı, dosyada bulunan belgeler, mahkeme kararları örnekleri, savunma ve tüm dosya kapsamı ile anlaşılmaktadır.

Anayasanın 2 inci maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti demokratik, sosyal bir hukuk Devletidir. Bu temel ilkenin gereği olarak Anayasanın 125 inci maddesinin 1 inci fıkrasında idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu, 138 inci maddesinin son fıkrasında ise Yasama ve Yürütme organları ile idarenin mahkeme kararlarına uyma zorunda bulunduğu kuralları getirilmiştir. Bu Anayasal düzenlemelerden, diğer çağcıl anayasalarda olduğu gibi yargı organları kararlarının, yasama ve yürütme organlarıyla yönetimi bağladığı, bu organların ve yönetimin yargı kararlarını değiştiremeyecekleri gibi bunların yerine getirilmesini de geciktirmeyecekleri açıkça anlaşılmaktadır. Bunun aksini düşünmek, diğer bir deyişle yargı kararlarını önemsememek, Devleti hukukun dışına, üstüne çıkarmak anlamına gelir.

Demokratik Hukuk Devleti ilkesi, hukuka bağlı, istikrarlı bir özgürlük rejimini ifade eder. Burada aranan Devletin tüm etkinliklerinde hukukun egemen olması, tüm etkinliklerin hukuk kurallarına uygun bulunmasıdır. Bu uygunluğu sağlayacak makamlar ise yargı organlarıdır.

TCK.nun 228 inci maddesi “Devlet memurlarından her kim bir şahıs veya memur hakkında memuriyetine ait vazifeyi suistimal ile kanun veya nizamın tayin ettiği ahvalden başka suretle keyfi bir muamele yapar veya yapılmasını emreder veya ettirirse …. cezalandırılır” hükmünü taşımaktadır. Bu yasal düzenleme ile kamu gücünü elinde bulunduranlara karşı kişi haklarının korunması ve kamu idaresinin işlevini yerine getirirken disiplinin sağlanması amaçlanmıştır. Suçun faili ancak bir memur olabilir. Maddi öğesi ise görevini kötüye kullanmak suretiyle keyfi muamele yapmak veya yapılmasını emretmek veya ettirmektir.

Yukarda değinilen bu anayasal ve yasal düzenlemeler ile değerlendirmeler ışığında somut olay ele alınıp incelendiğinde, memur olan sanığın, şikayetçinin atama işlemleriyle ilgili olarak İdare Mahkemesince verilmiş olan yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarının gereğini şeklen yerine getirdikten hemen sonra bir başka göreve atayarak yargısal kararlarının hukuksal sonuçlarını etkisiz hale getirdiği, bu şekilde görevini kötüye kullanmak suretiyle keyfi muamelede bulunduğunu kabulde zorunluluk bulunmaktadır.” gerekçesiyle Özel Daire mahkumiyet kararının onanmasına karar verilmiştir.

11- M a d d e 2 3 0

Ceza Genel Kurulunca, zorunlu müdafilik görevini yerine getirmeme nedeniyle, “görevi savsama” suçundan dolayı verilen 7.10.2003 gün ve 2003/4-220 E. ve 2003/242 K. sayılı kararda;

“Sanıkların görevi savsama suçundan beraatlerine karar verilen olayda, Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, atılı suçun unsurlarının oluşup oluşmadığı noktasında toplanmaktadır.

İnceleme konusu olayda;

Kişisel şikayeti nedeniyle kolluk güçlerine başvuruda bulunan bir meslektaşlarına kolluk görevlileri tarafından kötü davranışta bulunulduğundan bahisle 23.6.1999 günü toplanan Diyarbakır Barosu Yönetim Kurulunca, “bu saldırı olayına ilişkin polis memurları hakkında ciddi ve somut adımlar atılıncaya kadar kolluk aşamasında CMUK gereği zorunlu müdafilik hizmetinin durdurulması” yolunda karar alındığı, olayın hemen ardından C.Başsavcılığı tarafından hazırlık soruşturmasına başlanıp kısa süre içinde sonuçlandırıldığı ve olayla ilgili kamu davası açıldığı halde, bu kararın üç ayı aşkın süreyle uygulamada tutulduktan sonra yeni bir kararla ortadan kaldırıldığı, ancak bu süre içinde zorunlu müdafilik hizmetini önceden belirlenen gün ve haftalar itibariyle yürütecek olan nöbetçi avukatların isim ve telefonlarını gösterir listelerin aylık olarak hazırlanıp Baro Başkanının imzası ile ilgili kamusal makamlara düzenli olarak bildirilmeye devam edildiği, buna karşın yine bu süre içinde Diyarbakır ilinde yakalanan ve göz altına alınan bir kısım suç faillerinin ifadelerinin alınabilmesi bakımından CYUY’nın 138. maddesi uyarınca müdafi tayininin zorunlu olduğu hallerde, kolluk görevlileri tarafından telefonla aranmalarına karşın zorunlu müdafilik hizmeti ile görevlendirilen nöbetçi avukatların iletişimi engelleyerek ya da Baro Yönetim Kurulu kararını gerekçe gösterip gelmeyeceklerini bildirmek suretiyle zorunlu müdafilik görevlerinde savsama gösterdikleri savunma, dosyadaki tutanaklar, Baro Yönetim Kurulu kararı ve dosyadaki diğer kanıtlardan anlaşılmaktadır.

Geniş bir kavram olan savunma hakkı, sanık denilen ferdi ilgilendirdiği kadar, bir gün sanık konumuna düşebilecek herhangi bir ferdi, dolayısıyla toplumu ve yine adaleti sağlamakla görevli bulunan Devleti de ilgilendirmektedir. Zira savunma, yargılamanın sonucunda verilen ve iddia ile savunmanın değerlendirilmesinden ibaret olan kararın doğru olmasını sağlar. Bu da ceza adaletinin hakkıyla yerine getirilmesi demektir. Böylece savunma, temeli adalet olan Devleti korumuş olur. Savunma bu nedenle Devlet bakımından da önemlidir. Bu yönüyle, geniş bir bakış açısı ile değerlendirilmesi gereken savunma hakkı, esasen bir çok hakkı içerir. Bunlar arasında, müdafiden yararlanma, susma, soru sorma, kendi aleyhine işlemlere katılmama, tercümandan yararlanma, delillerin toplanmasını isteme, duruşmada hazır bulunma v.d sayılabilir.

Savunma hakkı, temel bir hak olarak Anayasamızın 36. maddesinde, “hak arama hürriyeti” kavramı içinde düzenlenmiştir. Hak arama özgürlüğü, yetkili merciler önünde beyanda bulunma, derdini söyleme ve dinletme hakkı demektir. Bu özgürlük, iddiayı da savunmayı da içine almaktadır. Anılan maddede; “herkesin meşru vasıta ve yollardan yararlanarak yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma” hakkına sahip bulunduğu belirtilmektedir. Savunma meşru bir yol, müdafi de meşru bir vasıtadır. Bu açıdan söz konusu hüküm, müdafi marifeti ile savunulmayı da anayasal güvence altına almaktadır.

Savunma hakkı, hukuki ve siyasi öneminden dolayı, uluslararası belgelerde de değerine uygun yerini almıştır. Bunlardan, Birleşmiş Milletler Örgütünün 10.12.1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 121/I. maddesinde, sanığın savunması için kendisine gerekli tüm güvencenin sağlandığı bir yargılamadan sözedilmiş, aynı örgütün Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Milletlerarası Andlaşma adıyla yayınladığı metnin 14/3-b maddesi ile Ülkemizin 10.3.1954’de onayladığı Avrupa İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesinin 6/3-b maddesinde, bir suçla suçlanan her kişinin, savunmasını hazırlamak için gerekli zaman ve kolaylıklardan yararlanma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir.

Öte yandan, aynı Sözleşmenin 6/3-c maddesinde ise her sanığın, kendi kendini savunmaktan başka, kendisinin seçeceği veya ekonomik gücü yoksa ve adaletin selameti gerektiriyorsa, mahkemenin atayacağı bir avukatın yardımından, para ödemeden yararlanma hakkına da sahip olduğu belirtilmekte ve Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Milletlerarası Andlaşma adlı metnin 14/3-d maddesi ile de, benzer biçimde, sanığın müdafiden yararlanması konusunda açık hüküm getirilmiş bulunmaktadır.

Savunma hakkı bağlamında müdafiden yararlanma hakkının, iç hukukumuzdaki düzenlenme biçimi ve nedenlerini inceleyecek olursak;

Savunma makamları ferdi ve kamusal savunma makamlarıdır. Ferdi savunma, sanığın bizzat veya bir temsilci marifetiyle kendi yararına kendisini savunması demektir.

Savunma görevinin Devlet bakımından önemi ise, “kamusal savunma” için ayrı bir makam gerektirmiştir. Bu da müdafilik makamıdır. Sanığın bir kamu görevi yapan müdafi vasıtasıyla savunulmasının gerçek nedeni Devletin de suçtan sorumlu olmasıdır. Devletin suçtan zarar görmesi kamusal iddia görevinin; suçtan Devletin sorumlu olması da kamusal savunma görevinin nedenini oluşturur. Kamusal savunmanın amacı, sanığı savunmak suretiyle suçtan sorumlu olan Devletin sorumsuzluğunu ileri sürmek, aksini ileri süren iddiayı kısmen veya tamamen çürütmektir. Sanık, savunma yapmak ya da yapmamakta özgürdür. Ancak, savunma makamını işgal eden müdafi, sanığı ve dolayısıyla Devleti savunmak zorundadır.

Hukukumuza göre, bir kimsenin müdafi olarak görevlendirilmesi, soruşturmanın her aşamasında olanaklıdır ve iki suretle olur; Ya sanık veya kanuni temsilci seçer, ya mahkeme veya baro tayin eder. Sanık veya yasal temsilcisi müdafi seçip seçmemekte serbest olduğu gibi, CYUY’nın 137. maddesinde belirtilen koşulları taşıyan kimselerden dilediğini seçmekte de serbesttir.

Bu hak Ceza Yargılamaları Usulü Yasamızda şu şekilde düzenlenmiştir. İfade almada ve hakim tarafından sorguya çekilmede, ifade verene müdafi tayin etme hakkının bulunduğu, müdafi tayin edebilecek durumda değilse Baro tarafından tayin edilecek bir müdafi talep edebileceği, isterse müdafiinin ifade veya sorguda hazır bulunabileceği bildirilir. (CYUY m.135) Öte yandan, CYUY’nın 138. maddesine göre; “Yakalanan kişi veya sanık müdafi seçebilecek durumda olmadığını beyan ederse, talebi halinde Baro tarafından kendisine bir müdafi tayin edilir. Yasamızın 146/1. maddesine göre de, Baro tarafından tayin edilen müdafie, görevin ifasından doğan masraflar hariç, avukatlık ücret tarifesinden ayrık olarak ücret ödenir. İleride yargılama giderleri ile mahkum olan sanıklardan müdafie ödenen ücreti ödeyebilecek durumda olanlara Türkiye Barolar Birliğinin rücu hakkı vardır. Ayrıca sanık isterse, Avukatlık Yasasının 176. maddesinde öngörülen adli yardım mekanizması işletilerek kendisine Baroca parasız müdafi tayin edilmesi olanağı da bulunmaktadır.

Müdafii bulunmayan sanığa, yargılama makamının kendiliğinden müdafi tayin edip etmeyeceği hususunda öğretide farklı görüşler bulunmaktadır. Müdafi vasıtası ile savunmayı kişisel bakımdan savunma sayanlara göre, hakime böyle bir yükümlülük yüklenemez. Kamu adına savunma esasından hareket eden görüş sahipleri de, sanık müdafi seçmemiş ise, kamu adına müdafi tayininin zorunlu olmasını istemektedirler. Bir kısım görüş sahipleri de orta bir yol izleyerek, bazı davalarda zorunlu müdafiliği kabul etmektedirler.

Hukukumuzda bu üçüncü yol tercih edilerek, bazı hallerde sanığın veya yakalanan kişinin talebi olmasa dahi kendisine müdafi tayinini zorunlu kılan yasal düzenleme gerçekleştirilmiştir. CYUY’mızın 138. maddesine göre, yakalanan kişi veya sanık onsekiz yaşını bitirmemiş veya sağır veya dilsiz veya kendisini savunamayacak derecede malul olur ve bir müdafii de bulunmazsa, baro tarafından kendisine talebi aranmaksızın müdafi tayin edilir. Görüleceği üzere, bu hallerde müdafi tayin yetkisi baroya verilmiş, ayrıca Yasanın 140. maddesinde de, müdafi tayinine yetkili baronun soruşturma veya yargılamanın yapıldığı yer barosu olduğu belirtilmiştir. Hemen ifade etmek gerekir ki, CYUY’nın 138. maddesi uyarınca Baro tarafından görevlendirilen müdafi, haklı bir özrü ya da kaçınılmaz bir nedeni bulunmadığı sürece bu görevi sürdürmek zorundadır. Haklı bir özür ya da kaçınılmaz nedenlerin müdafi tarafından ileri sürülmesi halinde, bunları değerlendirme ve kabul edip etmeme yetkisi de tayin edene aittir.

138. maddeye göre tayin edilen müdafiin duruşmada hazır bulunmaması, vakitsiz olarak duruşmadan çekilmesi veya görevini ifadan kaçınması halinde mahkeme başkanının sanığa bir başka müdafi tayin edebileceği de Yasanın 141. maddesinde düzenlenmiştir.

Müdafi ister seçimle, isterse atama ile görevlendirilsin, görevi üç şekilde sona ermektedir. Bunlar ise, “soruşturmanın bitmesiyle”, “istek üzerine” ve “kendiliğinden sona erme”dir. İstek üzerine sona erme, sanığın seçtiği müdafiin görevine son vermesidir. Ayrıca, baro ya da mahkemece atanan müdafiin görevi, sanık ya da temsilcisinin yeni bir müdafi seçmesi üzerine sona erer. (CYUY m.139) Kendiliğinden sona erme ise, sanığın ya da müdafiinin ölmesi ya da müdafiin mesleğini yapmaktan vazgeçmesi hallerinde söz konusu olur. Yine Avukatlık Yasasının 172. maddesi uyarınca sonradan seçilen başka müdafilerle birlikte çalışmayı kabul etmeyen sanığın ya da temsilcisinin seçtiği ilk müdafiin de görevi kendiliğinden sona erer. Ayrıca; meslekten çıkarılma, işten geçici ve zorunlu yasaklanma, iş yapamaz duruma gelmeyle de müdafiin görevi kendiliğinden sona erer. (Av.Y. m.42)

Görüleceği üzere, Anayasamızda temel haklar arasında sayılan kutsal savunma hakkının ayrılmaz bir parçası durumundaki “müdafi yardımından yararlanma” hakkı, gerek uluslararası metinlerde gerekse milli hukukumuzda ayrıntılı biçimde düzenlenmiş haklardandır. Nitekim Ceza Genel Kurulumuz ve Yargıtay Ceza Daireleri yerleşik uygulamalarında, bu hakların ihlalini yargılama faaliyetini sakatlayan esaslı hususlar olarak nitelendirmekte ve hükmün bozulması nedeni kabul etmektedirler.

1136 sayılı Avukatlık Yasasının 1. maddesinde de, “avukatlık, kamu hizmeti ve serbest bir meslektir” hükmü yer almaktadır. Nitekim bunun içindir ki, görevleri sırasında veya görevlerinden dolayı avukatlara karşı işlenen suçlar, hakime karşı işlenmiş gibidir. (Avukatlık Y. m. 57) Yine avukatlığın bir kamu hizmeti sayılmasının sonucu olarak, TCY’nın 294 ve 295. maddeleri dışındaki hallerden başka, her ne suretle olursa olsun, Avukatlık Yasası ve diğer Yasalar gereğince avukat sıfatıyla veya Türkiye Barolar Birliğinin yahut baroların organlarında görevli olarak kendisine verilmiş bulunan görev ve yetkiyi ihmal eden veya kötüye kullanan avukat, devlet memurlarının görevi savsama ve görevde yetkiyi kötüye kullanma suçlarını düzenleyen TCY’nın 230. ve 240. maddeleri gereğince cezalandırılmaktadır. (Av. Y. m.62)

Yine Avukatlık Yasasının “Baroların Kuruluş ve Nitelikleri” başlığını taşıyan 76. maddesinin suç tarihinde yürürlükte olan biçiminde; “Barolar, bu Kanunda yazılı esaslar uyarınca avukatlık mesleğine mensup olanların; müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak, avukatlık mesleğinin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ile ve iş sahipleri ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlakını korumak maksadı ile kurulan tüzel kişiliğe sahip kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır” denilmektedir.

Anılan maddede suç tarihinden sonra 4667 sayılı Yasanın 46. maddesi ile yapılan değişiklik sonucunda 1. fıkra şu şekle dönüşmüştür. “Barolar; avukatlık mesleğini geliştirmek, meslek mensuplarının birbirleri ve iş sahipleri ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni sağlamak; meslek düzenini, ahlâkını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak, avukatların ortak ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tüm çalışmaları yürüten, tüzel kişiliği bulunan, çalışmalarını demokratik ilkelere göre sürdüren kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarıdır.”

Görüleceği üzere, yapılan değişiklik sonucunda baroların nitelikleri ve çalışma ilkeleri yeniden düzenlenmiş, çalışma yürüttükleri alanlara hukukun üstünlüğü ve insan haklarını savunma ve koruma gibi hususlar da eklenerek çeşitlendirilmiştir. Esasen Yasada yazılı olmasa dahi, insan haklarının ve hukukun üstünlüğünün savunulması ve korunması, yürütülen meslek gereği baroların doğal ve zorunlu faaliyet alanlarıdır. Nitekim, CYUY’nın 138. maddesinde öngörülen zorunlu müdafiin atanması görevinin barolara verilmesi de bu kavramların hayata geçirilmesi konusundaki çabalara baroların aktif katkılarının sağlanması amacına dayalıdır.

Avukatlık Yasasının 95. maddesinin 1. fıkrasında ise, baro yönetim kurulunun kendisine verilen görevleri yerine getirmekle yükümlü olduğu, baronun işlerini kovuşturacağı ve menfaatlerini koruyacağı belirtildikten sonra ikinci fıkrada da başlıca görevleri sayılmıştır. Buna göre baro yönetim kurulları, anılan maddenin 2. fıkrasının 4. bendinde, baro mensuplarının mesleki görevlerini yapıp yapmadıklarını denetlemekle, 11. fıkrasında adli yardımlaşma bürosu kurup yönetmekle görevli kılınmışlardır. Yine 2. fıkranın 1. bendinde; avukatlık onurunun ve meslek düzeninin korunmasını, mesleğin adalet amaçlarına uygun olarak, bağlılık ve onurla yapılmasını sağlamak da görevler arasında sayılmaktadır. Ancak, zorunlu müdafilik hizmetlerini durdurma kararının, anılan bentteki görevin yerine getirilmesi amacını taşıdığını söyleyebilmek mümkün değildir. Öte yandan, Baro Yönetim Kurulunun bu kararı, 4. bentte belirtilen yetki ve göreve dayanarak aldığı ileri sürülmüştür. Avukatlık Yasasının 95. maddesinin 2. fıkrasının suç tarihinde yürürlükte olan 4. bendi şu şekildedir. “Mesleki ödevler hususunda baro mensuplarına yol göstermek ve onlara bilgi vermek ve mesleki görevlerin yapılıp yapılmadığını denetlemek”. Anılan bendin, suç tarihinden sonra 2.5.2001 gün ve 4667 sayılı Yasanın 56. maddesi ile yapılan değişiklikten sonraki halinde ise bu görev; ”Mesleki ödevler hususunda baro mensuplarına yol göstermek ve onlara bilgi vermek ve mesleki görevlerin yapılıp yapılmadığını denetlemek, mesleğe ve meslek mensuplarına yönelik hak ihlallerine karşı avukatlık mesleğini ve meslektaşlarını savunmak, bu konularda her türlü yasal ve idari girişimde bulunmak.” biçiminde düzenlenmiştir.

Görüleceği üzere, baro yönetim kurulunun mesleğe ve meslek mensuplarına yönelik hak ihlallerine karşı ancak yasal ve idari girişimlerde bulunması mümkündür.

Mensuplarının mesleki ödevlerini denetlemekle görevli kılınan baro yönetim kurullarının, kendilerine tanınan yetki ve görevlerin dışına çıkarak, yasaya açıkça aykırılık oluşturacak ve savunma hakkına zarar verecek biçimde bir kamu hizmetinin durdurulmasına karar vermeleri mümkün değildir. Öte yandan avukatların, baro organlarının yasalarla yüklenen görevleri hukuki dayanaktan yoksun biçimde ortadan kaldırmaya yönelik olması nedeniyle hukuk düzenine ve yasalara açıkça aykırılık oluşturan kararlarına uymak zorunluluğu da bulunmamaktadır. Böyle bir karara uyarak görevi savsamak ise, TCY’nın 49. maddesinde belirtilen biçimde bir hukuka uygunluk nedeni sayılamaz. Zira, Anayasamızın kanunsuz emri düzenleyen 137. maddesinin 1. ve 2. fıkralarında “Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfatla çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emir yerine getirilir; bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz.

Konusu suç teşkil eden emir hiçbir suretle yerine getirilmez; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz” hükmü bulunmaktadır. Anayasadaki bu düzenlemenin hedefi dikkate alındığında, bu hükmün, genel ve mutlak biçimde kamu hizmeti yapan avukatlık mesleği mensuplarını da kapsadığı açıktır.

O halde, levhasına kayıtlı bulundukları Diyarbakır Barosu tarafından yasal düzenlemelere uygun biçimde müdafi olarak görevlendirildikleri ve bu görevlerinin sona ermesini gerektirecek yasal koşullar da bulunmadığı halde, Baro Yönetim Kurulunun bir meslektaşlarına yönelik davranışı duyurma ve protesto amacı ile aldığı, “kolluk aşamasında CMUK gereği zorunlu müdafilik hizmetlerinin durdurulmasına” ilişkin kararına destek amacıyla hareket eden sanıkların, kolluk tarafından arandıklarında iletişim imkanlarını ortadan kaldırmak ya da çağrıyı reddetmek suretiyle kolluk aşamasındaki zorunlu müdafilik görevlerini yerine getirmemek şeklindeki eylemleri, Avukatlık Yasasının 62. maddesi aracılığı ile TCY’nın 230. maddesinde öngörülen görevi savsama suçunu oluşturur.

Ancak, bir kısım sanıkların suç tarihinde nöbetçi olmadıkları, bir kısım sanıkların ise zorunlu müdafilik görevi ile ilgili olarak kendilerine kolluk tarafından haber verilmediği, bu hususta düzenlenen tutanakların doğru olmadığı yolunda savunmada bulunmaları nedeniyle, bu sanıklar yönünden gerektiğinde tutanak düzenleyicileri de dinlenerek bu hususların araştırılıp incelenmesi, yine bir kısım sanıklar hakkında tutanak düzenlenmeden sadece kolluk tarafından yazılan üst yazı ile suç duyurusunda bulunulması karşısında bu hususların da araştırılarak, her bir sanığın eyleminin sübutu ile atılı suçun oluşup oluşmadığının öncelikle Yerel Mahkemece değerlendirilip belirlenmesi gerekmektedir.” gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.

12- M a d d e 2 4 0

a) Ceza Yasasının 240. maddesinde düzenlenen, “görevi kötüye kullanma” suçu ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.2.2003 gün ve 2002/4MD-291 E. ve 2003/9 K. sayılı kararda;

“Sanığın görevde yetkiyi kötüye kullanmak suçundan TCY.nın 240/1, 80, 59 647 sayılı Yasanın 4. maddeleri uyarınca 1.153.425.000 lira ağır para ve 2 ay 27 gün memurluktan yoksun bırakılma cezasıyla cezalandırılmasına, para cezasının 647 sayılı Yasanın 5. maddesi uyarınca birer aylık aralarla 10 eşit taksitte alınmasına, cezalarının 647 sayılı Yasanın 6. maddesi uyarınca ertelenmesine ilişkin Yargıtay 4. Ceza Dairesince 17.10.2002 gün ve 38-35 sayı ile karar verilmiştir.

Bu kararın sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosya Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca incelenmiştir.

Ceza Genel Kurulu Kararı

…..

TCY.nın 240. maddesinde düzenlenen görevi kötüye kullanma suçu, aynı Yasanın 279. maddesi uyarınca memur sıfatına haiz olan kimsenin kasten yasada yazılı hallerden başka her ne suretle olursa olsun, görevini yasanın gösterdiği usul ve esaslardan başka surette yapması ve yasanın koyduğu usul ve şekle uymadan yapmasıdır.

Somut olayda sanık, kendisinin her hangi bir katkısının bulunmadığı bir süreçte kum ve çakıl ocağı işletmesine izin verilen işletmelerin, geçici iznin uzatılmasını talep etmeleri üzerine, dört gün süreyle Valilik makamına vekalet ettiği dönemde bu talepleri inceleyen İl Daimi Encümenine başkanlık etmiş ve önceden verilen izinler doğrultusunda geçici izin süresinin uzatılmasına ilişkin karara katılmıştır. Sanığın bu eyleminde görevi kötüye kullanma bilinç ve iradesiyle hareket ettiğinden söz etmeye olanak yoktur. Sanığın kamu görevinde devamlılık esasından hareketle, kamu yararını gözeterek kendisinden önce verilen iznin uzatılması kararına katılmaktan ibaret eyleminde görevde yetkiyi kötüye kullanmak suçunun manevi öğesinin oluşmadığı anlaşılmaktadır.

Bu itibarla sanığın beraatı yerine cezalandırılmasına karar veren Özel Daire kararı usul ve yasaya aykırı olduğu” gerekçesiyle Özel Daire mahkumiyet kararının bozulmasına karar verilmiştir.

b) Yine, Türk Ceza Yasasının 240. maddesinde düzenlenen, “görevi kötüye kullanma” suçu ile olarak, Ceza Genel Kulunca verilen, 7.10.2003 gün ve 2003/4MD-203 E. ve 2003/247 K. sayılı kararda;

“….

Ancak, “sanığın olayda çıkar sağlamaması” gerekçesiyle, sanık hakkında TCY.nın 240. maddesinin ikinci cümlesi uygulanarak cezasından indirim yapılmıştır. Anılan maddede yer alan “cezayı hafifletici nedenlerin” neler olduğu, maddede açıklanmamıştır. Yerleşmiş yargısal kararlarda, sanığın eylemi nedeniyle zarar doğmaması veya zararın hafif olması, memurun menfaat sağlamaması veya sağlanan çıkarın azlığı, zararın soruşturmaya başlanmadan giderilmesi gibi haller hafifletici nedenler olarak kabul edilmiştir. Somut olayda sanığın, yukarda belirtilen yargılama kurallarına aykırı davranış şekilleri yasa hükümleri ve yerleşik içtihat ve uygulamalarla çelişen çok sayıdaki kararı, bu kararlar nedeniyle ortaya çıkan zararın ağırlığı, suç işleme kastının yoğunluğu nazara alındığında, Özel Dairece cezanın indirilmesinde dayanılan gerekçenin dosya kapsamına uygun bulunmadığı anlaşılmakta ve sanık hakkındaki özgürlüğü bağlayıcı cezanın TCY.nın 240. maddesinin 1 nci cümlesi uyarınca tayini gerekmektedir.” gerekçesiyle Özel Dairenin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği hükmün bozulmasına karar verilmiştir.

13- M a d d e 264/7

Türk Ceza Yasasının 264/7. madde ve fıkrasında tanımı yapılan korku, kaygı veya panik yaratabilecek biçimde silahla ateş etme suçu ile ilgili olarak Ceza Genel Kurulunca verilen, 09.12.2003 gün ve 2003/8-259 esas,2003/287 sayılı kararda;

“…Korku, kaygı ve panik yaratacak şekilde silah atmak suçundan sanık F.Y.’ın bu suçtan beraatına, yasak silah bulundurmak suçundan 6136 sayılı Yasanın 13/1, TCY.nın 59, 647 sayılı Yasanın 4. maddeleri uyarınca 988.650.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmasına ve cezasının 647 sayılı Yasanın 6. maddesi uyarınca ertelenmesine ilişkin Tuzla Asliye Ceza Mahkemesince 14.07.2000 gün ve 454-587 sayı ile verilen kararın sanık ve o yer C.Savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 8.Ceza Dairesince 11.02.2002 gün ve 10651-1448 sayı ile;

“1- Olay akşamı taraftarı bulunduğu takımın galip gelmesi üzerine Tuzla ilçesi Aydıntepe mahallesinde sokak ortasında ruhsatsız taşıdığı tabanca ile ulu orta ateş eden sanığın eyleminin TCK.nun 264/7. madde ve fıkrasında tanımı yapılan korku, kaygı veya panik yaratabilecek biçimde silahla ateş etme suçunu oluşturduğu gözetilmeden, olayın hukuki değerlendirilmesinde yanılgıya düşülerek mahkûmiyeti yerine yazılı gerekçeyle beraatına karar verilmesi,

2- 6136 sayılı Yasaya aykırılık suçundan verilen sonuç ağır para cezası taksitlendirilirken, infazda duraksamaya neden olacak biçimde taksit aralığının gösterilmemesi suretiyle 647 sayılı Yasanın 5. maddesine aykırılık yapılması” isabetsizliğinden hükmün bozulmasına karar verilmiştir.

Yerel Mahkeme ise 10.12.2002 gün ve 197-607 sayı ile 2 nolu bozma nedenine uyarak gereğini yerine getirmiş, ancak 1 nolu bozma nedeni yönünden;

“TCY.nın 264/7. maddesi 12 Eylül 1980 öncesi ülkemizde yaşanan yoğun anarşik olayların meydana gelmesi nedeniyle bu maddeye eklenmiştir.

TCY.nın 264/7. maddesinde yazılı suçun oluşması için, kasıt öğesi başlıca koşuldur. Daylı olarak işlenmesine olanak yoktur. Korku ve panik yaratarak, biçime yönelik bir kastın var olması gerekir. Meskûn mahalde silah atma suçu (TCY.nın 551) ile bu suç karıştırılmamalıdır. Ayırıcı unsur “korku, kaygı, panik yaratmak kastı”dır.

TCY.nın 45. maddesine göre cürümde kastın bulunmaması cezayı kaldırır.

Yargıtay 8. Ceza Dairesi 22.03.1983 tarih 605-949 sayılı kararında, çevresindekilerin ne suretle korku, kaygı veya paniğe kapıldıklarına ilişkin kanıtlar gösterilmelidir, şeklinde karar vermiştir.

Yine 8. Ceza Dairesi 19.11.1987 tarih 7759-10347 sayılı kararında, “Sanığın pavyonda alkol etkisi ile zaruret olmaksızın rastgele ateş ettiği ve seken mermilerden birisinin mağdur Hakkı’ya isabetle yaralanmasına neden olduğu anlaşıldığından, eylemin bütünü ile TCK.nun 459/1. maddesi çerçevesi içinde değerlendirilmesi gerekirken oluşa aykırı bir nedenle kasten etkili eylem ve korku, panik yaratmak maksadı ile ateş etmek suçlarından ceza tayini, bozmayı gerektirmiştir” şeklinde karar vermiştir.

Yine aynı Daire 06.04.1983 tarih 1980-2168 sayılı kararında “Sanığın, satın aldığı av tüfeğini denemek için umumi köy yolu üzerindeki mahalde saat 22.00 sıralarında, havaya iki el ateş etmesi sonucu müştekinin evine giden elektrik teline isabetle koparması şeklinde oluşan ve gelişen olayda; TCK.nun 264/7. maddesi fıkrasında yazılı korku, kaygı, panik yaratmak için binalara, başkalarına karşı bir eylem kastının ve suç öğelerinin bulunmadığı gözetilmeden, fiilin meskûn mahalde silah atmak suçunu oluşturduğu düşünülmeden, oluşa uymayan kabul ve gerekçeyle yazılı şekilde (TCK.nun 264/7. maddesi ile) karar verilmesi bozmayı gerektirmiştir” şeklinde karar vermiştir.

8. Ceza Dairesi bu yerleşik kararlarına karşı her nedense sonradan görüş değiştirerek, bu gibi olaylarda TCY.nın 264/7. maddesinin uygulanması gerekeceğine karar vermiştir. Kanaatimize göre sayın Dairenin bu kararı yerinde değildir. Bu suçun işlenmesi için kasıt öğesinin bulunması gerekir. Halbuki olayımızda sanığın korku, kaygı ve panik yaratma kastı yoktur. Sadece sevincini dile getirmek amacı ile tabanca ile rast gele ateş etmiştir.” gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir.

Bu kararın da sanık ve o yer C.Savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya, Yargıtay C.Başsavcılığının direnme kararı yönünden “bozma” istekli 25.09.2003 günlü tebliğnamesiyle Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.

Ceza Genel Kurulu Kararı

Olay tarihinde sanığın, bir Türk takımının yabancı takımla yaptığı maçı kazanması üzerine sokak ortasında tabancayla rastgele 6 el ateş ettiği olay tutanağı, sanığın ikrarı ve tüm dosya kapsamı ile sabittir. Esasen açıklanan bu oluşta Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında bir uyuşmazlık da yoktur. Uyuşmazlık, sanığın sabit olan bu eyleminde TCY.nın 264 üncü maddesinin 7 nci fıkrasında tanımlanan suç öğelerinin bulunup bulunmadığının belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

16.06.1979 tarihinde yürürlüğe giren 2245 sayılı Yasa ile değişiklik yapılarak, Ceza Yasamızın 264 üncü maddesine eklenen 7 nci fıkra ile inceleme konumuzu oluşturan korku, kaygı veya panik oluşturabilecek biçimde silahla ateş etmek suçu ihdas edilmiştir. Anılan fıkrada bu suç “Her kim korku, kaygı veya panik yaratabilecek biçimde her ne amaç ve nedenle olursa olsun, meskûn bir yerde veya çevresinde veya özel veya resmî veya genel yapılara ya da her türlü taşıt araçlarına ya da halkın toplu olarak bulundukları diğer yerlere silahla ateş ederse, eylem başka bir suçu oluştursa bile ayrıca … cezalandırılır.” şeklinde tanımlanmıştır.

Maddede 2245 sayılı Yasanın 7 nci maddesiyle yapılan değişikliğin Hükümet Gerekçesi; “…. Maddeye eklenen yedinci fıkra ile, günümüzde en çok başvurulan ve yasal boşluklar nedeniyle faillerinin etkin bir biçimde yaptırıma tabi tutulmadığı eylemler düzenlenmiştir.

Bilindiği gibi, meskûn veya halkın toplu olarak bulunduğu yerlere patlayıcı madde atanlar, altıncı fıkra ile etkin bir biçimde cezalandırıldıkları halde, aynı nitelikteki yerlere ve taşıtlara, en az patlayıcı maddeler kadar ve hatta onlardan daha ağır sonuçlar doğurabilecek silahla ateş etme eylemleri, çok etkisiz yaptırımlara tabi tutulmuştur.

Atılan silah türünün saptanamaması halinde eylem, TCK’nun 551 inci maddesi kapsamı içinde ele alınarak, 50 liraya kadar hafif para cezası ile cezalandırılmaktadır.

Yeni getirilen düzenleme ile, fıkrada belirtilen yerlere, korku, kaygı, panik yaratacak biçimde silahla ateş edenler, eylemleri daha ağır bir cezayı gerektirse bile, yalnız bu eylemlerinden dolayı ayrıca, etkin bir ceza ile cezalandırılacaklardır. Terörist eylemlerin bir bölümünü oluşturan bu tür eylemlerin, toplum huzurunun sağlanması bakımından, etkin ceza yaptırımına bağlanması, bir zorunluluk haline gelmiştir.” şeklinde belirtilmiştir (4.1.1979 gün ve 101-394/10814 sayılı gerekçe).

Gerek maddenin düzenleniş şekli, gerekse madde gerekçesi nazara alındığında bu suçun ön koşulu, eylemin “meskûn bir yerde veya çevresinde” veya “özel, resmi veya genel yapılara, taşıt araçlarına veya halkın toplu olarak bulunduğu yerlere karşı” işlenmesidir. Suçun maddi un-suru ise, ön koşulda açıklanan yerlerde veya hedeflere karşı korku, kaygı veya panik yaratabilecek biçimde “silahla ateş etmek”tir. Bu düzenleme çerçevesinde Yasakoyucu tarafından bu suçun bir tehlike suçu olarak öngörüldüğü açıktır. Bu nedenle suçun oluşabilmesi için, ger-çekleştirilecek ateş etme eyleminin, korku, kaygı veya panik yaratabilecek biçimde olması aranacak, bu sonuçların gerçekleşmesi koşul olarak aranmayacaktır.

Bu suçun manevi unsuru ise, genel kasttır. Fail hem ön koşulu hem de maddi unsuru teşkil eden hareketi gerçekleştirdiğini bilecek, hem de bunları isteyecektir, saikinin önemi yoktur. Anılan maddede “her ne amaç ve nedenle olursa olsun” denmek suretiyle bu husus belirtilmiştir. Konu öğretide de ele alınarak aynı esaslar vurgulanmıştır. (ERMAN-ÖZEK, Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar, İst-1992, sh.376)

Bu açıklamalar ışığında somut olay ele alınıp değerlendirildiğinde;

Sanık, gece vakti saat 23.45 sıralarında 7.65 mm. çapında tabanca ile meskun bir yer olan sokak ortasında rast gele 6 el ateş etmiştir. Kullanılan silahın niteliği, olayın gerçekleşme şekli ve zamanı nazara alındığında eylem, korku, kaygı ve panik yaratabilecek niteliktedir. Olayda yukarıda açıklanan şekliyle suçun ön koşulu, maddi ve manevi unsurları gerçekleşmiş olup, sanığın TCY.nın 264 üncü maddesinin 7 nci fıkrası uyarınca cezalandırılması yerine, saikin değerlendirilmesi suretiyle dosya kapsamına uymayan bir gerekçe ile beraatına karar verilmesi yasaya aykırıdır …” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün Bozulmasına karar verilmiştir.

14- M a d d e 3 4 3

Yalan beyanda bulunmak suçu ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 18.3.2003 gün ve 2003/6-20 E. ve 2003/41 K. sayılı kararda;

“Sanığın yalan beyanda bulunmak suçundan TCY’nın 343/1. maddesi uyarınca cezalandırılmasına karar verilen olayda Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, sanığa yüklenen suçun unsurları itibariyle olu(şu)p oluşmadığına ilişkindir.

İnceleme konusu olayda; önceden yaptığı başvuru nedeniyle sanığa 1.2.1991 tarihinden geçerli olarak sakatlık aylığı bağlandığı ve düzenli biçimde ödendiği halde, 2022 sayılı Yasa uyarınca aylık bağlanması hususunda yeniden başvuruda bulunan sanığın doldurduğu formda herhangi bir kurumdan aylık almadığını beyan ettiği, Emekli Sandığı Genel Müdürlüğünün ise, önceden aylık bağlandığından bahisle ikinci başvuruyu değerlendirmeye almadığı anlaşılmaktadır.

65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında 2022 sayılı Yasanın 4. maddesinde, aylık bağlanmasında veya ödenmesinde uygulanacak yöntem ve kullanılacak belgelerin çıkartılacak bir Yönetmelikte düzenleneceği öngörülmüş, buna dayanılarak çıkartılan ve 6.1.1994 gün ve 21810 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Yönetmeliğin 13/a maddesinde; başvuru formu ile mal bildirim belgesinin başvuru sahibi tarafından doldurulup imzalanacağı, 6/a maddesinde; herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan aylık alanların muhtaç sayılmayacağı, 7. maddesinde; başvuru formu üzerine maddede sayılan hususlarda soruşturma yapılarak başvuru sahibinin muhtaç olup olmadığına il veya ilçe idare kurullarınca karar verileceği, 8. maddesinde ise; muhtaçlığın Maliye Bakanlığı ile T.C. Emekli Sandığınca kontrol edileceği belirtilmiştir.

TCY’nın sanığa yüklenen yalan beyanda bulunmak suçunu düzenleyen 343. maddesinde;

ise “Her kim resmi bir varaka tanzimi esnasında kendisinin veya başkasının hüviyet ve sıfatı yahut mezkûr varaka ile sıhhati ispat olunacak sair ahval hakkında memurine karşı yalan beyanatta bulunursa bundan dolayı umumî veya hususî bir zarar husule geldiği takdirde üç aydan bir seneye kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.

Eğer mezkûr varaka tevellüdat, münakehat ve vefiyata yahut adli işlere müteallik bulunursa fail altı aydan iki seneye kadar hapsolunur.” hükmü yer almaktadır.

Öğretideki görüşlere ve konuya ilişkin yargısal kararlara göre bu suçun oluşması için kişinin yazılı veya sözlü beyanı üzerine düzenlenen resmi belge, konusunu tek başına, başka bir belgeye, başka bir araştırmaya gerek kalmadan tespit edebilmelidir. Şayet beyan olunan bilgiler ilgili memur ya da makamın başkaca araştırma yapmasını, belge incelemesini gerektiriyorsa yalan beyan suçu oluşmaz.

Öte yandan, Yargıtay Büyük Genel Kurulunun 3.6.1936 gün ve 8-15 sayılı ve Ceza Genel Kurulunun 15.7.1957 gün ve 177-175 sayılı kararlarında vurgulandığı üzere, Ceza Yasamızın 343. maddesi kapsamına giren suçlarda esasen genel veya özel bir zararın meydana gelmesi şarttır.

Somut olayda, 2022 sayılı Yasa uyarınca aylık bağlanması için başvuruda bulunan sanığın doldurduğu formdaki bildiriminde yer alan, “herhangi bir kurumdan aylık almadığı” yolundaki beyanının doğruluğunun, başka bir deyişle muhtaç olup olmadığının, anılan Yasanın 4. maddesi uyarınca çıkarılan Yönetmelik hükümlerine göre idare kurulu, Maliye Bakanlığı, T.C. Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü tarafından araştırılıp incelenmesi gereklidir. Ayrıca, kurumun incelemesi sırasında beyanın gerçeğe aykırılığı tespit edilip başvurunun değerlendirmeye alınmaması karşısında zarar doğduğundan söz etmeye de olanak bulunmamaktadır. Bu itibarla, atılı yalan beyanda bulunmak suçunun unsurlarının oluşmadığı” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.

15- M a d d e 3 8 3

“Taksirle tehlikeye ve ölüme neden olma” suçu ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.3.2003 gün ve 2002/9-314 E. ve 2003/15 K. sayılı kararda;

“… Bodrum ve zemin dahil 7 katlı bir bina olan Y. Apartmanının ilk katlarının 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen (…) Depremi sırasında yıkılması sonucu, binada bulunan sekiz kişi göçük altında kalarak hayatını kaybetmiş, binanın müteahhidi olan sanık M.U. ile inşaatın fenni sorumlusu olan sanık A.L. haklarında, binanın yapımında kusurlu davrandıkları iddiası ve TCY’nın 455. maddesi uyarınca cezalandırılmaları istemi ile kamu davası açılmıştır.

Gölcük Asliye Ceza Mahkemesince, eylemin TCY’nın 383. maddesinde tanımlanan taksirle tehlikeye ve ölüme neden olma suçunu oluşturacağı belirtilerek görevsizlik kararı verilmesi üzerine, kanıtları toplayıp yargılamayı sürdüren görevli Kocaeli 2. Ağır Ceza Mahkemesi; eylemin TCY’nın 383/2. maddesindeki suçu oluşturduğunu kabul ederek, bu suçun tehlikenin doğduğu tarihte işlenmiş sayılacağını, sanıkların kusurlu inşa ettikleri bina için 1988 ve 1989 yıllarında yapı kullanma izin belgeleri aldıklarını, tehlikenin de bu tarihte doğduğunu, dolayısıyla binanın kullanıma açıldığı tarihin suç tarihi olarak kabul edilmesi gerektiğini, kamu davasının ise yapı kullanma izin belgelerinin alındığı tarihten itibaren işlemeye başlayan 5 yıllık dava zamanaşımı süresinin geçmesinden sonra açıldığını belirterek, davanın zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırılmasına karar vermiştir.

Hükmü temyizen inceleyen Özel Daire ise, TCY’nın 383. maddesinde belirtilen suçun tahribat ve musibet halinin oluştuğu anda işlenmiş sayılacağını, tahribat ve musibetin ise yapının yıkılması olduğunu belirterek, dava zamanaşımının, suç tarihi olan binanın yıkıldığı 17.8.1999 tarihinden başlaması gerektiği, sürenin henüz dolmadığı gerekçesiyle hükmü bozmuş, Yerel Mahkeme önceki hükmünde direnmiştir.

Görüleceği üzere Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, TCY’nın 383. maddesine temas eden suç yönünden dava zamanaşımının hangi tarihten itibaren işlemeye başlayacağı, dolayısıyla somut olayda dava zamanaşımı süresinin dolup dolmadığının belirlenmesi hususuna ilişkindir.

Uyuşmazlık konusu sorunun sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi için, depremin de etkisinin olduğu yıkımda sonuca etkili derecede kusurlu eylemi bulunduğu iddia olunan sanıkların ceza hukuku yönünden doğacak sorumluluklarının ortaya konulabilmesi bakımından TCY’nın 383, 455, 459 ile 552. maddelerinde tanımlanan suç kalıpları incelenmeli, suça ilişkin nitelendirme yapıldıktan sonra bu suç için yasada öngörülen dava zamanaşımının başlangıç tarihi saptanıp, somut olayda dava zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği belirlenmelidir.

Kamunun selametine karşı işlenen suçlardan olan TCY’nın 383. maddesinin 1. fıkrasında “tedbirsizlik veya dikkatsizlik veya sanat ve meslekte tecrübesizlik veya nizam ve emir ve kaidelere riayetsizlik neticesi olarak ……. umumi bir tehlikeyi mutazammın tahribata ve musibetlere….” neden olma, 2. fıkrasında bu halde bir kişinin hayati tehlike geçirmesi ve ölmesi halleri; TCY’nın 455 ve 459. maddelerinde “tedbirsizlik veya dikkatsizlik veya meslek ve sanatta acemilik veya nizamat ve evamir ve talimata riayetsizlik ile……” şahısların ölüm veya yaralanmalarına neden olma; TCY’nın 552. maddesinde ise “planını tanzimde veya inşasında iştirak etmiş olduğu bir binanın kendi dikkatsizliği veya maharetsizliği neticesi olarak başkalarına tehlike vermeksizin yıkılması” düzenlenmektedir. Anılan maddelerdeki düzenlemeler birlikte ele alındığında aralarında, unsurları, korudukları hukuki yararlar, suçların tamamlanma anı, cürüm veya kabahat nev’inden olmaları ve yaptırımları gibi hususlarda farklılıklar bulunduğu görülmektedir.

Türk Ceza Yasasının İkinci Kitabının Yedinci Babında “Ammenin Selameti Aleyhinde Cürümler”, bu Babın Birinci Faslında ise, “Yangın, Su Baskını ve Gark ve Sair Büyük Tehlikelere Müteallik Cürümler” düzenlenmiştir.

Bu fasılda yer alan TCY’nın 383. maddesinde; “Bir kimse tedbirsizlik veya dikkatsizlik veya sanat ve meslekte tecrübesizlik veya nizam ve emir ve kaidelere riayetsizlik neticesi olarak bir yangına veya infilâka veya batmağa ve deniz kazasına veya umumî bir tehlikeyi mutazammın tahribata ve musibetlere sebebiyet verirse otuz aya kadar hapse ve yüz liraya kadar ağır cezayi nakdîye mahkum olur.

Eğer bu fiilden bir şahsın hayatınca tehlike hâsıl olursa altı aydan beş seneye kadar hapse ve elli liradan yüz liraya kadar ağır cezayi nakdîye ve bundan ölüm vukua gelirse beş seneden fazla olmamak üzere ağır hapse ve yüz liradan beş yüz liraya kadar ağır cezayi nakdîye mahkûm olur.” denilmektedir.

Maddenin birinci fıkrasında, kusurlu bir hareket sonucu, “yangına”, “patlamaya”, “batmaya”, “deniz kazasına” veya “genel tehlike yaratan yıkım ve musibetlere” neden olma halleri suç sayılıp yasaklanmıştır. Doğacak tehlike ile kamu esenliği ihlal edileceğinden, suçla korunmak istenen hukuki yarar “kamu esenliği”dir.

Kamunun esenliği ise, toplum halinde yaşayan kişilerin, bu hayat biçimlerini korkusuzca ve özel bir korunmaya ihtiyaç duymaksızın sürdürebilmeleri anlamına gelir. Başka bir ifade ile, belli kişilere değil, belirsiz sayıdaki kişilere yönelen, onların hayatlarını, vücut tamlıklarını, hürriyetlerini veya sağlıklarını büyük tehlikeye sokarak ortak ve genel bir tehlike tehdidi oluşturan eylemler bu esenliği zedelerler. Öte yandan, büyük çapta eşyanın korunması dahi kamunun esenliği kavramına dahildir. Belirli bir veya birkaç mala yönelik olmayan, hatta kişilerin hayatı, vücut tamlığı, güvenliği ve sağlığı bakımından yakın bir tehlike oluşturmayan, buna karşılık eşyaya büyük çapta zarar veren ya da böyle bir zarar tehlikesini doğuran eylemler de kamu esenliği kavramına girer. (Erman-Özek, Kamunun Selametine Karşı İşlenen Suçlar, İst. 1995, s. 1 v.d.) Görüleceği üzere, Yasamızın kabul ettiği sistemin ana unsuru, kamunun esenliğine karşı işlendiği kabul edilen eylemlerin belirgin olmayan kişi veya mallara yönelik olmasıdır.

Suçun maddi unsuru ise, taksirli bir davranış sonucu; “yangına”, “patlamaya”, batmaya”, “deniz kazasına” veya “genel tehlike yaratan yıkıma ve musibete” yol açmaktır. Maddede gösterilen sonuçlardan birine taksirle neden olmakla suçun maddi unsuru gerçekleşmiş olur.

TCY’nın 383. maddesinde yazılı suçta, “genel tehlikenin” meydana gelmiş olması, bu suç için zorunlu ön koşuldur. (Prof. Dr. Faruk Erem, Türk Ceza Kanunu Şerhi Özel Hükümler, Ankara 1993, Cilt 2, s.1764) Bu nedenle, suçun oluşması için yalnız tehlikenin varlığı yeterli olmayıp zararlı sonucun da gerçekleşmiş olması gerekir. (Erman-Özek, age, s.102.)

Ceza Yasamızın 383. maddesine karşılık gelen kaynak İtalyan Ceza Yasasının 311. maddesinde bulunan, binaların yıkılması, çökmesini ifade eden (Rovina) kavramı 383. maddeye alınmamıştır. Ancak öğreti ve uygulamada, TCY’nın cürme ilişkin 383. maddesindeki “umumî tehlikeyi mutazammın tahribat ve musibet” kavramının, bina yıkılmasını (çökmesini) kapsamına aldığı kabul edilmektedir. (Prof. Dr. Faruk Erem, age, s.1766, Doç. Dr. Ali Rıza Çınar, Türk Ceza Yasasının 383. Maddesinin, Depremin Etkisiyle Yapıların Çökmesi ve Yıkılmasıyla İlgili Olarak İncelenmesi, İzmir Barosu Dergisi, 2001 Nisan, s. 88, 2. C.D.nin 21.3.2001, 7015/4778, 1.3.2001, 3606/4777 ve 9. C.D.nin 20.11.2001, 2501/2957 sayılı kararları) Öte yandan, Ceza Yasamızın kabahatlerle ilgili Üçüncü Kitabında yer alan 552. maddede, yapı yıkılmalarına ilişkin bir başka hüküm bulunmaktadır.

Bina yıkılmasının, TCY’nın 383. maddesinde yazılı suçu oluşturabilmesi için, bir musibet, bir felaket sayılabilecek nitelikte olması gerekmektedir. Bu da, binanın yıkılması sonucu, mal ya da kişilere yönelik tehlikeden dolayı kamu esenliğinin derin ve yaygın şekilde sarsılmış olması ile mümkündür. Kaynak yasayı yorumlayanlar da, taksirin cezalandırılabilmesi için yapının yıkılmasının bir musibet, bir felaket niteliğinde olması gerektiğini açıkça vurgulamışlardır. (Doç.Dr. Ali Rıza Çınar, agm, s.89) Yine 383. maddedeki suçun oluşması bakımından, tahribat ve musibetle oluşan genel tehlikenin fiilen gerçekleşmesi yeterlidir. Yıkılma (çökme) halinin derecesi, yapının bütünüyle yıkılmaması, tehlikenin boyutu gibi hususlar suçun oluşumuna etki etmeyip, TCY’nın 413. maddesinin uygulanmasıyla ilgilidir. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Ceza Yasamızın 383. ve 552. maddelerindeki iki farklı suçun temel ayırıcı ölçütü şudur. Yapının yıkılması (çökmesi) sonucu tehlike fiilen gerçekleşmişse eylem cürüm, bina başkasına tehlike vermeksizin yıkılmışsa kabahati oluşturacaktır.

Genel tehlike halinin varlığının belirlenmesi yönünden ise hakim, objektif kriterleri ve toplumun yaşam biçim ve kuralları ile oluşan yapısını dikkate almalıdır. Sayısı tahmin edilemeyen, bir yer veya bölgede bulunması muhtemel belirsiz bir insan topluluğunu veya kişileri hedef alan tehlike, genel bir tehlikedir. Burada zarar görenlerin belirli olup olmamaları önemli olmayıp, tehlikenin kapsamında bulunan kişilerin belirli olmamaları gerekir. Yine bu kişilerin yapının içinde veya dışında olmaları da sonuca etkili değildir. Zira yapının yıkılma anının bilinemez oluşu, tehlike kapsamında bulunanların da belirsizliğine neden olmaktadır. Bu nedenle, bir yapının yıkılması olayında, kentleşme koşulları da göz önünde tutulmalı, yapının başka yapıları etki alanına alması, insanların ortak kullanımına ait cadde, sokak, kaldırım gibi ortak sahaları etkilemesi, fazla sayıda bağımsız bölümden meydana gelen yapılarda ise yararlananların çokluğu, bu tür yapılarda gerek mülkiyet gerekse diğer nedenlerle kişilerin ve yapının kullanım şeklinin zaman içinde sürekli olarak değişkenlik göstermesi gibi olgular ile yapının kullanım şekli, niteliği, konumu, tahsis edildiği amaç gibi unsurların her somut olayda irdelenmesi gereklidir.

383. maddedeki suçun manevi öğesi taksir olup, bütün koşulları ile mevcut bulunmalıdır. Ceza Yasamızın taksirli suçlarda benimsediği taksir şekilleri bu suçta da yer almıştır. Eylemde dört taksir şekli öngörülmektedir. Bunlar; tedbirsizlik, dikkatsizlik, sanatta ve meslekte tecrübesizlik, nizamlara, emirlere ve kaidelere uymama halleridir. Bu dört taksir biçiminden herhangi birinin eylemde bulunması, suçun taksirle işlenmiş sayılması için yeterlidir.

Her taksirli cürümde olduğu gibi, taksirle tehlikeye neden olma suçunda da taksirin bulunduğunun kabulü için dört koşul aranmalıdır. Birinci koşul, failin, büyük bir tehlikeyi meydana getiren bir hareketi bilerek ve isteyerek yapmış olması, başka deyişle eylemin iradi olmasıdır.İkinci koşul, sonucun öngörülebilir olması, üçüncü koşul, failin sonucu istememiş bulunması, nihayet dördüncü koşul ise, failin hareketi ile gerçekleşen tehlike arasında nedensellik bağının bulunmasıdır. Örneğin; depremin inzimam eden etkisiyle yapının yıkılması ya da çökmesi, failin yapıyı yaparken deprem yönetmeliğinde öngörülen kurallara uymamasından, eksik veya uygun olmayan malzeme kullanmasından kaynaklanmalıdır. Görüleceği üzere bu durumda deprem, TCY’nın 383/1. maddesinde yazılı genel bir tehlikeyi doğuran tahribata tek başına neden olmayıp, bu sonucu doğuran nedenlerin tetikleyicisi, harekete geçiricisidir. Tahribatın ve özellikle de bu yıkımın genel tehlikeyi doğuracak hale dönüşmesinin asıl nedeni, bina yapımında emir ve kaidelere uymamaktır. Ancak sonuç, depremin inzimam eden etkisi ve bununla yarışan sanık kusuru ile meydana gelmektedir. Harici bir etken olan depremin illiyet bağını kesecek derecede kaçınılmaz sayılıp ceza sorumluluğunu bertaraf edebilmesi için, insan faktörünün oluşan zararlı sonucu etkilememesi, başka bir deyişle yapının hukuki ve teknik kurallara uygun olarak yapılması, şayet yapıda sonradan değişiklik gerçekleştirilmişse, bunların statik değerlere aykırı ve esaslı müdahale niteliğinde bulunmaması gereklidir.

Öte yandan, TCY’nın 383. maddesinin ikinci fıkrasında, sonucun ağırlığına bağlı olarak iki ağırlatıcı neden öngörülmektedir. Buna göre; “Eğer bu fiilden bir şahsın hayatınca tehlike hasıl olursa…….” ceza arttırılacaktır. Diğer ağırlatıcı neden ise, bu fıkranın ikinci cümlesinde yer alan “bundan ölüm vukua” gelmesi halidir. Şayet ölüm meydana gelmişse, ceza daha da arttırılacaktır. Bu fıkrada öngörülen ağırlatıcı nedenin uygulanabilmesi için, maddenin birinci fıkrasındaki suç, kamu esenliğini ihlal ettiğinden, bu bizatihi suç oluşturan, “genel tehlike yaratan yıkım ve musibetin” sonucu, yaşam hakkı ihlal edilmiş olmalıdır. Başka bir deyişle, kamu esenliğini ihlal eden olay sonucu, hayati tehlike ya da ölüm halinde bu fıkra uygulanacak, eğer kamu esenliği ihlal edilmeden ölüm veya hayati tehlike meydana gelmişse, o takdirde TCY’nın 455 ya da 459. maddelerinden biri uygulanacaktır. Görülüyor ki, TCY’nın 383. maddesinin ikinci fıkrasındaki suç tipinde, kamu esenliğini ihlal eden bir tehlike ve bir kimsenin ölümü yahut hayati tehlike geçirmesi olmak üzere iki sonuç öngörülmektedir. Öncelikle, kamu esenliğini ihlal eden bir tehlike fiilen gerçekleşmelidir. İkincisi ise, kamu esenliğini ihlal eden tehlike sonucu ölümün ya da hayati tehlikenin doğmuş olması gerekir. Örneğin, genel tehlike yaratacak biçimde binanın yıkılması veya çökmesi, hayati tehlike ya da ölüme yol açmalıdır. Ancak, bir kişinin hayati tehlike geçirmesi ya da ölmesi, TCY’nın 383. maddenin birinci fıkrasında yazılı suçun nitelikli biçimi olduğundan, TCY’nın 78. maddesi uyarınca, failin, ayrıca taksirle ölüme ya da hayati tehlike geçirecek biçimde yaralanmaya neden olma suçundan TCY’nın 455 veya 459. maddeleri ile cezalandırılması söz konusu değildir.

TCY’nın 455 ve 459. maddelerinde korunan hukuki değer ise, kişilerin yaşamları ve vücut bütünlükleridir. 383. maddeden farklı olarak bu maddelerdeki suçların oluşabilmesi için kişilerin vücut bütünlüklerinin ihlal edilmiş olması zorunlu ve yeterli öğe olup, burada umuma yönelik tehlike hali aranmaz ve belirli kişi veya kişilerin, ölüm veya cismani zarara uğramaları hali cezalandırılır.

Yine, TCY’nın 455 ve 459. maddelerinde yazılı suçların failleri, ölüm ve yaralanmalarda kusurlu davranışları bulunanlar olup, kusurları oranında sorumlu kılınıp cezalandırıldıkları halde, 383. maddesindeki suçun faili, genel tehlikeyi içeren yıkım ve musibete veya maddede belirtilen diğer hallere taksirle neden olan kimse ya da kimseler olup, kusur derecesinin az veya çok olması suçun oluşumu ve cezalandırma yönünden etkili değildir.

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı ve Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 9.4.1947 gün ve 4-11 sayılı kararında da vurgulandığı üzere, TCY’nın 383 ve 389. maddeleri, aynı Yasanın 455 ve 459. maddelerine göre özel halleri düzenlemektedir. Bu nedenle, taksirle oluşan ve genel tehlike yaratarak kamunun esenliğini ihlal eden yapı yıkılması sonucu ölüm veya yaralanma meydana gelmesi halinde, eylemin somut olayda olduğu üzere TCY’nın 383. maddesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir.

Öte yandan, TCY’nın 103. maddesine göre, tamamlanmış suçlarda dava zamanaşımı süresi eylemin vuku gününden itibaren başlar. Suç her zaman bir anda meydana gelmez. Maddi unsurun parçalarını meydana getiren hareket ile sonuç arasında az veya çok uzun bir zaman geçmiş olabilir. Hatta hareket ve sonuç ayrı ayrı yerlerde gerçekleşmiş de olabilir. (Dönmezer-Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, 14. Bası, Cilt 1, s. 223) Neticesi harekete bitişik suçlarda, ihlali belirten hareket yapılır yapılmaz suç da tamam olmuştur; bu itibarla suç hareketin yapıldığı yer ve zamanda işlenmiştir, zamanaşımı o andan itibaren işlemeye başlamıştır. Neticesi hareketten ayrı olan suçlarda ise, suçun tamam olması için ihlali belirten hareketten başka kanuni tarifte yer alan neticenin de gerçekleşmesi lazımdır; böylece suç, bu neticenin gerçekleştiği yer ve zamanda işlenmiştir, zamanaşımı da o andan itibaren işlemeye başlamıştır. (Dönmezer-Erman, age, s. 384)

TCY’nın 383. maddesinin birinci fıkrasında yazılı, neticesi hareketten ayrı ve seçimlik suçlardan olan genel bir tehlikeyi içerecek biçimde tahribat ve musibete neden olma suçunun gerçekleşme anı, sonucun yani tahribat ve musibetin gerçekleştiği andır, başka bir deyişle, yapının genel bir tehlikeyi içerecek biçimde yıkılması halinde, yapının yıkıldığı andır. Bu nedenle suç tarihi de yıkılma (göçme – çökme) anıdır. İkinci fıkrada yazılı suç ise, genel bir tehlikeyi içerecek biçimde yıkılan binanın, yasada öngörülen yaralanma ya da ölüm sonucuna yol açtığı anda işlenmiş sayılır. Dolayısıyla, suçun nitelikli biçiminin oluşumu için zorunlu öğe olan, yaralanma ya da ölüm anı, ikinci fıkradaki suçun işlenme tarihi olduğundan, bu suç yönünden TCY’nın 102. maddesinde öngörülen dava zamanaşımının da bu tarihten itibaren hesaplanması gerekir.

İnceleme konusu olayda;

Yapım aşamasındaki kusurlu hareketleri ile, genel tehlike yaratacak biçimde binanın çökmesine ve ölüme neden olan sanıkların eylemlerinin TCY’nın 383/2. maddesindeki suçu oluşturduğu, bina içinde bulunan sekiz kişinin öldüğü 17 Ağustos 1999 gününün suç tarihi olduğu, kamu davasının ise Yasanın 102. maddesinde öngörülen beş yıllık dava zamanaşımı dolmadan 1.2.2000 tarihli iddianameyle açıldığı anlaşılmaktadır.

Bu itibarla, TCY’nın 383. maddesinin birinci fıkrasındaki suçun oluşumu için tehlikenin fiilen meydana gelmesi, başka bir deyişle tahribat ve musibetin gerçekleşmesi, ikinci fıkrasındaki suçun oluşumu için de ölümün meydana gelmesi gerektiğini göz ardı eden Yerel Mahkemenin, kusurlu inşa edilen yapı için kullanma izin belgesinin alındığı tarihi suçun işlendiği tarih, dolayısıyla dava zamanaşımının başlangıç tarihi olarak kabul edip, kamu davasının zamanaşımı süresinin dolmasından sonra açıldığı gerekçesiyle ortadan kaldırılmasına karar vermesi isabetsizdir” gerekçesiyle Yerel Mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.

b) Ayrıca, Ceza Genel Kurulunun, 18.11.2003 gün ve 2003/9-261 Esas. ve 2003/274 sayılı kararı da aynı niteliktedir.

16- M a d d e 4 1 8

a) Türk Ceza Yasasının 418. maddesinin 2. fıkrasının, sanık hakkında uygulanması ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 18.11.2003 gün ve 2003/5-267 E. ve 2003/278 K. sayılı kararda;

“4.9.2000 tarihinde sanık tarafından rızasıyla alıkonulan mağdurenin aynı gece bulunup 5.9.2000 günü babasına teslim edildiği, aynı tarihte alınan raporda bakire olduğunun belirtildiği, beyanlara göre de bu tarihte cinsel ilişki kurulmadığı, ancak daha sonraki bir tarihte sanık ile mağdurenin gayriresmi evlendirildikleri ve sanığın mağdurenin rızasıyla birden çok ilişkiye girdiği, yine sanık ve mağdurenin beyanlarına göre bu ilişki sırasında mağdurenin kızlığının bozulduğu, ancak ırza geçme suçuna ilişkin hazırlık soruşturması ve son soruşturma aşamasında mağdurenin kızlığının bozulup bozulmadığı hususunda rapor aldırılmadan, ırza geçme suçunun işlendiği tarihten önceki 5.9.2000 günlü raporda “kızlık zarının halkavi yapıda olduğunun” belirtilmesi sebebiyle, cinsel ilişki sırasında bozulamayacağı varsayımından hareketle TCY’nın 418/2. maddesinin uygulanmasına yer olmadığına karar verilmiştir.

Oysa, sanığa yüklenen suçun ağırlatıcı nedeni olarak TCY’nın 418. maddesinin 2.fıkrasında öngörülen mayubiyet halinin gerçekleşip gerçekleşmediğinin belirlenebilmesi bakımından, mağdurenin kızlık zarının bu eylem nedeniyle mayubiyet oluşturacak biçimde tamamen veya kısmen yırtılıp yırtılmadığının tıbben saptanması gereklidir.

Bu itibarla, mağdurenin raporu aldırılmadan eksik soruşturma ile TCY’nın 418/2. madde ve fıkrasının uygulanmasına yer olmadığına karar verilmesinin yerinde görülmediği” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.

b) Türk Ceza Yasasının 418. maddesinin 2. fıkrasının uygulanması ile ilgili olarak şüphenin sanık yararına yorumlanması konusunda, Ceza Genel Kurulunca verilen, 30.12.2003 gün ve 2003/1-266 esas, 2003/309 sayılı kararda;

“ … Somut olayda, Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, sanık hakkında TCY.nın 418/2. maddesinin uygulanma alanının bulunup bulunmadığının belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

TCY.nın 418. maddesinin 2. fıkrası, ırza geçme suçunda ağırlatıcı neden olan halleri saymış olup bunlar, ırza geçmek eyleminin bir hastalığın geçmesine veya mağdurun sağlığında sair büyük bir eksiklik doğmasına veya malullük veya mayubiyetine neden olması halleridir.

Bu ağırlatıcı nedenlerden uyuşmazlık konumuz ile ilgili olanı mayubiyet halidir. Yasada ne gibi hallerin mayubiyet sayılacağı açıklanmamıştır. Mayubiyet sözcüğü, bir şeyin ayıplı, kusurlu, özürlü hale gelmesi anlamına gelmektedir. Yargısal kararlarda mayubiyet, manen özürlü olmak değil, vücut üzerinde meydana gelen maddi kusur ve özürler olarak kabul edilmekte, ancak bu durumun maluliyet haliyle de karıştırılmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu durumda bir uzvun fizyolojik fonksiyonun yitirmeden, görünüm bakımından kusurlu hale gelmesi mayubiyet hali olarak kabul edilmektedir. Bu tanımlara uygun olarak da kızlığın bozulması en önemli mayubiyet hali olarak sayılmıştır. Mayubiyet halinin gerçekleşip gerçekleşmediğinin belirlenebilmesi bakımından da, mağdurenin kızlık zarının bu eylem nedeniyle mayubiyet oluşturacak biçimde tamamen veya kısmen yırtılıp yırtılmadığının tıbben saptanması gereklidir. Öğretide de aynı görüşlere yer verilmiştir. (Prof.Dr. Sulhi Dönmezer, Ceza Hukuku Özel Kısım, sh.135 vd.; Prof.Dr. Faruk Erem, Türk Ceza Hukuku IV. Cilt, sh.212)

Ceza yargılaması hukukunda vicdani kanıt sistemi benimsenmiştir. Bu sistemle ifade edilmek istenen hem kanıt serbestliği hem de kanıtların değerlendirilmesi serbestliğidir. Ceza yargılamasında somut gerçek arandığından, yargıcı bu gerçeğe götürebilecek her şey kanıt olabilir. Ancak, hükme dayanak alınan kanıtların gerçekçi, akılcı, olayı temsil edici, kanıtlayıcı ve hukuka uygun bulunmaları gerekir. Bu belirlemeler ceza yargılamasında şekli duruma değil, somut gerçeğe itibar edileceğini ortaya koymaktadır. Aksinin kabulü hak ve adalet duygularını yaralayacaktır.

Öte yandan, CYUY.nın 66. maddesinde, “Çözümü özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin rey ve mütalaasının alınmasına karar verilir.” hükmü yer almaktadır. Bu hüküm uyarınca, kızlık zarının mayubiyet oluşturacak şekilde yırtılıp yırtılmadığının belirlenmesi tamamen özel ve tıbbi, teknik bir bilgiyi gerektirmekte olup, bu hususun sanığın ikrarı, mağdur ya da tanık beyanı kanıt olarak kabul edilmek suretiyle değerlendirilmesi olanaksızdır. Çünkü, uygulamada sık sık karşılaşıla geldiği üzere, bazı tür kızlık zarlarının yapısı itibariyle bozulmadığı, cinsel birleşmeye rağmen kızlık zarının duhule elverişli ve mağdurenin anatomikman bakire olduğu, uzman olmayan bir kişinin bu konuda yanılabileceği nazara alındığında, maddi gerçeğe ulaşılabilmesi için kızlığın bozulduğunun doktor raporuyla saptanması zorunlu hale gelmektedir.

Bu itibarla, somut olayda mağdurenin ölmüş olması ve artık kızlığın bozulduğunun tıbben saptanması olanağının ortadan kalkması karşısında, Yerel Mahkemece şüphenin sanık lehine yorumlanması suretiyle sanık hakkında TCY.nın 418/2. maddesinin uygulanmaması ve direnme kararı verilmesi …”nin yerinde olduğuna oyçokluğuyla karar verilmiştir.

17- M a d d e 4 5 5

Ceza Yasamızın 455. maddesinde düzenlenen suçta, sanığın kusur durumu ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 18.11.2003 gün ve 2003/2-262 E. ve 2003/277 K. sayılı kararda;

“Sanığın olay günü saat 15.45 sıralarında yönetimindeki otomobille Erzurum şehir merkezinde bulunan bölünmüş karayolu niteliğindeki Cemal Gürsel caddesinde gidişe ayrılan çift şeritli yolda seyir halindeyken sağdaki otobüs durağından yolcu alan araçların önünden aniden yola çıkıp karşıya geçmek isteyen 68 yaşındaki müteveffaya yol üzerinde çarparak ölümüne neden olduğu anlaşılmaktadır.

22.6.2000 günlü Trafik kazası Tespit Tutanağında da kazanın oluşumu yukarıdaki biçimde açıklanıp olay yerinin krokisi çizilerek ölçümler gösterilmiş, ayrıca fren izi görülmediği belirtilmiş, ancak krokide yaya geçidi gösterilmediği gibi Tutanağın “Yol ve Çevre Özellikleri”nin yazıldığı bölümünde de yaya geçidinden söz edilmemiştir.

Sanık aşamalardaki savunmalarında; duraktaki araçları geçtiği sırada en baştaki minibüsün önünden yaşlı bir adamın koşarak önüne fırladığını, onu gördüğü anda direksiyonu sola kırıp kurtarmaya çalıştığını, ancak bu kişinin aracın sağ çamurluğuna çarparak yere düştüğünü, kendisinin de soldaki refüje çarptığını belirtmiştir.

Mahkemenin olay yerinde yaptığı keşifte hazır bulunan teknik bilirkişi Ahmet Karagöl tarafından çizilen krokiye göre, çarpma yaya geçidinin az ilerisinde gerçekleşmiştir.

Yargılama sırasında Yerel Mahkemece dört ayrı bilirkişi raporu aldırılmış, bunlardan olay yerindeki keşifte hazır bulunan trafik polis memuru Ahmet Karagöl tarafından düzenlenen 20.11.2000 günlü rapor ile İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyelerinden seçilerek oluşturulmuş üç kişilik bilirkişi kurulunun düzenlediği 21.5.2001 günlü raporlarda; olayın müteveffanın duran taşıtların önünden ve kontrolsüz yaya geçidinin az ilerisiden yolu kontrol etmeden aniden koşarak karşıya geçmek istediği sırada meydana geldiği kabul edilerek, sanık sürücü ile ölen yayanın hareketlerinin trafik kurallarına aykırılık oluşturan yönleri irdelenip, kazanın oluşumundaki etki düzeyleri ayrı ayrı değerlendirildikten sonra sanık sürücünün 3/8 oranındaki kusurlu davranışı, ölen yayanın ise 5/8 oranındaki kusurlu davranışı ile olayın oluşumuna etkili bulundukları belirtilmiştir.

Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesinden verilen 2.3.2001 gün ve 2141 sayılı rapor ile Karayolları Trafik Fen Heyeti mensup ve emekli görevlilerinden oluşturulan üç kişilik bilirkişi kurulu tarafından düzenlenen 13.7.2001 günlü raporda ise; kazanın, ölenin yaya geçidinden geçtiği sırada meydana geldiğinden hareketle, bu kabul doğrultusunda yapılan değerlendirme sonucu sanık sürücünün olayda 6/8 oranında, ölen yayanın ise 2/8 oranında kusurlu olduğu ifade edilmiş, Yerel Mahkeme de bu oluş biçimini esas alarak sanığın olayda 6/8 oranında kusurlu bulunduğunu kabul etmiştir.

Görüldüğü üzere, bilirkişi raporlarında kusur dağılımı yönünden ortaya çıkan ve sanığın sorumluluk düzeyini etkileyen bu farklılık, oluşun kabul ediliş biçiminden kaynaklanmaktadır.

Amacı maddi gerçeğin ortaya çıkarılması olan ceza yargılamasının en önemli ilkelerinin birisi de “kuşkudan sanık yararlanır” (in dubio pro reo) ilkesidir. Bu ilkenin özü, ceza davasında sanığın cezalandırılması bakımından taşıdığı önemden dolayı gözönünde tutulması gereken herhangi bir meselede başgösteren kuşkunun, sanığın yararına değerlendirilmesidir. Oldukça geniş bir uygulama alanı bulunan bu kural, bir suçun gerçekten işlenip işlenmediği veya işlenmiş ise gerçekleştirilme biçimi konusunda kuşku belirmesi halinde uygulanacağı gibi, dava koşulları bakımından da geçerlidir. Bunun gibi, sanık hakkında cezayı kaldıran veya hafifleten nedenlerin bulunup bulunmadığı hususlarındaki kuşku da sanık lehine hüküm vermeyi gerektirir.

İnceleme konusu olayda, görgü tanığı bulunmamaktadır. Trafik Kazası Tespit Tutanağında, kazanın, ölenin yaya geçidinden geçtiği sırada vukubulduğuna ilişkin bir bilgiye yer verilmediği gibi, krokide yaya geçidi gösterilmemiş, olay yerinin özelliklerinin tanımlanmasına özgü bölümde yaya geçidi seçeneği de işaretlenmemiştir. Yerel Mahkemenin gerçekleştirdiği, sanığın da hazır bulunup kaza yerini gösterdiği keşif sonrasında teknik bilirkişi tarafından düzenlenen kroki ve raporda çarpmanın yaya geçidinin ilerisinde meydana geldiği belirtilmektedir. Buna göre, sanık sürücünün müteveffaya, kontrolsüz yaya geçidinden karşıya geçtiği sırada çarptığı hususu kanıtlanamamış ve kuşkulu kalmıştır.

O halde, eylemin oluş biçimine ilişkin ve sanığın sorumluluk düzeyinde etkili olan bu husustaki kuşku sanık lehine değerlendirilmeli, müteveffanın kontrolsüz yaya geçidinin ilerisinden karşıya geçmek istediği sırada kazanın meydana geldiği kabul edilerek, sanık sürücü ile ölen yayanın kusur dağılımlarını bu oluş çerçevesinde değerlendirip, benzer olaylardaki kusur dağılımı ve yerleşik uygulamalarla uyumlu bulunan 20.11.2000 ve 21.5.2001 günlü bilirkişi raporlarına itibar edilerek, olayda sanığın 3/8, ölenin ise 5/8 oranında kusurlu bulunduklarının kabulüyle, sanığın cezasından TCY’nın 455/son fıkrası ile yapılan indirimde bu oranların dikkate alınması gerektiği” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.

18- M a d d e 4 5 9

Türk Ceza Yasasının 459. maddesinde düzenlenen suçta, kusurun belirlenmesi konusunda, Ceza Genel Kurulunca verilen 4.3.2003 gün ve 2003/2-17 E. ve 2003/13 K. sayılı kararda;

“Özel Daire İle Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, somut olayda;

1-Sanık hakkında sorgusu yapılmadan derhal beraat kararı verilmesi koşullarının bulunup bulunmadığı,

2- Sanığın kusurlu olup olmadığı noktalarında toplanmaktadır.

İncelenen dosya içeriğine göre;

Bozmadan sonra yapılan yargılamada, iddianame de okunmak suretiyle sanığın sorgusunun yapılarak bozma kararı gereğinin yerine getirildiği, bu suretle birinci bozma nedenine uyulduğu anlaşılmaktadır.

…….

Trafik kazası tespit tutanağında, araçların çarpışma noktasının iki yönlü olan yolun orta şerit çizgisi üzerinde gösterildiği, bu çarpışma noktasına göre sanığın yönetimindeki aracın 40 metre mesafede, mağdurun yönetimindeki aracın ise 50 metre mesafede kendi şeritlerinde ve gidiş yönlerine göre yolun sağ tarafında durdukları anlaşılmaktadır. Her ne kadar sanık savunmasında olay yerinde banket bulunmadığını ileri sürmüşse de gerek trafik kazası tespit tutanağında gerekse, keşifte dinlenen bilirkişinin raporunda, olay yerinde yolun her iki yanında da ikişer metre banket bulunduğu belirtilmiş olup, artık bu savunmaya itibar etmek olanağı yoktur.

2918 sayılı Karayolları Trafik Yasasının “Karayollarında Trafiğin Akışı” başlıklı 46. maddesinde, “Karayollarında trafik sağdan akar.

Aksine bir işaret bulunmadıkça sürücüler:

a) Araçlarını, gidiş yönüne göre yolun sağından, çok şeritli yollarda ise yol ve trafik durumuna göre hızının gerektirdiği şeritten sürmek,… zorundadırlar” hükmü ile;

56. maddesinin (b) bendinde, “Gelen trafikle karşılaşma:

Sürücüler; iki yönlü trafiğin kullanıldığı taşıt yollarında karşı yönden gelen araçların geçişini zorlaştıran bir durum varsa geçişi kolaylaştırmak için aracını sağ kenara yanaştırmaya gerektiğinde sağa yanaşıp durmaya,… zorunludurlar.” hükmü yer almaktadır.

Sanık, diğer aracın kendi şeridine geçtiğini gördüğünde yukarıda açıklanan bu kurallar doğrultusunda hareket etmemiş, 7 metre yol genişliği ve her iki yanında ikişer metre banket bulunması nedeniyle tedbir almaya elverişli bulunan kaza yerinde, herhangi bir tedbire başvurmamış ve yolun sağından gitmeyip orta şerit çizgisine yakın seyretmiştir. Trafik kazası tespit tutanağında belirtilen maddi bulgulara ve açıklanan bu oluşa göre, sanığın olayda tedbirsiz ve dikkatsiz davrandığı ve müterafık kusurunun bulunduğu açıktır. Yerel Mahkemece, keşifte dinlenen trafik polisi bilirkişinin, 2918 sayılı Yasanın 84 ve Karayolları Trafik Yönetmeliğinin 157. maddelerinde yer alan, trafik kazalarında kusurun tayinine ilişkin esaslara ve olayın oluşuna uygun olan kusur raporuna itibar edilmesi gerekirken, dosya kapsamına ve kanıtlara uymayan, hatalı değerlendirme ile sanığın kusursuz olduğunun kabul edilmesi usul ve yasaya aykırıdır.” gerekçesiyle Yerel Mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.

19- Madde 473

Ceza Yasamızın 473. maddesinde düzenlenen suçun, hangi durumlarda oluşacağına ilişkin, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.11.2003 gün ve 2003/8-211 E. ve 2003/258 K. sayılı kararda;

“Küçük çocuğunu terketmek suçundan sanık R.K.’un TCY’nın 473/1, 474/2 ve 81/1-3. maddeleri uyarınca 46 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin Zonguldak 2. Ağır Ceza Mahkemesinden verilen 5.6.2001 gün ve 33-76 sayılı hüküm sanık tarafından temyiz edilmekle dosyayı inceleyen Yargıtay 8. Ceza Dairesince 6.3.2002 gün ve 652-2338 sayı ile;

“Hayat kadını olarak yaşamını sürdüren sanık kadının bilinçliği ve içinde bulunduğu toplumsal koşullar nedeniyle önleyemediği hamilelik sonucu doğurmak zorunda kaldığı 4 aylık çocuğunu öteden beri tanıdığı bir ailenin çocuğuna bırakıp gitmesinden ibaret eyleminde TCK.nun 473/1. madde ve fıkrasında, suç tanımında esas alınan “çocuğu kendi başına terk etme” eyleminin gerçekleşmediği gözetilmeden maddeye yanlış anlam verilerek yazılı biçimde mahkûmiyet hükmü kurulması” isabetsizliğinden oyçokluğuyla bozulmuş, Yargıtay C.Başsavcılığının bu karara yönelik itirazı da Ceza Genel Kurulunun 7.5.2002 gün ve 117-243 sayılı kararı ile itirazın süresinden sonra yapıldığı gerekçesiyle reddedilmiştir.

Yerel Mahkeme ise 17.9.2002 gün ve 113-123 sayı ile;

“Sanık, 4 aylık bebeğini herhangi bir şekilde çocuğu bakıp gözetme yükümlülüğü bulunmayan K. ailesinin 12 yaşındaki oğlu Y.K.’ya hileli şekilde bırakıp gitmekle, çocuğu temel besin kaynağından yoksun bırakarak hayatını tehlikeye düşürmüştür. Bu da sanığın, anneliğin kendisine verdiği zorunlu yükümlülüğü yerine getirmediğini göstermektedir. Çocuğu, insani duygularla evine kabul etmek zorunda kalan ve bakmaya çalışan ailenin çocuğu bakıp gözetme konusunda ne akrabalık ilişkisinden ne de yasadan kaynaklanan bir yükümlülüğü bulunmamaktadır. Çocuğa bakıp gözetme yükümlülüğü bulunmayan ve yaşı itibariyle kendisine herhangi bir sorumluluk yüklenemeyecek durumda olan Y.K.’nın bebeği evine değil de, sokağa bırakması da mümkündür. Bu davranış yerine insani duygularla evine götürüp, ailesinin çocuğun bakımını üstlenmiş olması, aileye, çocuğu bakıp gözetme yükümlülüğü vermez. Bu itibarla, sanık açısından çocuğu terk fiili gerçekleşmiştir. Sanığın, hayat kadını tarzındaki yaşam biçimini seçmiş olması da anneliğin, kendisine verdiği yükümlülükleri yerine getirmesine engel teşkil etmediği gibi, kendisini, kanuni sorumluluktan kurtaramaz.” gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir.

Bu hükmün de C.Savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya Yargıtay C.Başsavcılığının 9.7.2003 günlü “bozma” isteyen tebliğnamesi ile Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca incelenmiştir.

Ceza Genel Kurul Kararı

Sanığın, çocuğunu terketmek suçundan TCY.nın 473/1, 474/2 ve 81/1-3. maddeleri uyarınca cezalandırılmasına karar verilen somut olayda; Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, atılı suçun yasal öğeleri itibariyle oluşup oluşmadığı noktasında toplanmaktadır.

Türk Ceza Yasasının 473 üncü maddesinin 1 inci fıkrasında; “Her kim muhafazası kendisine ait olan on iki yaşından aşağı bir sabiyi veya müptela olduğu akıl veya beden hastalığından dolayı kendisini idare edemeyen bir kimseyi kasten kendi başına terk eder ise üç aydan otuz aya kadar hapse mahkûm olur” hükmü ile 12 yaşından aşağı bir küçüğün veya akıl veya beden hastalığı nedeniyle kendilerini idare edemeyen kimselerin, bakmakla yükümlü olan kişiler tarafından kendi haline bırakılma fiilleri yaptırım altına alınmış, bu suç ile gerek yaşları gerekse hastalıkları nedeniyle kendilerini yönetmekten aciz olan kişilerin, yardımsız ve bakımsız bırakılmaları sonucunda, ruh veya beden sağlıkları ile, vücut tamlıkları ve hayatları bakımından bir tehlikeye maruz kalmalarının önlenmesi amaçlanmıştır. (Erman-Özek, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, Sh.218)

Suçun faili, terk edileni muhafaza ile yükümlü olan herhangi bir kimsedir, bu yükümlülük yasadan kaynaklanabileceği gibi sözleşmeden de doğabilir.

Suçun maddi öğesinin hareket kısmı, “kendi başına terk”dir. Bir çocuk veya acizi başkaları tarafından alınacağı hususunda emin olmadan bir yere bırakmak şeklinde tanımlanan terkin, gerçekleşip gerçekleşmediğinin, her somut olayda, işlenen fiilin özelliği ve terk mahalli dikkate alınarak hakim tarafından saptanması gerektiği öğreti ve yargısal kararlarda belirtilmiş, bir kadının çocuğunu bir başkasına teslim ettikten sonra gelip almaması, doğurduğu çocuğu babası saydığı erkeğin çadırına bırakması, bir kimsenin çocuğunu park sırası üzerine bıraktıktan sonra, uzağa çekilerek, bir başkası çocuğu alıncaya kadar orada beklemesi hallerinde, kendi başına terketme hali gerçekleşmediğinden suçun maddi öğeleri itibariyle oluşmayacağı kabul edilmiştir. (Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Kişilere ve Mala Karşı Cürümler 16. bası Sh, 241 vd., Prof. Dr. Faruk Erem, Türk Ceza Hukuku Cilt 3, Sh.516 vd.)

Bu suç bir tehlike suçu olup, terk dolayısıyla bir zararın meydana gelmiş olması şart değildir.

Terk nedeniyle terkedilenin vücuduna veya sıhhatine büyük bir zarar gelmesi veya akli teşevvüşe uğraması veya terkolunan yerin insandan hali olması veya fiilin TCY.nın 474 üncü maddesinin 2 inci fıkrasında yazılı kimseler tarafında işlenmesi, suçun ağırlaştırıcı nedenlerini oluşturmaktadır.

İnceleme konusu somut olayda, hayat kadını olan ve deprem nedeniyle Bolu İlinde oluşturulan prefabrik konutlarda geçici olarak kalıp civar illere giderek çalışan, geçmişte yaptığı altı doğum sonrasında evlatlık olarak verdiği biri dışındaki beş çocuğu ölen sanığın son olarak doğurduğu ve dört aylık olana kadar büyüttüğü gayrımeşru çocuğuna, mesleği, kültür düzeyi, yaşadığı ortam ve çalışma koşullarına göre daha fazla bakamayacağını düşünerek, çocuğunu F. isimli bir arkadaşı ile ötedenberi tanıdığı olup Zonguldak’da oturan eski eşinin teyzesinin kızı Z.K.’nın evine gönderdiği, onun da daha sonra gelip alacağını söyleyerek bebeği tanık Z.’nin 12 yaşındaki oğlu Y.’a teslim ettiği, bir süre sonra rahatsızlanan çocuğun birkaç kez hastahaneye yatırılıp tedavi gördüğü, cep telefonundan ulaşılıp çocuğunun rahatsızlandığı söylenerek gelip alması istenen sanığın buna karşın çocuğunu almadığı, bu aşamada Çocuk Esirgeme Kurumuna ait bir kuruluşa yerleştirilmeye çalışılan ancak tedaviye rağmen iyileşemeyen bebeğin bağırsak enfeksiyonundan öldüğü, eylemde kendi başına terk hali bulunmadığı gibi, sanığın muhafaza görevinden kurtulmak maksat ve niyetiyle değil, yaşadığı ortam ve çalışma koşullarına oranla daha iyi bakılabileceği düşüncesi ile çocuğunu ötedenberi tanıdığı kişilerin yanına bıraktığı, atılı suçun öğeleri itibariyle oluşmadığı anlaşılmaktadır.” şeklinde Yerel Mahkeme direnme hükmünün oyçokluğu ile bozulmasına karar verilmiştir.

20- M a d d e 4 8 2

Türk Ceza Yasasının 482. maddesinin 2. ve 3. fıkrasında düzenlenen suçun, işitme engelli birine ya da çeşitli nedenlerle sözleri işitemeyen veya anlayamayan birine karşı işlenip işlenmeyeceğine dair, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.3.2003 gün ve 2003/4-37 E. ve 2003/25 K. sayılı kararda;

“Aldıkları alkolün etkisiyle sokakta bağırarak konuşan sanıkların kendilerini uyaran ve kulaklarının az işitmesi nedeniyle söylenen sözleri duymayan şikayetçi İ.K.’a sinkaflı sözlerle sövmeleri eyleminde, Özel Daire çoğunluğu ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasında, oluş ve sübut bakımlarından bir uyuşmazlık bulunmayıp, çözümlenmesi gereken sorun, sanıklar hakkında TCY.nın 482 nci maddesinin 3 üncü fıkrasının uygulanıp uygulanamayacağının belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

Hakaret ve sövme suçlarında korunan hukuki yarar, kişilerin onur ve sosyal saygınlıklarıdır. Hukuk düzeni her insanın ve ayrıca gösterdiği diğer varlıkların saygın ve onur sahibi olduklarını kabul eder. Kişinin manevi tamlığını ifade eden onur kavramı subjektif anlamda, ferdin kendi onuru hakkında beslediği düşünceyi (şeref ve haysiyet), objektif anlamda ise diğer insanların o kişi hakkındaki düşüncelerini (şöhret) içerir. Ferdin sosyal değerini belirleyen koşulların bütününü oluşturan şeref ve şöhret kavramları, iç hukukta olduğu gibi uluslar arası sözleşmelerle de korunmuştur.

TCY.nın 480 vd. maddelerinde, kişilerin “namus”, “haysiyet”, “vakar” veya “şöhret”ine saldırı fiilleri yaptırıma bağlanmış, bu şekilde hem bireysel hem de sosyal yararları güvence altına alınarak, insanın maddi kişiliği yanında manevi kişiliğine de hukuki koruma sağlanmıştır. (Erman -Özek, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, sh.255 vd, Dönmezer, Kişilere ve Mala Karşı Cürümler, 16. Bası, sh.271 vd.)

TCY.nın 482 nci maddesinin 1 inci fıkrasındaki; “Her kim, toplu veya dağınık ikiden ziyade kimse ile ihtilat ederek her ne suretle olursa olsun bir kimsenin namus veya şöhret veya vakar ve haysiyetine taarruz ederse…..mahkûm olur.” hükmü ile gıyapta sövme suçu düzenlenmiş olup, fıkradaki suç, belirli bir fiil isnat edilmeksizin, failin toplu veya dağınık ikiden fazla kişi ile ihtilat ederek, tahkir edici nitelikteki söz veya hareketleri belirli bir kişiye izafe etmesi ile oluşur.

Belirli bir fiilin isnat edilip-edilmemesi, hakaret ve sövme suçlarını birbirinden ayıran en önemli ölçüttür. Tahkir edici nitelikteki söz veya hareketler suçun maddi unsurunu oluşturur. Söz veya hareketlerin tahkir edici nitelikte bulunup bulunmadığı, örf ve adet, tarafların sosyal konumu, fiilin işlenmesi sırasındaki özellikler, kamuoyundaki yaygın kanaatler dikkate alınarak belirlenmelidir.

Maddenin 2 nci fıkrasında ise; huzurda veya huzura eşit sayılan araçlarla işlenen sövme suçu düzenlenmiş olup, bu suçun oluşumunda gıyapta sövme suçunda unsur olan ihtilat aranmaz, tahkir edici söz veya davranışların mağdurun huzurunda veya yasa tarafından huzura eşit sayılan vasıtalardan biriyle işlenmesi halinde yüze karşı sövme suçu oluşur, bu suçun alenen yüze karşı işlenmesi hali ise 3 üncü fıkradaki ağırlaştırıcı nedeni oluşturur.

Mağdurun ne zaman hazır sayılacağı, öğreti ve uygulamada farklı görüşlere yol açmış, bir kısım yazarlarca, faille mağdurun yüzyüze gelmeleri ve birbirlerini görmelerinin şart olduğu görüşü ileri sürülmüş ise de; öğreti de yazarların büyük çoğunluğu tarafından fiilin doğrudan doğruya mağdurun yüzüne karşı işlenmiş olmasının şart olmadığı, mağdurun fail tarafından söylenen sözleri duyması ve failinde bunu bilmesinin yeterli olduğu belirtilmiş, İtalyan Yargıtay’ı da “mağdur maddeten hazır olmasa bile, suç yerinin şartları dolayısıyla söylenen sözleri fiilen duyacak durumda ise” huzur koşulunun gerçekleştiğini kabul etmiş, (Manzını’den naklen, Erman-Hakaret ve Sövme Suçları, sh. 103) Ceza Genel Kurulu’nun 17.12.1973 gün ve 116/833 sayılı kararında da; “mağdurun yaktığı sobadan evine is dolan sanığın, evin içinde olduğunu bildiği mağdura işiteceği tarzda adi kadın” demek şeklindeki eylemde, sanığın kastının gıyapta hakaret olmadığı, eylemin yüze karşı gerçekleştiği belirtilmiştir.

Bu konuda uyuşmazlığa yol açan diğer bir nokta ise, mağdurun hazır sayılabilmesi için söylenen sözleri duyması ve anlamasının aranıp aranmayacağı, yada sadece duyma ve anlama olanağının yeterli olup olmayacağı noktasındadır.

Öğretide, Prof. S. Erman tarafından; “mağdurun tahkir edici isnatları bilfiil ve aracısız öğrenmesi suçun huzurda işlenmiş sayılması için şarttır” görüşü ileri sürülmesine karşın, (Erman, Sahir, Hakaret, sh.103) Prof. D. Tezcan, “Failin hakaret oluşturan sözün duyulması olanağını yaratmış olması yeterlidir, söylenen sözün fiilen duyulmuş olup olmaması, ağırlatıcı nedenin uygulanması bakımından önem taşımaz” (Tezcan, Durmuş, Ceza Özel Hukuku, sh.487) Prof. D. Soyaslan ise; “huzurda olmak demek fiilen orada bulunmak veya söyleneni duyabilecek, yapılan gösterimi görebilecek durumda olmak demektir.” (Soyaslan, Doğan, Ceza Hukuku Özel Hükümler, sh. 222) şeklinde görüş açıklamasında bulunmuşlardır.

İtalyan Yargıtay’ınca “işitme duyusunun mükemmel olmaması veya yahut dalgınlık yahut mevcut gürültüler sebebiyle, mağdur kendisine yöneltilen isnatların gerçek manasını anlayamayıp, hazır bulunan kişilerden sormak suretiyle bunu öğrenmesi halinde” huzurda hakaretin mevcut olduğu kabul edilmiş, (nakleden Erman, Hakaret, sh.104 ) Yargıtay 2. Ceza Dairesi de 9.5.1950 gün ve 6580/5451 sayılı kararında benzer şekilde “huzurda yapılan tahkir eyleminde, mağdurun kulağının ağır işitmesinin suçun oluşmasına engel teşkil etmeyeceği” sonucuna ulaşmıştır.

Huzur (hazır olma, yüze karşı) kavramları bu şekilde açıklandıktan sonra; TCY.nın 482 nci maddesinin 2 nci fıkrasındaki huzurda sövme suçunun ağırlaştırıcı nedenini oluşturan, 3 üncü fıkradaki “huzurda alenen işlenmesi”haline gelince, aleniyet; belirsiz sayıdaki kişilerin sövmeyi oluşturan sözü duymalarına olanak sağlayan herhangi bir araç kullanılmak suretiyle suçun işlenmesini ifade eder, söylenen sözün fiilen duyulup duyulmadığı önemli olmayıp, böyle bir olanağın yaratılması yeterlidir.(CGK.nun 24.4.1999 gün ve 74/104 sayılı kararı, Tezcan, D. Age. sh. 487, Soyaslan D. Age. sh.241)

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; aldıkları alkolün etkisiyle sokakta yüksek sesle konuşan sanıklar, kendilerini ikaz eden şikayetçi İ.K.’a huzurunda alenen sinkaflı bir şekilde sövmüşlerdir. Sanıkların kastı gıyapta hakaret olmayıp tahkir edici sözler mağdurun yüzüne karşı söylenmiştir. Mağdurun söylenen tahkir edici sözleri işitme duyusunun azlığı nedeniyle duymaması atılı suçun gıyapta işlendiğinin kabulünü gerektirmez. Zira böyle bir kabul, Yasakoyucunun amacıyla bağdaşmadığı gibi sağır olan veya çeşitli engellerle söylenen sözleri işitmeyen veya anlayamayan kişilere karşı, TCY.nın 482/2-3. maddelerindeki suçun işlenmesini olanaksız hale getirir.” gerekçesiyle Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire bozma kararı kaldırılarak Yerel Mahkeme hükmünün onanmasına karar verilmiştir.

21- M a d d e 5 0 4

Sanıkların eylemlerinin, TCY.nın 504. maddesinin 7. fıkrasında yazılı “kamu kurumunu dolandırmak” suçunu oluşturup oluşturmadığına dair, Ceza Genel Kulunca verilen 4.1.2003 gün ve 2003/6-241 E. ve 2003/260 K. sayılı kararda;

“Dolandırıcılık suçu sanıklarından S.G.’ün dönüşen suç niteliğine göre hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanmak suçundan TCY’nın 510, 80, 522 ve 59/2. maddeleri, sanık N.Ö.’nın da bu suça iştirakten TCY’nın 65/2-son, 510, 80, 522 ve 59/2. maddeleri uyarınca 6 yıl 3’er ay hapis cezasıyla cezalandırılmalarına, 115.000.000 lira avukatlık ücretinin sanıklardan müteselsilen tahsil edilerek katılan şirket vekillerine ödenmesine ilişkin Denizli 1. Ağır Ceza Mahkemesinden verilen 15.11.2000 gün ve 315-304 sayılı hüküm sanıklar vekilleri ile katılan İçişleri Bakanlığı vekilince temyiz edilmekle dosyayı inceleyen Yargıtay 6. Ceza Dairesince 14.6.2001 gün ve 9373-9795 sayı ile;

“1- Oluşa, dosya içeriğine ve mevcut delillere göre; sanıkların eyleminin TCY.nın 504/7. maddesine uyan suçu oluşturduğu gözetilmeden yazılı gerekçelerle unsurları bulunmayan TCY.nın 510. maddesi ile ceza tayini,

2- Kendisini vekille temsil ettiren müdahil hazine lehine vekalet ücretine hükmedilmemesi,” isabetsizliğinden bozulmuştur.

Bozmanın (2) nolu bendine uyan Yerel Mahkeme (1) nolu bozma nedenine karşı 14.11.2001 gün ve 311-376 sayı ile;

Somut olayda, haksız ödeme kandırmaya elverişli hile ve desise sergilenmesi nedeniyle değil, ilgili memurların kontrol görevlerini yerine getirmemeleri sonucu gerçekleşmiştir. Dolayısıyla olayda dolandırıcılık suçunun yasal unsurları oluşmamıştır. Olayın ortaya çıkması ile karşılıksız fişlerle fazladan yapılan ödemelerin kendilerinden tahsili işlemlerine muhatap olacak olan şirket olayın asıl mağdurudur.

Bir işçi olarak kendisine tevdi edilen görev ve kendisinden beklenen hizmet petrol istasyonundaki akaryakıtları gelen müşterilere satmak, bu satıştan elde ettiği paraları noksansız olarak çalıştığı işvereni müdahil (…) petrol şirketinin muhasebe bürosuna teslim etmek olan sanık S.G’nin peşin satış hasılatından elde ettiği paraların bir kısmını işverene teslim etmeyip hasılatın bu kısmını diğer sanık tarafından kendisine verilen (…) Emniyet Müdürlüğüne ait sahte akaryakıt veresiye fişlerini ibraz ederek karşıladığı, bu suretle sanıkların iştirak halinde, hizmet sebebiyle emniyeti suistimal suçunu işledikleri” gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir.

Bu hükmün de sanıklar vekilleri ve C.Savcısı ile katılan İçişleri Bakanlığı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya Yargıtay C.Başsavcılığının direnilen bölüm yönünden Ceza Genel Kuruluna hitaben düzenlediği “bozma” istekli, uyulan kısım yönünden ise Özel Dairesine hitaben düzenlediği 17.9.2003 günlü tebliğnamesiyle Birinci Başkanlığa gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca incelenmiştir.

Ceza Genel Kurulu Kararı

Sanıklardan S.G.’nin hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanmak suçundan, diğer sanık N.Ö.’nin ise bu suça iştirakten cezalandırılmalarına karar verilen somut olayda, Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık sanıklara yüklenen suçun niteliğine ilişkindir.

Ceza Yasasının Mal Aleyhine İşlenen Cürümlere ilişkin onuncu babının 503 ve 504. maddelerinde düzenlenen dolandırıcılık suçu, “hile ve desiseler yaparak bir kişiyi hataya düşürüp onun veya başkasının zararına, kendisine veya bir başkasına haksız çıkar sağlamaktır.” Bu suçun oluşabilmesi için:

a) Fail tarafından hile ve desise yapılmalıdır. Mağdurun inceleme eğilimini etkisiz kılacak nitelikte bir takım hareketlerde bulunulmalıdır. Bu hareketler fail tarafından yapılabileceği gibi bir başka şahsa da yaptırılabilecektir.

b) Yapılan hile ve desise bir kimseyi kandırabilecek nitelikte olmalıdır. Hile ve desisenin kandırıcı nitelikte olup olmadığı, olaysal olarak değerlendirilmeli, olayın özelliği, mağdurun durumu, faille olan ilişkisi, kullanılan hilenin şekli, gizlenen veya değiştirilen belgelerle gerçek olduğundan bahisle gösterilen belgelerin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmalıdır.

c) Mağdurun veya başkasının zararına, kendisi veya başkası lehine haksız bir çıkar sağlanmalıdır. Fail kendisi veya başkasına yarar sağlamak amacıyla bilerek ve isteyerek hile ve desise yapmalı, verilen zarar ile sanığın fiili arasında uygun nedensellik bağı bulunmalıdır. Zararın sonradan ortadan kalkması suçun oluşumuna etkili değildir.

Mülkiyetin korunması amacıyla kabul edilen ve Ceza Yasasının 508. maddesinde düzenlenen güveni kötüye kullanma suçu ise, geri verilmek veya muayyen bir biçimde kullanılmak koşuluyla tevdi veya teslim edilen bir şeyin (taşınır malın), fail tarafından, kendisi veya başkası yararına satılması, rehnedilmesi, kullanmak suretiyle malın miktar veya değerinin azaltılması, malın teslim veya tevdi edildiğinin inkarı, alınan mal yerine daha değersiz bir mal verilmesi veya bir bölümünün alınıp yerine daha değersiz bir şey katılarak aynı miktar veya hacimde geri verilmesidir.

Mal ya da şey, faile;

a) Meslek ve sanat,

b) Ticaret,

c) Hizmet nedenleriyle ya da

d) Emanet olarak veya

e) İdare etmek üzere tevdi edilmişse yahut

f) Teminat olarak teslim olunmuşsa, suçun ağırlaşmış şeklini düzenleyen 510. madde ile uygulama yapılacaktır.

Ceza Genel Kurulumuzun 12.12.2000 gün ve 239-244 sayılı kararında da vurgulandığı üzere; dolandırıcılık ile güveni kötüye kullanmak suçlarının “teslim” gibi ortak noktaları varsa da bu iki cürüm “önkoşullar”, “hareket öğesi” ve “kast” açısından birbirinden ayrıdır.

a) Önkoşul açısından; güveni kötüye kullanma suçunda malın teslimi belirli biçimde kullanılmak için hukuka, yöntemlere uygun, aldatılmamış özgür bir iradeye dayanılarak tesis edildiği halde, dolandırıcılık suçunda hile ve desise kullanılarak sakatlanmış, özgür olmayan bir iradeye dayanmaktadır.

b) Hareket öğesi açısından; dolandırıcılık suçunda, haksız çıkarın sağlanmasıyla hareket öğesi ve dolayısıyla suç tamamlanmaktadır. Suçun oluştuğu an, çıkarın sağlandığı, zararın verildiği andır. Güveni kötüye kullanma suçunda ise, suçun oluştuğu an Yasada öngörülen ketim, inkar, sarf gibi seçimlik hareketlerin gerçekleştiği an olup, bu ana kadar gerçekleşen eylemler suç oluşturmaz.

c) Kast öğesi açısından; Dolandırıcılık suçunda başlangıçta oluşan bir kast bulunmaktadır. Zilyetliğin hile ve desise kullanılarak elde edilmesi, bu suçta malın teslimi öncesi kast bulunduğunu ortaya koymaktadır. Güveni kötüye kullanma suçunda ise, sonradan oluşan bir kast söz konusudur. Mal fer’i zilyede belli amaçlar için tevdi edildikten sonra, iade edilmesi aşamasında malın tesliminden sonra kast oluşmaktadır. Kast öğesi olaysal olarak değerlendirilmeli fail veya faillerin durumu, mağdurla olan ilişki, olayın özellikleri ayrı ayrı nazara alınıp sonuca varılmalıdır.

Bu açıklamalar ışığında somut olay ele alınarak değerlendirildiğinde;

(…) Emniyet Müdürlüğüne ait araçların akaryakıt alımları protokol uyarınca (…) Petrol Kollektif Şirketinden yapılmaktadır. Bu işlemler için uygulamada takip edilen yöntem uyarınca, Şirket tarafından koçanlar halinde bastırılan veresiye fişleri Emniyet Müdürlüğü Lojistik Şubesine teslim edilmekte, Müdürlük araçlarının haftalık istihkak listeleri gözönünde tutularak bir haftalık istihkaka yetecek kadar fiş Ayniyat Saymanlık Mühürü ile mühürlendikten sonra her bir fişe ilgili aracın plakası ile alacağı akaryakıt miktarı yazılıp tarih kaşesi vurulmakta, bu fişler ilgili şubelerin mutemetlerine ya da şoförlerine teslim edilirken araçlara ait bilgiler ve akaryakıt miktarı ile verildiği tarih benzin sarf defterine işlenmekte, araç şoförleri de şirketin istasyonundan benzin aldıktan sonra bu fişi imzalayarak pompa görevlisine vermekte, onlar da mesai bitiminde günlük hasılatları ile birlikte bu fişleri de şirketin muhasebe servisine teslim etmektedirler. Bu şekilde muhasebe servisinde biriken fişler ödenek durumuna göre 20-30 günlük sürelerle faturaya bağlanarak Emniyet Müdürlüğüne gönderildikten sonra Lojistik Büro görevlileri tarafından tahakkuk müzekkeresi düzenlenmekte ve akaryakıt bedelleri Defterdarlık kanalıyla ilgili şirkete ödenmektedir. Sanıklardan emekli polis memuru olan N.Ö. (…) Emniyet Müdürlüğü Lojistik Şube Müdürlüğünde çalıştığı dönemde, akaryakıt alımı ve bedellerinin ödenmesi ile ilgili işlemleri yürüten polis memuru Y.B.’nın yokluğunda ya da işinin yoğun olduğu dönemlerde bu işlemlere zaman zaman yardımcı olması ve aynı şubede çalışması nedeniyle uygulamayı ve boş akaryakıt fişlerinin bulunduğu yeri bildiğinden, emekliliğinden birkaç gün önce gizlice boş akaryakıt koçanlarından alıp Şubede her görevlinin ulaşabileceği biçimde açıkta duran Ayniyat Saymanlık Mühürü ile mühürleyerek evine götürmüş, daha sonra akaryakıt şirketinde pompa sorumlusu olarak çalışan sanık S.G.’yle bağlantı kurarak, bu fişleri Emniyetin araçlarına benzin alınmış gibi gösterecek biçimde doldurup verebileceğini, onun da fişte yazılı benzinin karşılığı olan meblağı o günkü peşin satışlardan elde ettiği paradan alıp, muhasebeye para yerine fişleri teslim edebileceğini, bu yolla toplanan paraları belli oranlarda paylaşabileceklerini belirterek öneri götürmüş, ayrıca kendisinin Emniyetteki iç işleyişi bildiğinden söz edip, Emniyete alınan akaryakıtın ve kesilen fiş sayısının fazlalığı, Lojistik Şubede işlerin yoğun olması nedeniyle bu durumun anlaşılamayacağını söyleyerek ikna etmesi üzerine diğer sanık S. de öneriyi kabul etmiştir. Bundan sonra sanık N. aracın plakası, benzin miktarı, tarih gibi kısımlarını doldurarak düzenlediği sahte fişleri birkaç günlük aralarla getirip sanık S.’e toplu olarak teslim etmiş, hatta bir süre sonra akaryakıt fişlerinin renginde değişiklik yapıldığının sanık S. tarafından bildirilmesi üzerine sanık N. emekli olduğu kuruma giderek şubede kimsenin bulunmadığı bir sırada yeni fiş koçanlarının mühürlü olanlarından bir kısmını daha almış, bunları da benzer yöntemle sahte olarak düzenlemek suretiyle sanık S.’e vermiş, sanık S. de peyderpey bu sahte fişlerde yazılı benzinin karşılığı kadar parayı, müşterilere yaptığı peşin satışlardan elde ettiği nakit paradan alıp yerine bu fişleri koymak suretiyle hesabı tutturup mesai bitiminde muhasebe servisine teslim etmiştir. Şirketin muhasebe servisinde Emniyetin gerçek benzin alımı karşılığında verilen diğer akaryakıt fişleri ile birlikte biriken bu sahte fişler muhasebe görevlileri tarafından belirli dönemlerde faturaya bağlanmak ve Emniyet Müdürlüğünce tahakkuk müzekkeresi düzenlenmek suretiyle şirket tarafından Defterdarlık birimlerinden tahsil edilmiştir. 1999 yılı içinde sanıkların bu yöntemle gerçekleştirdikleri yargılamaya konu eylemleri nedeniyle 29.01.1999 ve 12.10.1999 tarihleri arasında çeşitli zamanlarda 2548 adet sahte fiş karşılığında şirkete 24 ayrı verile emri ile toplam 17.935.443.350 lira ödeme yapılmış, dolayısıyla İçişleri Bakanlığı bu miktar kadar zarara uğratılmış, sanıklar da bu miktar kadar haksız çıkar edinip paylaşmışlardır.

Başlangıçtan bu yana Emniyet Genel Müdürlüğünü dolandırmak kastını taşıyan sanıklar, görüldüğünde gerçeğinden ayırt edilemeyecek ve bu özelliği nedeniyle bir kişiyi kandırabilecek nitelikteki sahte fişleri akaryakıt şirketi aracılığıyla kamu kurumuna ibraz ederek dolandırıcılık suçunda desise olarak kullanıp paraya çevirmişler ve Emniyet Genel Müdürlüğünü dolandırıp zarara uğratmışlardır. Uygulanan bu yöntem nedeniyle esasen şirketin kayıtlarında ve benzin pompalarının sayaçlarında bir fazlalık ya da eksiklik meydana gelmediği gibi günlük satılan akaryakıt bedelinin şirketin kasasına, bir bölümü birkaç gün gecikmeyle de olsa tam olarak girmesi nedeniyle şirketin doğrudan uğradığı bir zarardan da söz edilemeyecektir.

Bu itibarla, sanıkların açıklanan eylemleri TCY’nın 504/7. madde ve bendinde yazılı kamu kurumunu dolandırmak suçunu oluşturacağı” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.

22- M a d d e 5 2 2

Türk Ceza Yasasının 522. maddesi uyarınca, hangi durumlarda cezadan indirim yapılacağına ilişkin olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.3.2003 gün ve 2002/10-316 E. ve 2003/16 K. sayılı kararda;

“Sanığın mala zarar vermek suçundan TCY’nın 516/ilk, 59/2 ve 81/2-3 maddeleri uyarınca cezalandırılmasına karar verilen olayda Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, zararın değerinin pek hafif olması nedeniyle sanığın cezasından TCY.nın 522. maddesi ile indirim yapılıp yapılamayacağına ilişkindir.

Ceza Yasamızın 522. maddesinde, suç konusunun veya verilen zararın değeri, mala karşı suçlarda cezaya etki eden yasal bir neden olarak düzenlenmiştir. Anılan maddenin 1. fıkrasına göre; “10. babda beyan olunan cürümlerin işlenmesinde cürmün mevzuu olan şeyin veya ika edilen zararın kıymeti pek fahiş ise mahkeme cürme mahsus olan cezayı yarısına kadar artırır ve hafif ise yarısına ve eğer pek hafif ise üçte birine kadar eksiltir.”

Öte yandan, Türk Ceza Yasamızın 522. maddesinin mala karşı suçlarda uygulanabileceğine ilişkin bu kuralın istisnası da yine aynı maddenin son fıkrasında şu şekilde düzenlenmiştir. “Eğer fail aynı nev’iden olan cürümlerden dolayı mükerrir bulunur veya bu babın ikinci faslında yazılı cürümlerden birini işlemiş olursa cezayı tenkise mahal yoktur.”

Görülüyor ki, “özel tekerrür” halinde bulunanlar ile “yağmacılar” suç konusunun veya verilen zararın değerinin hafif veya pek hafif olmasından ileri gelen bu yasal hafifletici nedenden yararlanamayacaklardır.

İnceleme konusu olayda; sanığın mala zarar vermek suçundan Eskişehir 2. Sulh Ceza Mahkemesinin 25.6.1999 gün ve 308-455 sayılı ilamı ile TCY’nın 516/ilk, 522, 81/1-3 ve 647 sayılı Yasanın 4. maddeleri uyarınca 3.157.332 lira ağır para cezası ile cezalandırıldığı, cezanın 8.4.1999 tarihinde yerine getirildiği, TCY.nın 81. maddesinde yazılı süre içinde bu kez yargılamaya konu mala zarar vermek suçunu işleyen sanığın aynı cins suçtan mükerrir olduğu anlaşıldığından, TCY’nın 522. maddesinin son fıkrasındaki düzenleme karşısında cezasından bu madde uyarınca indirim yapılmasına yasal olanak yoktur.” gerekçesiyle Yerel Mahkemenin direnme kararı isabetli bulunarak, diğer bozma nedenine uyulması nedeniyle bu yönden temyiz incelemesi yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmiştir.

23- M a d d e 5 2 3

Türk Ceza Yasasının 523. maddesinin, uygulanma koşullarının oluşup oluşmadığına ilişkin, Ceza Genel Kurulunca verilen, 30.9.2003 gün ve 2003/6-213 E. ve 2003/235 K. sayılı kararda;

“Sanıklar M. ve Ö.T.’nun hırsızlık suçundan mahkûmiyetlerine ilişkin ilk hüküm sanıklardan M.T. müdafii tarafından temyiz edilmekle Özel Dairece; TCY’nın 523/1. maddesinin uygulanmaması isabetsizliğinden bozulmuş, Yerel Mahkeme ise bozma sonrası yargılama sonunda her iki sanık yönünden de önceki hükümde direnilmesine karar vermiştir. Ayrıntıları Ceza Genel Kurulumuzun 15.12.1998 gün ve 310-376 sayılı kararında vurgulandığı üzere, bozmanın hükmü temyiz etmeyen sanıklara sirayetinin ancak Mahkemece bozmaya uyulması halinde mümkün olacağı, önceki hükümde direnilmesi durumunda sirayetin söz konusu olamayacağı ve bu sanıklar yönünden yeniden hüküm kurulamayacağı cihetle, önceki hükmü temyiz etmeyen sanık Ö.T. yönünden kurulan direnme hükmü yok sayılması gerektiğinden, öncelikle, C.Savcısının bu sanık yönünden vaki temyiz inceleme isteminin reddine karar verilmiş, temyiz incelemesi sanık M.T. hakkında hırsızlık suçundan kurulan hüküm ile sınırlı olarak yapılmıştır.

İnceleme konusu olayda;

Sanıklardan M.’nın gözcülük yaptığı sırada abisi diğer sanık Ö.’ün park halindeki otomobilin kelebek camını kırıp aracın içindeki teybi ve 7 kaseti çaldığı, daha sonra birlikte satmaya götürürlerken kendilerinden kuşkulanan polislerin poşeti kontrol edip içindeki teyp ve kaseti sorduklarında, sanıkların suçlarını anlatıp kolluk görevlilerini olay yerine götürerek aracı gösterdikleri ve o aşamaya kadar şikayette bulunmayan mağdurun tespit edilerek eşyanın kendisine iadesini sağladıkları, ancak aracın kırılan cam bedelini tazmin etmedikleri anlaşılmaktadır.

Sanık M.T.nin hırsızlık suçuna fer’an iştirakten cezalandırılmasına karar verilen olayda Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, TCY’nın 523. maddesinin uygulanması koşullarının oluşup oluşmadığı hususunda toplanmaktadır.

Ceza Kanunumuzun 523. maddesinde, mala karşı işlenen cürümlerde failin aldığı malı iade veya zararı tazmin etmesi, cezayı hafifleten yasal bir neden olarak kabul edilmiştir.

Kanunumuz gerek “iade”, gerek “tazmin”de aynı sonucu kabul etmiştir. Ancak “işlenen fiilin mahiyetine ve sair ahvale nazaran red ve iade kabil olmadığı takdirde” tazmin, cezayı indirici etkiye sahip olacaktır. Bu itibarla, bir bakıma istisna olan “tazmin” hırsızlık suçlarında çalınanın red ve iadesinin olanaklı bulunmadığı hallerde söz konusu olur.

Maddenin uygulanabilmesi için, iki koşul gereklidir. Bunlardan birincisi objektif koşuldur. Buna göre, iade aynen ve tam olmalıdır. Başka bir deyişle, alınan ne ise onun iadesi lazımdır.Yasada kısaca failin “aldığını iade”den, buna karşılık “mutazarrırın zararını tamamen tazmin”den söz edilmektedir. O halde, aynen ve tam iade halinde suçtan doğan sair zararlar tazmin edilmemiş olsa dahi TCY’nın 523. maddesi uyarınca ceza indirilecek, buna karşılık tazminde bütün zararlar ödenecektir.

Maddenin uygulanabilmesi için gerekli ikinci koşul olan sübjektif koşul ise, iade veya tazminin rızai olmasıdır.

Somut olayda, mağdurun otomobilinden çalınan teyp ile kasetler aynen ve tam olarak rızaen iade edildiğinden TCY’nın 523/1. maddesinin uygulanması koşulları oluşmuş olup, anılan maddeden yararlanmak için hırsızlık sırasında otomobilin camının kırılması nedeniyle meydana gelen diğer zararın tazminine gerek bulunmamaktadır.” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün bozulmasına ve bozma kararının hükmü temyiz etmeyen diğer sanığa da teşmiline karar verilmiştir.

24- M a d d e 5 2 4

Ceza Yasasının 524. maddesinin, son fıkrasının uygulanması ile ilgili, Ceza Genel Kurulunca verilen, 13.5.2003 gün ve 2003/10-143 E. ve 2003/152 K. sayılı kararda;

“Sanığın meyveli ağaç ve fidanlara zarar vermek suçundan cezalandırılmasına karar verilen olayda; Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında sübut ve nitelendirmede bir uyuşmazlık bulunmayıp, çözülecek sorun sanık hakkında TCY.nın 524/son madde ve fıkrasının uygulanması olasılığı yönünden soruşturmanın genişletilmesine gerek bulunup, bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.

TCY.nın 524. maddesinde; “Bu babın birinci, üçüncü, dördüncü, beşinci ve sekizizci fasıllarında ve 516’ncı maddenin birinci fıkrası ile 518, 519 ve 521’inci maddelerinde beyan olunan cürümler:

1- Haklarında ayrılık kararı verilmemiş karı kocadan birinin,

2- Usul ve fürudan yahut bu derece sıhri akrabadan birinin veya analık, babalık veya evlatlığın,

3- Faille beraber bir dam altında yaşayan erkek veya kız kardeşin zararına olarak işlenmiş olursa fail hakkında takibat icra olunmaz.

Haklarında ayrılık kararı verilmiş olan karı veya kocanın yahut faille beraber bir dam altında yaşamayan erkek veya kızkardeşin veya faille beraber bir dam altında yaşamakta olan amca, dayı, hala, teyze, yeğen veya ikinci derecede sıhri akrabanın zararına olarak işlenmiş ise fail hakkında takibat icrası şikâyete bağlıdır. Bu takdirde failin göreceği ceza üçte bir miktar azaltılır.” hükmü ile; TCY.nın “Onuncu Bab” ının, birinci, üçüncü, dördüncü, beşinci ve sekizinci fasıllarında yer alan suçlar ile aynı Yasanın 516 ncı maddesinin ilk fıkrasında ve yine 518, 519 ve 521. maddelerinde düzenlenen suçların 1 inci fıkrada belirtilen kişiler tarafından işlenmesi halinde kovuşturma yapılamayacağı belirtilerek cezasızlık hali öngörülmüş, ikinci fıkrada sayılan kişiler tarafından işlenmesi halinde ise cezadan indirim yapılacağı kabul edilerek koğuşturma şikayete bağlanmıştır.

Görüldüğü gibi TCY.sının 516 ncı maddesindeki mala zarar vermek suçlarında sadece suçun basit halini düzenleyen ilk fıkrasındaki suç için, bir cezasızlık ve indirim nedeni öngörüldüğünden diğer fıkralar bakımından 524. maddenin uygulanması mümkün değildir.

Bu itibarla, sanık ile şikayetçinin kardeş olup olmadığı yönünde bir araştırma yapılmasına gerek bulunmadığından, Yerel Mahkemece bozmadan sonra sanığın nüfus kayıt örneğinin getirtilmesi, bu Yasal düzenleme karşısında sonuca etkili olmadığı” gerekçesi ile direnme kararının yerinde olduğuna karar vermiştir.

III- CEZA YARGILAMA YASASI İLE İLGİLİ KARARLAR:

1- M a d d e 7

a) Ceza Yargılama Yasasının 7. maddesinde düzenlenen, “görevsel yetkisizlik” konusu ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.2.2003 gün ve 2003/YYB-1 E. ve 2003/4 K. sayılı kararda;

“Köy muhtarı olan sanığın düzenlenmiş olarak kendisine getirilen 3.9.2002 günlü veraset ilmuhaberini doğruluğunu araştırmadan imzaladığı iddiası ve görevde yetkiyi kötüye kullanma suçundan cezalandırılması istemi ile Tekman C.Başsavcılığı tarafından kamu davası açılması üzerine, Tekman Asliye Ceza Mahkemesince 24.9.2002 gün ve 129 sayı ile; “suçun köy muhtarı sanığın görevinden doğduğundan bahisle CYUY’nın 253/4. maddesi uyarınca yargılamanın durdurulmasına, soruşturma izni verilmesi için dosyanın Tekman Kaymakamlığına gönderilmesine” karar verilmiştir.

Dosyanın gönderildiği Tekman Kaymakamlığı ise 8.10.2002 gün ve 128 sayılı yazısı ile; akrabalık belgesi düzenlemenin 442 sayılı Köy Kanununda köy muhtarının göreceği işler arasında sayılmaması nedeniyle 4483 sayılı Yasanın 2. maddesi uyarınca soruşturma izni verilmesine gerek bulunmadığını bildirmiştir.

2.12.1999 tarihinde kabul edilip, 4.12.1999 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4483 sayılı Yasanın 18. maddesi ile Memurin Muhakematı Hakkındaki Kanunu Muvakkat yürürlükten kaldırılmış, “izin” sistemine geçilmiştir.

4483 sayılı Yasanın Geçici 1. maddesinde “Bu kanunun yürürlüğe girmesinden önce MMHKM. hükümlerine göre başlatılmış bulunan işlemler, MMHKM. hükümlerine göre sonuçlandırılır” düzenlemesi yer almakta ise de, somut olayda suçun 3.9.2002 tarihinde işlendiği ileri sürülmüş olup, 04.12.1999 tarihinde yürürlükten kaldırılmış olan MMHKM. hükümlerinin uygulanması olanağı bulunmamaktadır.

4483 sayılı Yasanın 3. maddesinin (a) bendinde, ilçede görevli memurlar ve diğer kamu görevlilerinin, görevleri sebebiyle işledikleri suçlarda kaymakam tarafından izin verileceği, 9. maddesinde ise, kaymakam tarafından “soruşturma izni verilmesine veya verilmemesine” ilişkin karara karşı yargı çevresindeki Bölge İdare Mahkemesine itiraz edilebileceği öngörülmüş, Ceza Genel Kuruluna her hangi bir görev ve yetki verilmemiştir. Ceza Genel Kurulunun görevi 1684 sayılı Yasanın 1 nci maddesinden doğduğundan ve kaymakamlık yargı yetkisini haiz bir merci olmadığından, Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken bir görev çekişmesinden söz etmeye olanak bulunmamaktadır.

Bu itibarla, 1684 sayılı (Umumi Mahkemeler ve Karar Hakimleri ve Müstantiklerle Umumi ve Hususi Kaza Selahiyetini Haiz Makamlar Arasındaki İhtilafın Halli Hakkında) Yasa uyarınca Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken bir uyuşmazlık bulunmadığı” gerekçesiyle dosyanın incelenmeksizin mahalline iadesine karar verilmiştir.

b) İcra Ceza Mahkemesi ile İl İdare Kurulu Kararları arasındaki, “olumsuz görev uyuşmazlığı” nedeniyle, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.2.2003 gün ve 2003/YYB-23 E. ve 2003/7 K. sayılı kararda;

“A. Belediye Başkanı olan sanık M.D.nin A. Belediyesi tüzel kişiliği aleyhine başlatılan icra takibinde Küçükçekmece İcra Müdürlüğünün 1999/2066 ve 2051 esas sayılı icra dosyalarında mal beyanında bulunmadığı bildirilerek verilen şikayet dilekçesi üzerine; Küçükçekmece İcra Ceza Mahkemesi 11.10.1999 gün ve 1266/1062, 24.9.1999 gün ve 1212/925 sayı ile; belediye tüzel kişiliği aleyhine başlatılan icra takibinde belediye başkanı olan sanık hakkında yargılamanın MMHKM. hükümleri uyarınca yapılması gerektiği görüşüyle, CYUY.nın 253/4. maddesi uyarınca yargılamanın durdurulmasına ve dosyaların İstanbul Valiliğine gönderilmesine karar vermiş,

Bu kararlara yönelik; temyiz istemleri Yargıtay 8. Ceza Dairesince 5.6.2000 gün ve 9895/10432 sayı ve aynı gün 9981/10433 sayı ile; itirazlar ise Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesince 4.10.2000 gün ve 225-224 Müt. sayı ile red edilmiş,

İl İdare Kurulunca; 6.11.2002 gün ve 14 sayı ile; kurulun görevsizliğine karar verilerek dosya Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığına iade edilmiştir.

Bu suretle Küçükçekmece İcra Ceza Mahkemesi ile İstanbul İl İdare Kurulu arasında olumsuz görev uyuşmazlığı doğduğundan dosya; Yargıtay C.Başsavcılığının “İcra Ceza Mahkemesinin görevsizlik kararının kaldırılmasını” isteyen 14.1.2003 gün ve 185489 sayılı tebliğnamesi ile Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca incelenmiştir.

Ceza Genel Kurulu Kararı

Belediye Başkanı olan sanık hakkında, Belediye tüzel kişiliği adına yapılan icra takibinde mal bayanında bulunmadığı iddiasıyla yapılan yargılamada, Küçükçekmece İcra Ceza Mahkemesi ile İstanbul İl İdare Kurulu kararları arasındaki olumsuz görev uyuşmazlığı doğmuştur.

İcra ve İflas Yasasının 337. maddesinde; süresi içinde beyanda bulunmak üzere mazereti olmaksızın icra dairesine gelmeyen veya yazılı beyanda bulunmayan borçluların, alacaklının şikayeti üzerine, tetkik mercii tarafından on günden bir aya kadar hafif hapis cezasıyla cezalandırılacakları,

1329 sayılı Memurin Muhakematı Hakkında Kanunu Muvakkat’ın 2 nci maddesinde ise; “Memurinden birinin vazifei memuriyetlerinden dolayı veya ifayı vazife esnasında bir cürüm ika eylediği” takdirde bu Yasa hükümlerine göre soruşturma yapılarak haklarında dava açılacağı, hükümlerine yer verilmiştir.

Görüldüğü gibi; 4.12.1999 gün ve 23896 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı gün yürürlüğe giren 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun’un 18. maddesi ile yürürlükten kaldırılan, ancak; Geçici 1. maddesi hükmü uyarınca 4.12.1999 tarihinden önce işlenen ve MMHKM hükümlerine göre başlatılmış bulunan işlemler bakımından halen yürürlükte bulunan Memurin Muhakematı Kanun’nun uygulanabilmesi için, memur olan failin işlediği suç kabahat değil cürüm nev’inden olmalıdır. Oysa somut olayda sanığa isnat olunan suç İİY.nın 337. maddesinde düzenlenen mal beyanında bulunmama suçu olup, bu suç kabahat nev’indendir.

Bu itibarla sanık hakkında genel hükümler uyarınca işlem yapılması gerektiği” gerekçesiyle Küçükçekmece İcra Ceza Mahkemesinin 11.10.1999 gün ve 1266/1062, 24.9.1999 gün ve 1212/925 sayılı görevsizlik kararlarının kaldırılmasına karar verilmiştir.

2- M a d d e 3 2

Kararların yazılış biçimiyle ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.11.2003 gün ve 2003/8-239 E. ve 2003/259 K. sayılı kararda;

“1- Yerel Mahkemece, sanığın 6136 sayılı Yasaya muhalefet suçundan cezalandırılmasına ilişkin hükümde, “muhakkik tarafından yapılan soruşturma dosyası” ile “tanık ifadeleri” de hükme dayanak alınmış olup, tanıklardan Kadir, Zafer, Hüseyin ve Mehmet’in muhakkikteki, İrfan ile Ekrem’in C.Savcısındaki anlatımlarını içeren tutanak fotokopilerinin ve muhakkik tarafından yapılan soruşturmaya ilişkin tüm belgelerin onaysız oldukları anlaşılmaktadır.

Ceza Yargılamasının amacı, maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bunun için başvurulan kanıtlama araçlarından biri de belgelerdir. Yargılama makamları, suç isnadı nedeniyle oluşan uyuşmazlığı çözümlerken, kendiliklerinden getirttikleri, ya da iddia ve savunma doğrultusunda sunulan belgelerin güvenilirliğini de denetlemek durumundadır. Güvenilirliğin denetlenebilmesi için, belgenin aslının, mümkün olmadığı takdirde de aslına uygunluğu yetkili makam veya kişilerce onanmış örnek ya da kopyalarının dosyaya konulması gereklidir. Nitekim Cumhuriyet Savcılıkları ile Ceza Mahkemeleri Kalem Hizmetlerinin Yürütülmesine Dair Yönetmeliğin 24. maddesinde hazırlık soruşturmasının, 59. maddesinde de davaların ayrılması halinde dosyadaki belgelerin onaylı birer örneğinin ayrılan soruşturma evrakına veya dava dosyasına konulacağı, aynı Yönetmeliğin 82. maddesinde de, mağdur, müşteki ve sanığın mahkemeye verdikleri bir belgenin istekleri nedeniyle kendilerine iadesi halinde, belgenin tasdikli örnek veya fotokopisinin dosyasına konulacağı belirtilmektedir.

İnceleme konusu olayda; fotokopi belgeler açıklanan hukuk kuralları çerçevesinde usulünce onaylattırılarak güvenilirliği sağlanmadan hükme dayanak kılınmış olduğundan, Yerel Mahkeme direnme hükmünün bu usul yanılgısı nedeniyle bozulmasına karar verilmelidir.

2- Öte yandan, sanığın 6136 sayılı Yasaya muhalefet suçundan cezalandırılmasına ilişkin hüküm Özel Dairece; olayda kullanılan silahın sanığın meskeninde bulundurma ruhsatlı tabanca veya silah vasfında sayılmayan kuru-sıkı tabancası olup olmadığının saptanamaması karşısında cezalandırılmasına yeterli kanıt bulunmaması nedeniyle beraatine karar verilmesi gerektiği düşüncesiyle bozulmuştur.

Yerel Mahkeme; “suça konu silahın gaz ya da ses tabancası olduğuna yönelik bir savunma bulunmadığı gibi tanıkların da bu yolda bir beyanlarının olmadığı” gerekçesiyle önceki hükümde direnmiş ve sanığın 6136 sayılı Yasaya muhalefet suçundan cezalandırılmasına karar vermiştir.

2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 141/3. maddesinde; “Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır.” Buna paralel hüküm içeren CYUY.nın 32. maddesinde ise; “Bütün hakimlik ve mahkemelerin her türlü kararları muhalefet şerhleri dahil gerekçeli olarak yazılır…..” hükümleri yer almaktadır.

Gerekçe; hükmün dayanaklarının akla, hukuka ve dosya içeriğine uygun açıklamasıdır. Gerekçenin dosyadaki bilgi ve belgelerin yerinde değerlendirildiğini gösterir biçimde; geçerli, yeterli ve yasal olması aranmalıdır. Yasal, yeterli ve geçerli bir gerekçeye dayanılmadan karar verilmesi yasa koyucunun amacına uygun düşmeyeceği gibi uygulamada da keyfiliğe yol açar. Keyfiliği önlemek, tarafları tatmin etmek, denetimde kolaylık sağlamak için hükmün gerekçeli olması gerekir.

Hükmün gerekçesinde gösterilmesi gereken noktalar ise CYUY.nın 260. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre; bir hüküm sorun, gerekçe ve sonuç kısımlarından oluşmalı, gerekçede, suçun yasal unsurları başta olmak üzere sabit ve muhakkak sayılan olaylar ve eğer kanıt başka olaylardan çıkarılmışsa bunlar gösterilmeli, cezanın kaldırılmasını, artırılmasını, indirilmesini gerektiren hususların neden sabit sayılıp, sayılmadığı açıklanmalı, hangi kanıtlara neden itibar edildiği, hangilerinin ne sebeple geçersiz sayıldığı vurgulanmalıdır.

Yine bozulmakla bir karar tamamen ortadan kalkacağından bu kurallar direnme kararları bakımından da geçerli olup, direnme kararlarında da CYUY.nın 260, 261, 268 ve 308. maddelerine uygun olarak yeniden hüküm kurulmalıdır.

Açıklanan bu usul hükümleri buyurucu nitelikte olup, uyulmaması CYUY.nın 308/7. maddesi uyarınca mutlak bozma nedeni oluşturur.

İncelenen dosyada Yerel Mahkemece yukarda belirtilen ilkeler doğrultusunda işlem yapılmamış, bozulmakla ortadan kalkan eski hükümde direnilmesine karar verildikten sonra sabit ve muhakkak sayılan olaylar anlatılmamış, suçun unsurları ve hukuki nitelendirmeye yer verilmemiştir.” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün saptanan iki usul nedeninden bozulmasına karar verilmiştir.

3- M a d d e 7 2

Mahkumiyet hükmüne esas alınan tutanak ve belge fotokopilerinin onaysız olmasına; bilirkişiye yemin verilmemesine ilişkin, Ceza Genel Kurulunca verilen, 13.5.2003 gün ve 2003/6-125 E. ve 2003/150 K. Sayılı kararda;

“Geceleyin bina dahilinde hırsızlık suçundan sanığın cezalandırılmasına karar verilen somut olayda; Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık suçun sübutu noktasında toplanmaktadır.

Ancak dosyanın incelenmesinde; tümü ile mahkumiyet hükmüne esas alınan;

a- Polis memurları Tayfun ve Murat tarafından düzenlenen ve sanık ile arkadaşlarının sözlü ikrarlarını içerdiği ileri sürülen 21.9.1999 günlü,

b-Sanık ve arkadaşlarının bir başka hırsızlık olayı nedeniyle kaçarken yakalandıklarına ilişkin 16.9.1999 günlü yakalama ve zaptetme,

c-Sanığın otodan hırsızlık suçundan geliş kaydının bulunduğuna ilişkin, Hırsızlık Büro Amirliğince gönderilen 21.9.1999 tarihli yazı,

d-İçlerinde sanığın da bulunduğu 6 kişi hakkında darp ve cebir izine rastlanılmadığına ilişkin 22.9.1999 günlü adli rapor,

e-Sanık İ.S. ile arkadaşları M.S. ve N.S.’in, 21.9.1999 tarihli kolluktaki ikrarlarını içeren, tutanak ve belge fotokopilerinin onaysız oldukları,

f-Keşifte dinlenilen ve olayın icra şekline ilişkin bildirimde bulunan, bilirkişi N.Y.’a yemin verilmediği anlaşılmaktadır.

Ceza Yargılamasının amacı, somut gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bunun için başvurulan kanıtlama araçlarından biri de belgelerdir. Yargılama makamları, suç isnadı nedeniyle oluşan uyuşmazlığı çözümlerken, kendiliklerinden getirttikleri, ya da iddia ve savunma doğrultusunda sunulan belgelerin güvenilirliğini de denetlemek durumundadır. Güvenilirliğin denetlenebilmesi için, belgenin aslının, mümkün olmadığı takdirde de aslına uygunluğu yetkili makam veya kişilerce onanmış örnek ya da kopyalarının dosyaya konulması gereklidir. Nitekim Cumhuriyet Savcılıkları ile Ceza Mahkemeleri Kalem Hizmetlerinin Yürütülmesine Dair Yönetmeliğin 24. maddesinde hazırlık soruşturmasının, 59. maddesinde de davaların ayrılması halinde dosyadaki belgelerin onaylı birer örneğinin ayrılan soruşturma evrakına veya dava dosyasına konulacağı, aynı Yönetmeliğin 82. maddesinde de, mağdur, müşteki ve sanığın mahkemeye verdikleri bir belgenin istekleri nedeniyle kendilerine iadesi halinde, belgenin tasdikli örnek veya fotokopisinin dosyasına konulacağı belirtilmektedir.

Diğer yönden CYUY.nın 72 nci maddesinin 1 inci fıkrasında, bilirkişinin mütalaasını söylemeden veya raporunu vermeden önce; tarafsız bir şekilde ilim ve tekniğe uygun olarak görüşünü beyan etmek üzere yemin edeceği hükmüne yer verilmiş olup, bu hususa uyulmaması aynı Yasanın 307 nci maddesi uyarınca yasaya aykırılık oluşturmaktadır.

Açıklanan hususlardaki eksiklikler giderildikten sonra, sanığın hukuki durumunun tayin ve takdiri gerektiğinden, esası incelenmeyen Yerel Mahkeme direnme hükmünün öncelikle açıklanan bu değişik gerekçe ile bozulmasına karar” verilmiştir.

4- M a d d e 7 6

Hükmü etkileyebilecek konulardaki kuşkuların giderilmesi gerektiğine ilişkin, Ceza Genel Kurulunca verilen, 18.11.2003 gün ve 2003/5-267 E. ve 2003/278 K. sayılı kararda;

“Ceza Yargılamasının amacı maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bunun için, yargılamaya konu edilen vakıalarda kesin bir hükme varılabilmesi bakımından, hükmü etkileyebilecek hususlardaki kuşkuların kanıt denilen yargılama araçlarına başvurularak giderilmesi gerekir.

Somut olayda, mağdurenin nüfus kaydındaki doğum tarihi ile düğün fotoğrafındaki gözlenen fiziki görünümü arasında çelişki bulunması ve nüfusa geç tescil ettirilmesi karşısında, sanığın araştırılmaya değer bulunan iddiası da dikkate alınarak, mağdurenin gerçek yaşının onbeşten küçük olduğu hususundaki kuşkunun giderilmesi bakımından soruşturmanın genişletilmesi, mağdurenin doğum belgesinin onaylı örneği getirtilerek, resmi bir sağlık kuruluşunda doğmadığının anlaşılması halinde yaş belirlenmesine esas olacak kemik grafileri ile birlikte Adli Tıp Kurumuna gönderilerek olay tarihinde kaç yaşında olduğunun bilimsel biçimde tespit ettirilmesi ve gerektiğinde yaşının düzeltilmesinden sonra uygulama yapılması gereklidir.” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.

5- M a d d e 1 3 8 – 1 4 1

Ceza Yargılamasında, zorunlu savunmanın atanması ve zorunlu savunmanın bulunmadığı oturumda hüküm kurulmasına ilişkin, Ceza Genel Kurulunca verilen 4.3.2003 gün ve 2003/7-35 E. ve 2003/24 K. sayılı kararda;

“Somut olayda; Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlıklar, hüküm tarihinde onsekiz yaşını bitirmemiş olan sanığa hangi merci tarafından müdafii atanacağı ve müdafiinin bulunmadığı oturumda hüküm kurulması suretiyle savunma hakkının kısıtlanıp kısıtlanmadığı noktalarında toplanmaktadır.

İncelenen dosyaya göre;

Suç tarihinde 15-18 yaş grubu içerisinde bulunan ve halen de 18 yaşını ikmal etmemiş olan sanık A.O.O., sürücü belgesiz araç kullanmak eylemi nedeniyle yakalanarak 11.6.2002 günlü suç tutanağı ile Sulh Ceza Mahkemesine sevk edilmiş, yaşı nedeniyle CYUY.nın 135 ve 138. maddeleri uyarınca Gaziantep Barosu avukatlarından Alper Ünver mahkemece re’sen müdafii olarak atanarak, müdafii hazır olduğu halde sorgusu yapılıp önödeme önerisi tebliğ edilmiş ve duruşma 26.6.2002 tarihinde ertelenmiştir.

Sanığın önödeme önerisine uymaması nedeniyle, müdafiinin hazır olmadığı 26.6.2002 günlü oturumda, yargılamaya devam olunarak yokluklarında mahkûmiyet hükmü tesis edilmiş, gıyabi hükmün sanığa tebliği üzerine de sanık tarafından temyiz olunmuştur.

Ceza Yargılama Usulü Yasası temelde zorunlu müdafiilik sistemini benimsememiş, ancak 18.11.1992 gün ve 3842 sayılı Yasanın 15. maddesi ile CYUY.nın 138. maddesi “… sanık onsekiz yaşını bitirmemiş yahut sağır veya dilsiz veya kendisini savunamayacak derecede malul olur ve bir müdafii de bulunmazsa talebi aranmaksızın kendisine müdafii tayin edilir.” biçiminde değiştirilerek belirli bazı haller için zorunlu müdafiilik sistemine geçilmiştir.

Bu düzenleme ile sağır ve dilsizlerle, kendisini savunamayacak derecede bedensel ve zihinsel özürlü olanlar ile yaşı nedeniyle kendisini yeterince savunabilecek durumda bulunmayan sanıkların savunmalarında zaafiyete düşmelerinin önüne geçilmesi amaçlanmıştır.

Yine aynı Yasanın 17. maddesi ile CYUY.nın 140. maddesi değiştirilerek, müdafiinin “soruşturmanın veya yargılamanın yapıldığı yer barosunca tayin” edileceği esası getirilmiş, değişikliğin amacı ise madde gerekçesinde; “Tasarı ile soruşturmanın her safhasında kişiye yanında müdafii bulundurma, onunla görüşme ve hukuki yardımından yararlanma hakkı tanınmış, belirli haller için mecburi müdafiilik sistemine geçilmiştir. Bu değişiklere işlerlik kazandırmak amacıyla 140 ncı maddede değişiklik yapılması zarureti duyulmuş, müdafiin soruşturmanın veya yargılamanın yapıldığı yer barosunca tayin edilmesi esası getirilmiştir. Yeni düzenlemeye göre hazırlık tahkikatı ile duruşmaların ayrı ayrı yerlerde yapılması halinde bu yerler barosu tarafından müdafii tayin edilebilecek müdafiin yardımı o yerde yapılan soruşturmaya bağlı kalacaktır.” şeklinde açıklanmış, 141 inci maddesinde ise tâyin olunan müdafiin duruşmada hazır bulunmaması veya görevini yapmaktan kaçınması halinde, mahkemece yapılacak işlemler ve bunun yaptırımı düzenlenmiştir.

Uyuşmazlık konusu somut olayda; onsekiz yaşından küçük olan sanığa, yargılamanın yapıldığı yer barosu yerine, mahkemece re’sen müdafii atanması suretiyle CYUY.nın 140. maddesi hükmüne aykırı davranıldığı ve halen 18 yaşından küçük olan sanık hakkında müdafiinin hazır olmadığı oturumda yargılama yapılıp mahkûmiyet hükmü tesis edilerek CYUY.nın 138 ve 141. maddeleri hükümlerine muhalefet edildiği, bu şekilde yasanın emredici hükümleri uygulanmamak suretiyle sanığın savunma hakkının kısıtlandığı anlaşıldığı” gerekçesiyle Yargıtay C.Başsavcılığının itirazının kabulüne, Özel Daire onama kararının kaldırılarak Yerel Mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.

6- M a d d e 2 5 1

a) Ceza Yargılama Yasasının 251. maddesinde düzenlenen, “en son sözün sanığa verilmesi” kuralının uygulanma biçimiyle ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 25.3.2003 gün ve 2003/1-14 E. ve 2003/57 K. sayılı kararda;

“Yerel Mahkemece bozmadan sonra yapılan duruşmada 11.10.2002 günlü oturumda bozma ilamı okunarak sırasıyla katılanlar ile vekillerinden, sanıktan ve son olarak da C.Savcısından bozmaya karşı diyecekleri sorularak duruşmaya son verilmiştir.

CYUY.nın 251. maddesi uyarınca “….en son söz sanığındır.” Maddenin son fıkrasında ise, “sanık namına müdafii tarafından müdafaada bulunulsa dahi müdafaaya ilave edecek bir şeyi olup olmadığı sanığa sorulur.” hükmü yer almaktadır. Bu hüküm gereğince katılmış olduğu takdirde duruşma mutlaka son söz sanığa verilerek bitecektir. Ceza Genel Kurulunun yerleşik kararlarında da vurgulandığı üzere, savunma hakkı ile yakından ilgili bulunan bu usul kuralı buyurucu nitelikte olup uyulmaması yasaya mutlak aykırılık oluşturmaktadır. Ceza yargılamasında sanığın en önemli hakkı savunma hakkı olup, bu hak hiç bir şekilde kısıtlanamaz.

İlk defa hüküm kurulurken “son sözün sanığa verilmesi” kuralı, bozmadan sonra başlayan yargılamada da kamu davasının kesintisizlik ve süreklilik ilkesinin doğal sonucu olarak aynen geçerlidir. Çünkü, dava sonuçlanmamış yargılama devam etmektedir. Bu nedenle, “en son söz” sanığa verilmeyerek CYUY.nın 251. maddesine aykırı davranıldığı” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün diğer yönleri incelenmeksizin bozulmasına karar verilmiştir.

b) Yine Ceza Genel Kurulunun, 29.4.2003 gün ve 2003/4-67 E. ve 2003/131 sayılı karar da aynı niteliktedir.

7- M a d d e 2 6 8

a) Hükmün gerekçesi ve hüküm fıkrasında, duraksamaya yer vermeyecek biçimde açıkça gösterilmesi zorunlu olanlar nelerdir? Bunlara ilişkin olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 18.11.2003 gün ve 2003/4-252 E. ve 2003/279 K. sayılı kararda;

“Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, yakınana ait raporlar arasında, çelişki bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.

İşin esasını ilgilendiren uyuşmazlık konusunun incelenmesine geçilmesinden önce 2797 sayılı Yargıtay Yasasının 41. ve Yargıtay İç Yönetmeliğinin 27. maddesi uyarınca yapılan ön incelemede;

Yerel Mahkemece direnme kararında, sanığın etkili eylem suçundan 2 yıl 2 ay 20 gün hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verildiği, ancak hüküm fıkrasında uygulanan yasa maddesinin gösterilmediği anlaşılmaktadır.

Karar; sorun, gerekçe ve sonuç bölümlerinden oluşur. “Sorun” bölümünde maddi olay açıklanmalı, “gerekçe” kısmında delillerle sonuç arasındaki bağ, yani neden bu sonuca ulaşıldığı anlatılmalı ve hukuki nitelendirme yer almalıdır. “Sonuç-hüküm” bölümünde ise CYUY. nın 268. maddesinin 3206 sayılı Yasa ile değişik 4. fıkrası gereğince, verilen kararın ne olduğu, uygulanan yasa maddeleri, verilen ceza miktarı, yasa yollarına başvurmanın olanaklı bulunup bulunmadığı duraksamaya yer vermeyecek biçimde açıkça gösterilmelidir. Nitekim fıkrada değişiklik yapan 3206 sayılı Yasanın 57. maddesinin gerekçesinde; “268 nci maddenin dördüncü fıkrasında yapılan değişiklikle, sanığın beraatine, mahkûmiyetine, davanın reddine, davanın düşmesine ve durmasına karar verilmesi halinde; uygulanan kanun maddesinin, verilen ceza miktarının, kanun yollarına başvurmanın mümkün olup olmadığının hüküm fıkrasında açıkça gösterilmesi şartı getirilmiştir.” denilmektedir.

Buna göre, sayılan hususlara hüküm fıkrasında yer verilmemesi yasa koyucunun amacına uygun düşmeyeceği gibi, uygulamada keyfiliğe yol açacak, taraflarda tatminsizlik oluşturacak ve yargısal denetimi de güçleştirecektir.

Somut olayda, Yerel Mahkemece sanık hakkında etkili eylem suçundan hüküm kurulurken uygulanan yasa maddelerinin hükümde gösterilmemesi CYUY.nın 268/4. madde ve fıkrasındaki buyurucu kurala aykırılık oluşturmaktadır.” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün diğer yönleri incelenmeksizin bozulmasına karar verilmiştir.

b) Yine Ceza Genel Kurulunun, 23.12.2003 gün ve 2003/7-289 esas, 2003/296 sayılı kararı da aynı niteliktedir.

8- M a d d e 3 1 0

Cumhuriyet Savcılarının temyiz dilekçelerinin, hakim tarafından havale edilmesine ilişkin olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.2.3003 gün ve 2003/9-9 E. ve 2003/3 K. sayılı kararda;

“CYUY’nın 310. maddesi uyarınca C.Savcılarının temyiz dilekçelerini, hakime havale ettirdikten sonra hükmü temyiz edilen mahkemeye vermeleri gerekmektedir.

Başvuru merciinin tayinindeki hatanın, başvuranın haklarını ihlal etmeyeceğine ilişkin CYUY.nın 293. maddesi hükmü, 22.1.1962 gün ve 2/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca C.Savcıları hakkında uygulanmaz. Bu nedenle; C.Savcılarının temyiz dilekçeleri hakim tarafından havale edilerek temyiz isteğinin süresinde yapılıp yapılmadığı tespit ve belgelenmelidir.

İncelenen dosyada, hükümlü H.E.ın TCK.nun 168/2, 3713 S.Y’nın 5, TCY’nın 59 ve 4085 sayılı Kanunla değişik 3419 sayılı Kanunun 1/2. maddeleri uyarınca 1 yıl 9 ay 12 gün ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına ilişkin olan ve re’ sen temyiz incelemesine de tâbi bulunmayan Erzurum Devlet Güvenlik Mahkemesinin 29.1.2002 gün ve 58-25 sayılı direnme kararı C.Savcısı tarafından 1.2.2002 günlü dilekçe ile temyiz edilmiş, hakim havalesi taşımayan dilekçe, yazı işleri müdürünce temyiz defterine kaydedilmiştir.

Her ne kadar, dosyanın Yargıtaya gönderilmesine ilişkin formda hakim imzası bulunmakta ise de, bu havale temyiz süresinden sonraki tarihi taşımaktadır. Bu itibarla, C.Savcısının hakim havalesi bulunmayan dilekçe ile vaki temyiz isteğinin reddine karar verilmelidir.” gerekçesiyle C.Savcısının direnme kararına yönelik temyiz inceleme isteğinin CYY’nın 310 ve 317. maddeleri uyarınca reddine karar verilmiştir.

9- M a d d e 3 2 6

a) Bozmadan sonra, sanığın duruşmaya çağrılması ile ilgili olarak Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.2.2003 gün ve 2003/1-15 E. ve 2003/2 K. sayılı kararda:

“Sanık C.U.nun, kastı aşan etkili eylem sonucu ölüme neden olmak suçundan cezalandırılmasına ilişkin hüküm, Yüksek 1. Ceza Dairesince eylemin yaralama suçuna uyduğundan bahisle sanık lehine bozulmuştur. Yerel Mahkeme önceki hükmünde direnmiştir.

CYUY.nın 326. maddesinde, “Yargıtaydan verilen bozma kararı üzerine davaya yeniden bakacak mahkeme ilgililere bozmaya karşı diyeceklerini sorar.

Sanık veya müdahil ve vekillerine davetiye tebliğ olunamaması veya davetiye tebliğ olunmasına rağmen duruşmaya gelmemeleri nedeniyle bozmaya karşı beyanları tespit edilmemiş olsa dahi duruşmaya devam edilerek dava gıyapta bitirilebilir. Ancak sanık hakkında verilecek ceza, bozmaya konu olan cezadan daha ağır ise herhalde dinlenilmesi gerekir.” hükmü yer almaktadır.

Bu hüküm gereğince, bozma kararı sanık lehine olsa dahi bozmadan sonra yapılan yargılamada Yerel Mahkemece sanık, katılan ve varsa vekillerine duruşma gününü bildirir davetiye tebliğ olunmalı, duruşma gününden haberdar edilmelidirler. Yerleşmiş yargısal kararlarda da vurgulandığı üzere, tebligat yapılamaması veya davetiye tebliğ olunmasına rağmen sanığın duruşmaya gelmemesi halinde, verilecek ceza bozmaya konu olan cezadan daha hafif ise yargılamaya devam olunarak bir karar verilmelidir.

İncelenen dosya içeriğine göre;

Bozmadan sonra yapılan yargılamada 24.06.2002 günlü tensip kararı ile tutuklu olan sanığın tahliyesine karar verilmiştir. Aynı gün tahliye edilen sanığın, yoklama kaçağı suçundan aranması nedeniyle kolluk görevlilerine teslim edildiği, Yerel Mahkemece duruşmaya çağrılmadığı ve 09.09.2002 günlü oturumda katılan, C.Savcısı ve sanık vekilinin bozmaya karşı diyeceklerinin saptanması ile yetinilerek sanığın yokluğunda önceki hükümde direnme kararı verildiği anlaşılmaktadır. Sanık, hakkındaki davadan habersiz olup bu suretle savunma hakkı kısıtlanmıştır.

Bu itibarla, sanığa davetiye çıkartılıp duruşma günü bildirilmeden yargılamaya devamla yokluğunda karar verilmesi, CYUY.nın 326/2, 308/8. maddelerine aykırıdır.” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün diğer yönleri incelenmeksizin bozulmasına karar verilmiştir.

b) Yine, Ceza Yargılama Yasasının 326. maddesi ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.2.2003 gün ve 2003/1-28 E. ve 2003/5 K. sayılı kararda;

“Tasarlayarak adam öldürme suçundan sanık M.K.nin TCY’nın 448, 51/1 ve 59. maddeleri uyarınca 15 yıl ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına ilişkin Mersin 1.Ağır Ceza Mahkemesinden verilen 7.2.2001 gün ve 365-35 sayılı hüküm dosyayı inceleyen Yargıtay 1.Ceza Dairesince 21.11.2001 gün ve 2913-4278 sayı ile bozulmuştur.

Yerel Mahkeme 28.1.2002 gün ve 554-12 sayı ile; “tasarlamanın unsurları oluşmamıştır.” gerekçesi ile önceki hükümde direnmiştir.

C.Savcısı ile katılanlar vekilince temyiz edilen ve kendiliğinden temyiz incelemesine de tâbi bulunan hüküm Ceza Genel Kurulunca 4.6.2002gün ve 149-268 sayı ile; “En son sözün sanığa verilmeyerek CYUY’nın 251. maddesine aykırı davranılması” isabetsizliğinden diğer yönleri incelenmeksizin bozulmuştur.

Yerel Mahkeme bu kez 26.9.2002 gün ve 134-245 sayı ile; son sözü sanığa vererek önceki hükümdeki gerekçelerle direnmiştir.

Bu hükmün de C.Savcısı tarafından temyiz edilmesi ve re’sen de temyize tâbi bulunması üzerine dosya Yargıtay C.Başsavcılığının 17.1.2003 gün ve 169612 sayılı “bozma” isteyen tebliğnamesi ile Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca incelenmiştir.

Ceza Genel Kurulu Kararı

Yerel Mahkemenin 28.1.2002 gün ve 554-12 sayılı direnme kararı, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca, en son söz sanığa verilmeyerek CYUY’nın 251. maddesine aykırı uygulama yapılması isabetsizliğinden bozulmuş, Yerel Mahkemece bozma gereği yerine getirilerek yeniden karar verilmiştir.

Ceza Genel Kurulunun uyum ve süreklilik gösteren kararlarında da belirtildiği gibi bozma kararı ile Yerel Mahkemenin direnme hükmü tümüyle ortadan kalkmıştır.Yerel Mahkeme artık yeni ve değişik bir karar vermekte serbesttir. Bozmaya uyularak verilen kararlar da yeni bir hüküm olup, direnme kararı niteliğinde değildir. Bu nedenle öncelikle Özel Dairece incelenmesi gerekmektedir. Özel Dairece incelenmeyen bir hükmün, doğrudan doğruya ve ilk kez Ceza Genel Kurulunca incelenmesi Usul Yasasına aykırıdır.

Özel Daire görüşünün belli olduğundan bahisle tekrar dairece inceleme yapılmasının, davayı uzatacağı gibi bir düşünce de ileri sürülemez. Çünkü, Özel Daire görüşünde değişiklik olabileceği gibi, davaların uzamasını önlemek amacı ile de olsa buyurucu usul kurallarının uygulanmasından vazgeçilemez.

Öte yandan, Ceza Genel Kurulunun bozma kararına uyulduktan sonra, verilen kararın yeniden ve doğrudan Ceza Genel Kurulunca incelenmesi bu Kurulun kararlarına direnilemeyeceğine ilişkin CYUY’nın 326. maddesine aykırıdır. Zira, doğrudan doğruya Ceza Genel Kurulunca inceleme yapılması, Yerel Mahkeme kararına direnme niteliği verecek ve Ceza Genel Kurulu kararına karşı direnilmiş olacaktır. Bu belirlemeye göre, Yerel Mahkemenin son uygulaması direnme kararı olmayıp, hukuken yeni bir karar olduğu” gerekçesiyle dosyanın temyiz incelemesi yapılması için Özel Daireye gönderilmesine karar verilmiştir.

c) Ceza Yargılama Yasasının 326. maddesi ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 17.6.2003 gün ve 2003/8-185 E. ve 2003/192 K. sayılı kararda;

“Sanık H.T.’un, 6136 sayılı Yasaya aykırılık suçundan cezalandırılmasına ilişkin hüküm, Özel Dairece eksik soruşturma ile hüküm kurulduğundan bahisle sanık lehine bozulmuştur. Yerel Mahkeme önceki hükmünde direnmiştir.

CYUY.nın 326. maddesinde, “Yargıtaydan verilen bozma kararı üzerine davaya yeniden bakacak mahkeme ilgililere bozmaya karşı diyeceklerini sorar.

Sanık veya müdahil ve vekillerine davetiye tebliğ olunamaması veya davetiye tebliğ olunmasına rağmen duruşmaya gelmemeleri nedeniyle bozmaya karşı beyanları tespit edilmemiş olsa dahi duruşmaya devam edilerek dava gıyapta bitirilebilir. Ancak sanık hakkında verilecek ceza, bozmaya konu olan cezadan daha ağır ise herhalde dinlenilmesi gerekir.” hükmü yer almaktadır.

Bu hüküm gereğince, bozma kararı sanık lehine olsa dahi bozmadan sonra yapılan yargılamada Yerel Mahkemece sanık, katılan ve varsa vekillerine duruşma gününü bildirir davetiye tebliğ olunmalı, duruşma gününden haberdar edilmelidirler. Yerleşmiş yargısal kararlarda da vurgulandığı üzere, tebligat yapılamaması veya davetiye tebliğ olunmasına rağmen sanığın duruşmaya gelmemesi halinde, verilecek ceza bozmaya konu olan cezadan daha hafif ise yargılamaya devam olunarak bir karar verilmelidir.

İncelenen dosya içeriğine göre;

Bozmadan sonra yapılan yargılamada tensiple sanığın ihzaren celbine karar verilmiş, ancak 10.07.2002 günlü oturumda sanığın ihzarına cevap verilmediği belirtildikten sonra, bozmanın lehine olduğundan bahisle sanığın dinlenmesine ilişkin ara kararından vazgeçilmesine ilişkin ara kararı verilerek, sanık vekilinin dinlenmesiyle yetinilip, CYUY.nın 326 maddesine aykırı olarak gıyabında direnme kararı verilmiştir. Sanık, hakkındaki davadan habersiz olup bu suretle savunma hakkı kısıtlanmıştır.

Bu itibarla, sanığa davetiye çıkartılıp duruşma günü bildirilmeden yargılamaya devamla yokluğunda karar verilmesi, CYUY.nın 326/2, 308/8. maddelerine aykırıdır” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün diğer yönleri incelenmeksizin bozulmasına karar verilmiştir.

d) İnfaza ilişkin kararların, Ceza Yargılama Yasasının 326. maddesinin son fıkrası kapsamında, kazanılmış hakka konu olamayacağına ilişkin olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 23.9.2003 gün ve 2003/10-160 E. ve 2003/216 K. sayılı kararda; (Bu karar aynı zamanda CYY.nın 343. maddesi ile de ilgilidir)

“Somut olayda Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık, Yerel Mahkemece itirazen verilen hükümlü hakkındaki cezanın dönüştürülmesi ve Türkiye’de infaz edilmesi kararının, kazanılmış hak ilkesinin uygulanmasına konu olup olmayacağının belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümünde sağlıklı bir hukuki sonuca ulaşılabilmesi için yasal düzenlemenin ve konuya ilişkin yargısal kararların incelenmesinde yarar vardır.

3002 sayılı Türk Vatandaşları Hakkında Yabancı Ülke Mahkemelerinden Ve Yabancılar Hakkında Türk Mahkemelerinden Verilen Ceza Mahkumiyetlerinin İnfazına Dair Yasanın, “Yerine getirme kararı” başlıklı 6. maddesi “Mahkemece yabancı ülkede verilen mahkumiyet kararının aşağıda belirtilen şekilde yerine getirilmesine en geç 15 gün içinde karar verilir.

1. Yabancı mahkeme kararında sübutu kabul edilen suça, Türk kanunlarına göre verilmesi gereken ceza müeyyidesi veya bu suça en yakın ceza müeyyidesi tayin olunur. Bu suretle tayin edilen ceza miktarı yabancı mahkeme kararında tayin edilmiş ceza süresini geçemez. Fiil Türk hukukuna göre daha hafif cezayı gerektirdiği takdirde müeyyide buna göre tayin olunur.

2. Yerine getirmeyi isteyen devlette tutuklulukta veya hükümlülükte geçen süreler cezadan mahsup edilir.

Yerine getirme kararının verilmesi sırasında cezadan mahsup işlemi yapılmamış veya mahsup şartları daha sonra ortaya çıkmışsa bu hallerde de mahkemece gerekli karar verilir.”;

“Acele itiraz” başlıklı 7. maddesi “Mahkemece verilen karara karşı Cumhuriyet Savcısı, hükümlü veya vekili tarafından acele itiraz yoluna başvurulabilir. İtiraz merciinin tayininde Ceza Mahkemeleri Usulü Kanununun 299 uncu maddesi hükmü uygulanır.”;

“Yerine getirme” başlıklı 8. maddesi “Kesinleşen yerine getirme kararları genel hükümler dairesinde infaz olunur ve adli sicile kaydedilir.”;

“Kanun yolu” başlıklı 9. maddesi ise, “Mahkûmiyetin esasına taalluk eden itiraz ve taleplerin incelenmesi, hükmün esasına karar veren yabancı mahkemeye aittir.” hükümlerini taşımaktadır.

Öte yandan anılan Yasanın 7. maddesinin gerekçesinde, “Cumhuriyet Savcısı ile birlikte hükümlü veya vekili tarafından bir önceki madde gereğince mahkemece verilen karara karşı acele itiraz yoluna gidilebilmesi kabul olunmaktadır. İtiraz merciinin belirlenmesinde Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 299 uncu maddesi uygulanacaktır;

8. maddenin gerekçesinde; “Yetkili Türk mahkemesince uygulanacak ceza müeyyidesinin genel hükümler dairesinde infaz olunacağı ve adli sicile kaydedileceği belirlenmektedir.

Buna göre, mahkemece tayin olunan ceza müeyyidesi aynen Türk mahkemelerinden verilmiş bir hüküm gibi Cezaların İnfazı Hakkında 647 sayılı Kanun hükümleri dairesinde ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 395 ve müteakip maddeleri gereğince yerine getirilecektir.” açıklamalarına yer verilmiştir.

Yine 9. maddenin gerekçesi, “Mahkûmiyet hükmünün esasına taalluk eden itiraz ve taleplerin ancak hüküm devletinde incelenerek sonuçlandırılacağı kabul edilmektedir. Buna göre, bir Türk hakkında yabancı ülkede verilen mahkumiyet kararının, bu Kanun gereğince Türkiye’de infazına başlanmasından sonra, tashihi karar, muhakemenin iadesi gibi talepler, hüküm devletinde yapılacak ve sonuçlandırılacaktır. Bu halde, hükmün uygulanmamasına yol açılabilecek şekilde yabancı devlette alınacak kararlar pek tabiidir ki infaz işleminin de sona erdirilmesi sonucunu doğuracaktır.” şeklindedir.

Bu düzenlemelerden, Türk Mahkemelerince 6. maddeye göre verilen yerine getirme ve cezanın dönüştürülmesi kararlarının, niteliği itibariyle infaza ilişkin kararlar olduğu anlaşılmaktadır. Yoksa bu kararlar yargılama faaliyeti sonucunda verilen yeni bir hüküm değildir. Nitekim, sübut yönünden delil değerlendirmesi yapılamayıp, yabancı mahkeme kararında sübutu kabul edilen eylem ile bağlı kalınması zorunluluğu ve bu kararlara karşı başvurulabilecek yasa yolunun “acele itiraz” olarak belirlenmesi de bu görüşü doğrulamaktadır.

Bu belirlemeler ışığında, infaza ilişkin olan bu karaların kazanılmış hak kavramına konu olup olamayacağı sorununa gelince;

Ceza Genel Kurulunun yerleşmiş uygulamalarında, hükümlerde yer alan infaza yönelik uygulamalar ya da infaz aşamasında bu konuda verilen kararlar, kazanılmış hak ilkesinin dışında tutulmuştur. Bu husus 08.10.2002 gün ve 179-354 sayılı kararda vurgulandığı gibi;

24.4.1950 gün ve 324-124 sayılı kararda; “Ceza Muhakemeleri Usulü Yasamızın 403. maddesine göre verilen içtima kararlarının kazanılmış hak oluşturmayacağı“ ,

21.3.1977 gün ve 103-126 sayılı kararda; “infaza ilişkin bulunan hususların kazanılmış hakka konu olamayacağı” belirtilmekte,

28.3.1988 gün ve 40-137 sayılı kararda da: “Yerel Mahkemenin 11.6.1980 gün ve 9-103 sayılı kararında, iki ayrı adam öldürme suçuna ilişkin olarak sanığa verilen cezalardan Türk Ceza Kanununun 59. maddesi ile indirim yapılmış ve re’sen temyiz incelemesine tabi olan bu hüküm yalnız sanık tarafından temyiz edilmiştir.

Sanığa bu eylemlerinden dolayı tayin olunan müebbet ağır hapis cezaları Türk Ceza Kanununun “Birinci Kitap”ının “Suç ve Cezaların İçtimaı” başlıklı “Yedinci Bap”ında yer alan 70. maddesiyle içtima ettirilmesi sonucu sanığa “idam” cezası verilmişse de; infaza ilişkin olması nedeniyle, bu maddenin uygulanması suretiyle verilen kararlar, CMUK’nun 326/son maddesi kapsamında mütalaa edilemez. Başka bir deyişle, kazanılmış hakka (aleyhe bozma yasağı) konu olamaz.” denilmektedir.

Açıklanan bu ilkeler ışığında somut olay ele alınıp değerlendirildiğinde;

Atina İstinaf Mahkemesince hükümlü C.İ.’in, topluluk oluşturmak suretiyle Yunanistan’a eroin ithal etmek, bu ülkede nakletmek, bulundurmak ve satmak eylemlerinin sabit olduğunun kabul edilmiş olması karşısında, bu eylemlerinin TCY.nın 79. maddesi uyarınca tek suç oluşturacağı ve hakkında TCY.nın 403/1-6-8. madde ve fıkraları uyarınca ceza tayininin gerektiği açıktır. Yerel Mahkemece, itiraz yasa yoluna başvurulması sonucunda, dosya üzerinde yapılan incelemeyle hatalı nitelendirme yapılarak sanık hakkında TCY.nın 403/2-6-8. madde ve fıkralarının uygulanacağı hususunda infaza ilişkin olarak verilen karar yasaya aykırıdır.

“Yazılı emir”, Yargıtay denetiminden geçmeden kesinleşen kararların, Yargıtayca denetlenmesini sağlayan olağanüstü bir yasa yoludur.Bu olağanüstü yola başvurulması sonucunda dosyayı inceleyen Yargıtay Özel Dairesi, yasaya aykırılık durumunu saptaması halinde hükmü bozmakla birlikte, CYUY.nın 343. maddesi uyarınca, bozma nedenleri cezanın tamamen kaldırılmasını gerektiriyorsa, cezanın kaldırılmasına; bozma nedenleri daha hafif bir ceza verilmesini gerektiriyorsa bu cezanın ne olduğuna da karar verecektir.

Yazılı emirle bozma kararının davanın esasına ilişkin kararlara ilişkin olması halinde kural olarak yargılamanın tekrarlanması olanaksızdır. Ancak, CYUY.nın 343. maddesinin son fıkrasında bozma kararının, davanın esasını halletmeyen bir mahkeme kararı ile ilgili olması halinde yargılamanın tekrarlanacağı hükme bağlanarak bu hal ayrık tutulmuştur.

Somut olayda infaza ilişkin olarak verilen ve yasaya aykırı olan bu kararın, yazılı emir yoluyla yapılan incelemede bozulmasına, davanın esasını çözümleyen bir karar olmadığı da nazara alınarak CYUY.nın 343/son maddesi uyarınca gerekli kararın Yerel Mahkemece verilmesi için dosyanın mahalline gönderilmesi gerekmektedir.” Gerekçesiyle Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire kararının kaldırılmasına ve Adalet Bakanlığının yazılı emirle bozma isteği kabul edilerek Yerel Mahkeme kararının bozulmasına karar verilmiştir.

e) Eylemli uyma konusunda, Ceza Genel Kurulunca verilen, 30.9.2003 gün ve 2003/7-221 E. ve 2003/233 K. sayılı kararda;

“İhtiyati tedbir kararına aykırı davranmak suçundan sanığın beraatına ilişkin Yerel Mahkeme kararı, Özel Dairece, sanığın cezalandırılmasına karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle bozulmuştur. Yerel Mahkeme bozmadan sonra yaptığı yargılamada, Ödemiş Asliye Ceza Mahkemesine ait 13.03.2001 gün ve 1017-343 sayı ile ihtiyati tedbir kararına aykırı davranmak suçundan sanık Ş.E. hakkında aynı kanıtlara ve gerekçeye dayalı olarak verilen beraat kararı ile bu kararı inceleyen 7. Ceza Dairesinin 30.05.2002 gün ve 8107-8084 sayılı onama ilamının bir örneğini ve bu dava dosyasını; keza Ödemiş Asliye Ceza Mahkemesince 13.03.2001 gün ve 1233-344 sayı ile sanıklar N.Z. ve N.G. haklarında aynı suçtan dolayı aynı kanıtlar ve gerekçeye dayalı verilen beraat kararlarının ve 7.Ceza Dairesinin 14.06.2002 gün ve 10423-9229 sayılı onama ilamının örneklerini; yine Ödemiş Asliye Ceza Mahkemesince 13.03.2001 gün ve 961-342 sayı ile sanık A.Ç. hakkında aynı suçtan dolayı aynı kanıtlar ve gerekçeye dayalı verilen beraat kararı ile 7.Ceza Dairesinin 10.06.2002 gün ve 9553-8883 sayılı bozma ilamının örneklerini dosya içerisine koyduğu, bu bilgi ve belgelere dayanarak da ilk hükümde direndiği anlaşılmaktadır.

Ceza Genel Kurulunun duraksamasız uygulamalarına göre bozmadan sonra yapılan araştırmaya, incelemeye, toplanan kanıtlara, yeni ve değişik açıklama ve gerekçelere dayanılarak verilen karar, özde direnme kararı olmayıp yeni bir karardır. Bu nitelikteki bir kararın temyiz edilmesi halinde incelemenin Özel Dairece yapılması gerekir.

Özel Dairenin görüşü bellidir, tekrar inceleme yapılmasının davayı uzatacağı gibi bir görüş de ileri sürülemez. Çünkü Özel Dairenin görüşünde her zaman değişiklik olabileceği gibi davaların uzamasını önlemek amacıyla da olsa Yargılama Yasasının buyurucu nitelikteki hükümleri gözardı edilemez.

İncelenen dosyada, direnme kararına dayanak yapılan ve ilk kez tartışılan hususlar ile yeni ve değişik açıklamalar Özel Dairece denetlenmemiş, bu husustaki görüşü kararda yer almamıştır. Özel Dairece incelenmeyen bir hususun doğrudan doğruya ve ilk defa Ceza Genel Kurulunca ele alınması olanaksız olduğundan saptanan eylemli uyma” gerekçesine dayalı olarak dosyanın temyiz incelemesi yapılamak üzere Özel Daireye gönderilmesine karar verilmiştir.

10- M a d d e 3 4 3

a) Ceza Yargılama Yasasının 390. maddesinde düzenlenen “Ceza kararnamesine itiraz” ve aynı Yasanın 343. maddesinde yer alan “yazılı emir” konusunda Ceza Genel Kurulunca verilen, 23.12.2003 gün ve 2003/10-281 esas, 2003/294 sayılı kararda;

“… Çek karnelerini iade etmemek suçundan sanık E.K.’nın hakkında ceza kararnamesi düzenlenmesine ve 3167 sayılı Yasanın 13/1, TCY.nın 119. maddeleri uyarınca 327.154.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin Babaeski Sulh Ceza Mahkemesince verilen karara karşı o yer C.Savcısı tarafından itiraz yoluna başvurulması üzerine evrak üzerinde inceleme yapan Babaeski Asliye Ceza Mahkemesince 13.05.2003 gün ve 70 sayı ile; “Çek karnesini iade etmemek suçundan hakkında kamu davası açılan sanığa C.Başsavcılığınca, suç tarihinin 10.10.2002 olmasına rağmen 218.103.000 lira para cezası yerine 346.785.517 lira para cezasına ilişkin ön ödeme önerisinin tebliğ edildiği, mahkemece ön ödeme önerisinin usulüne uygun olmadığı görülerek duruşma açılıp sanığa yeniden ön ödeme önerisinde bulunularak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken usulüne uygun ön ödeme ihtaratı varmış gibi ceza kararnamesiyle sanığın cezalandırılmasına karar verildiği görülmüştür.

CMUK.nun 390/2 maddesinde itiraz üzerine asliye mahkemesi başkan veya hakimi 301, 302 ve 303. madde hükümlerine göre itirazı inceleyeceği belirtilmekte olup, bu maddeler uyarınca itirazın duruşma yapılmaksızın dosya üzerinde incelenip karara bağlanması gerekmiştir. Her ne kadar CMUK.nun 302/son maddesinde itiraz varit görülürse bunu tetkik eden merci aynı zamanda itirazın mevzuu olan mesele hakkında da karar verir denilmekte ise de itiraz hükmün esası ile ilgili olmayıp usulü bir işlemle ilgili olduğundan, sanık hakkında duruşma açılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekeceğinden, evrak üzerinde itirazı inceleyen merciinin ancak ceza kararnamesini iptal ederek bu konuda mahkemesince karar verilmesine karar verebileceğinden” gerekçesiyle itirazın kabulüne, sulh ceza mahkemesinin ceza kararnamesinin iptaline ve duruşma açılarak sanığa ön ödeme önerisinde bulunularak sonucuna göre bir hüküm kurulması için dosyanın Babaeski Sulh Ceza Mahkemesine iadesine karar verilmiştir.

Adalet Bakanlığının 04.08.2003 tarih ve 36843 sayı ile yazılı emirle bozma talebi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 10. Ceza Dairesince 06.10.2003 gün ve 4972-19968 sayı ile;

“Ceza kararnamesi ile sanık hakkında ağır para cezası hükmedilmiş bulunmasına ve itirazın kabul edilerek ceza kararnamesinin kaldırılmasına karar verilmiş olmasına göre, CMUK.nun 390/3. maddesi hükmü doğrultusunda 302/2. maddesi uyarınca itirazın mevzuu olan mesele hakkında da bir karar verilmesi gerektiği gözetilmeksizin, duruşma açılması için dosyanın Sulh Ceza Mahkemesine gönderilmesine dair, yazılı şekilde karar verilmiş olunmasında isabet görülmediğinden bahisle;

CMUK.nun 343. maddesi uyarınca anılan kararın bozulması lüzumu Yüksek Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü ifadeli 04.08.2003 gün ve 36843 sayılı yazılı emirlerine müsteniden ihbar ve mevcut evrak Yargıtay C.Başsavcılığının 09.09.2003 gün ve YE. 131910 sayılı tebliğnamesi ile daireye gönderilmekle incelendi ve aşağıdaki karar tespit edildi.

Yazılı emre dayanan ihbarnamede ileri sürülen düşünce yerinde görüldüğünden Babaeski Asliye Ceza Mahkemesinden verilen 13.05.2003 gün ve 2003/70 müt. sayılı kararının CMUK.nun 343. maddesi uyarınca bozulmasına, Babaeski Sulh Ceza Mahkemesinin 21.04.2003 gün ve 2003/73 esas, 2003/83 karar sayılı ceza kararnamesi ile yükletilen cezanın yerine getirilmesine yer olmadığına” karar verilmiştir.

Yargıtay C.Başsavcılığı ise 17.11.2003 gün ve 131910 sayı ile;

“Babaeski Sulh Ceza Mahkemesinin TCK. 119. maddesine uygun ön ödeme tebligatı yapılmadığı halde, ceza kararnamesi ile cezayı 1/2 oranında artırması yasaya aykırı olduğundan ve cezalandırılmanın ön koşulu gerçekleşmediğinden, C.Savcısının bu karara karşı itirazı üzerine, Babaeski Asliye Ceza Mahkemesinin, ceza kararnamesinin ortadan kaldırılmasına ilişkin kararının isabetli olduğu görüşündeyiz.

Mahkemenin, ön ödeme uyarısında bulunulmak ve sonucuna göre karar verilmek üzere dosyanın Sulh Ceza Mahkemesine ilişkin kararına gelince:

Asliye Ceza Mahkemesinin duruşma açmadan, ön ödeme ihtaratında bulunması hukuken imkansız olduğuna göre, yargılamanın ön koşulu olan ve sanığın lehine bulunan ön ödeme uyarısı yapılmadan, itiraz konusu mesele hakkında karar vermesi, davanın esasına hükmetmesi de mümkün değildir.

Bu mahkemenin itiraz üzerine duruşma açarak, yeniden sanığa ön ödeme uyarısında bulunması, sonucuna göre hüküm kurması ve bu şekilde Sulh Ceza Mahkemesinin görevini üstlenmesi ise, CMUK.nun 302/1 maddesindeki “itiraz hakkında duruşma yapılmaksızın karar verilir” hükmü ile bağdaşmadığından, Babaeski Asliye Ceza Mahkemesinin “duruşma açılması için dosyanın Sulh Ceza Mahkemesine gönderilmesine” ilişkin kararının yasaya uygun olduğu ve bu kararla ilgili yazılı emir isteminin isabetsiz bulunduğu, reddine karar verilmesi gerektiği düşüncesindeyiz.

Bu nedenle;

1- Yüksek Dairenin, yazılı emir isteminin reddi yerine, öne sürülen düşünceyi yerinde görerek Babaeski Asliye Ceza Mahkemesinin, itiraz konusu hakkında karar vermediği gerekçesiyle mahkeme kararını bozmasının yasaya aykırı olduğu görüşündeyiz.

2- Ayrıca, Özel Dairenin, cezanın çektirilmemesine ilişkin kararının da yasaya uygun olmadığı düşüncesindeyiz.

Şöyle ki;

A) Yüksek Dairenin cezanın çektirilmemesine karar verebilmesi için bozulan kararın, davanın esasını çözümleyen kararlardan olması gerekir. Asliye Ceza Mahkemesinin, ön ödeme tebligatındaki usulsüzlüğe rağmen cezanın artırılmasındaki isabetsizlik nedeniyle, ceza kararnamesinin ortadan kaldırılmasına, sulh ceza mahkemesince bu eksikliğin giderilmesine ilişkin kararı usul hükmü ile ilgili olup, “mahkûmiyet”, “beraat”, “af” veya “davadan feragat” nedeniyle “düşme” kararları gibi davanın esasını çözümleyen ve sonuçlandıran mahkeme kararlarından değildir. (Yrg. İçt. Birl. Krl.nun 3.6.1936 gün ve 129/11 K.)

Özel Dairenin, Asliye Ceza Mahkemesinin, itiraz konusu mesele hakkında karar vermesi gerektiğini kabul ettiğine göre, CMUK.nun 343/son madde ve fıkrası hükmü uyarınca, bu eksiklik giderilmek ve karar verilmek üzere dosyanın mahkemesine gönderilmesi kararı yerine, davanın esasını çözümleyen kararlarla ilgili, CMUK.nun 343/4-5 maddesi, 1 nolu bendi hükmüne göre “cezanın çektirilmemesine” karar vermesinin yasaya aykırı olduğu görüşündeyiz.

B) Esasen; itiraz mercii C.Savcısının itirazını kabul ederek, ceza kararnamesini kaldırmakla ortada ceza hükmü kalmadığından, yerine getirilmesi de söz konusu olamaz. Yüksek Dairenin cezanın çektirilmemesine ilişkin kararı, hem bozma nedeni ile hem de mevcut durumla, yani itiraz merciinin ceza kararnamesinin kaldırılması kararı ile çelişmektedir. Bu yönden de kararın isabetli olmadığı düşüncesindeyiz.” görüşüyle itiraz yoluna başvurarak Özel Daire kararının kaldırılmasına ve yazılı emirle bozma isteminin reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Dosya Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.

Ceza Genel Kurulu Kararı

Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık;

1- Sulh Ceza Hakiminin ceza kararnamesini itiraz üzerine inceleyen Asliye Ceza Hakiminin itirazın kapsamına göre esas hakkında bir karar vermesinin gerekli olup olmadığı,

2- Birinci itiraz nedeninin çözümüne bağlı olarak da cezanın çektirilmemesine karar verilip verilmeyeceğinin belirlenmesi noktalarında toplanmaktadır.

Birinci itiraz nedeninin incelenmesinde;

Uyuşmazlığın çözümünde sağlıklı bir hukuki çözüme ulaşılabilmesi için konuya ilişkin yasal düzenlemelerin incelenmesinde yarar vardır.

CYUY.nın “Ceza Kararnamesine İtiraz” başlığını taşıyan 390. maddesinde; “Ceza kararnamesi ile hafif hapis cezasına hükmedilmişse itiraz üzerine duruşma yapılır. Şu kadar ki, sanık duruşmadan evvel itirazından vazgeçerse duruşmaya mahal kalmaz.

Duruşmada sanığı müdafii temsil edebilir. Hakim itiraz üzerine vereceği hükümde evvelki karar ile bağlı değildir.

Ceza kararnamesiyle hafif veya ağır para cezasına ya da muayyen bir meslek veya sanatın tatiline veya müsadereye yahut bunlardan birkaçına veya hepsine hükmedilmişse itiraz üzerine asliye mahkemesi başkan veya hakimi 301,302 ve 303 ncü madde hükümlerine göre itirazı inceler. Bu halde itiraz dilekçesinin verilmesi, aleyhine itiraz olunan ceza kararnamesinin icrasını durdurur. Ceza kararnamesi ile hafif hapis cezasına hükmedilmişse itiraz üzerine duruşma yapılır. Şu kadar ki, sanık duruşmadan evvel itirazından vazgeçerse duruşmaya mahal kalmaz.” hükmü yer almaktadır.

İtirazın nasıl inceleneceği konusunda bu maddenin yollama yaptığı 302. maddede ise, “Kanunda yazılı olan haller müstesna olmak üzere itiraz hakkında duruşma yapılmaksızın karar verilir. Şu kadar ki icabında Cumhuriyet Müddeumumisi dinlenir.

İtiraz varit görülürse bunu tetkik eden merci aynı zamanda itirazın mevzuu olan mesele hakkında da karar verir.” hükmünü taşımaktadır.

Sanık hakkında ceza kararnamesi ile ağır para cezasına hükmedilmiş olması karşısında artık itirazın Asliye Ceza Hakimince inceleneceği açıktır. Asliye Ceza Mahkemesi Hakimi yapacağı inceleme sonucunda, itiraz nedenlerinin yerinde olduğu sonucuna varırsa, madde hükmünün açıklığı karşısında, artık kendisi itiraz konusunda bir karar verecektir. Bir başka anlatımla yeni bir karar verilmesi için dosyayı, kararını incelediği mahkemeye göndermesine yasal olarak olanak yoktur. Eksik ya da hatalı gördüğü işlemi kendisi ıslah ederek, aykırılığı çözüp sonucuna göre bir karar verecektir. Nitekim öğretide yaygın olan görüş de aynı doğrultudadır. (KUNTER-YENİSEY, Ceza Muhakemesi Hukuku, 11. Bası, sh.1052; CENTEL-ZAFER, Ceza Muhakemesi Hukuku, sh.594; ÖZTÜRK-ERDEM-ÖZBEK, Uygulamalı ceza Muhakemesi Hukuku, 5. Bası, sh.780)

Somut olayda, hazırlık soruşturması aşamasında usulüne uygun ön ödeme ihtaratı yapılmadan kamu davası açıldığı ve bu durum nazara alınmadan sanık hakkında ceza kararnamesi düzenlendiği nazara alındığında, itiraz mercii olan Asliye Ceza Hakimi, sanığa usulüne uygun bir şekilde ön ödeme ihtaratı yaparak sonucuna göre kendisi karar vermelidir. Yoksa bu işlemin tamamlanması ve yeni bir karar verilmesi için, kararını incelediği mahkemeye gönderemez.

Bu itibarla Yargıtay C.Başsavcılığının birinci itiraz nedeninin reddine karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan bir kurul üyesi ise Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının haklı nedenlere dayandığını ve kabulüne karar verilmesi gerektiği görüşüyle karşı oy kullanmıştır.

İkinci itiraz nedeninin incelenmesinde;

“Yazılı emir”, Yargıtay denetiminden geçmeden kesinleşen kararların, Yargıtayca denetlenmesini sağlayan olağanüstü bir yasa yoludur.Bu olağanüstü yola başvurulması sonucunda dosyayı inceleyen Yargıtay Özel Dairesi, yasaya aykırılık durumunu saptaması halinde hükmü bozmakla birlikte, CYUY.nın 343. maddesi uyarınca, bozma nedenleri cezanın tamamen kaldırılmasını gerektiriyorsa, cezanın kaldırılmasına; bozma nedenleri daha hafif bir ceza verilmesini gerektiriyorsa bu cezanın ne olduğuna da karar verecektir.

Yazılı emirle bozma kararının davanın esasına ilişkin kararlara ilişkin olması halinde kural olarak yargılamanın tekrarlanması olanaksızdır. Ancak, CYUY.nın 343. maddesinin son fıkrasında bozma kararının, davanın esasını halletmeyen bir mahkeme kararı ile ilgili olması halinde yargılamanın tekrarlanacağı hükme bağlanarak bu hal ayrık tutulmuştur.

3.6.1936 gün ve 129/11 sayılı İçtihadı Birleştirme kararında ise “mahkûmiyet ve beraat kararı ile zamanaşımı, af ve davadan vazgeçme gibi düşme sebeplerine dayanılarak verilen kararların davanın esasını halleden kararlardan olduğu belirtilmiştir.

Bu İçtihadı Birleştirme kararından da anlaşılacağı üzere davanın esasını halleden ve temyiz edilmeksizin kesinleşen bir karar, kanun yararına bozma isteminin kabulü sonucunda bozulduğunda, tekrar yargılama olanağı bulunmadığından bozma nedeni cezanın tamamen kaldırılmasını gerektiriyorsa cezanın çektirilmemesine de karar verilecek, cezanın tamamen çektirilmemesini gerektirmeyip daha hafif bir cezanın uygulanmasını gerektirdiği takdirde ise uygulanacak ceza kararda gösterilecektir.

İnceleme konusu somut olayda sanığa usulüne uygun bir şekilde ön ödeme ihtaratı yapılmadığı saptanmıştır. Sanığa ceza verilip verilmeyeceği hususu, ancak usulünce yapılacak ön ödeme ihtaratının sonucuna bağlıdır. İtiraz mercii tarafından saptanan bu aykırılık ve verilen kararın niteliği nazara alındığında, uyuşmazlığın esasını halleden bir karar verilmemiştir. Yukarıda açıklanan İçtihadı Birleştirme kararı ve yerleşmiş yargısal kararlarda da vurgulandığı üzere, artık cezanın çektirilmemesine değil, eksik husus tamamlanarak sonucuna göre bir karar verilmek üzere dosyanın yerine gönderilmesine karar verilmelidir.

Bu itibarla Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının ikinci itiraz nedeninin bu değişik gerekçe ile kabulüne karar verilmelidir …” gerekçesiyle ve açıklanan nedenlerle, Yargıtay C.Başsavcılığının

Birinci itiraz nedeninin REDDİNE,

İkinci itiraz nedeninin değişik gerekçe ile kabulüne, itiraz mercii olan Babaeski Asliye Ceza Mahkemesince sanığa yasa ve usule uygun ön ödeme ihtaratı yapılarak sonucuna göre bir karar verilmek üzere, dosyanın yerine gönderilmesine karar verilmiştir.

b) Ceza Yargılama Yasasının 343. maddesi uyarınca, kararın Kanun yararına bozulması istemi yerinde görülerek kararın bozulmasına, sanığın “beraatına, hakkında verilen cezanın çektirilmemesine” karar verilip verilemeyeceğine ilişkin, Ceza Genel Kurulunca verilen, 30.12.2003 gün ve 2003/6-295 esas, 2003/300 sayılı kararda;

“… Memura yalan beyanda bulunmak suçundan sanık H.İ.’nin TCY.nın 343/1, 647 sayılı Yasanın 4. maddeleri uyarınca 2.400.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin Samsun 3. Asliye Ceza Mahkemesince 28.12.1998 gün ve 1094-1291 sayı ile verilen kararın katılan idare vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 6. Ceza Dairesince 07.05.2001 gün ve 7961-7676 sayı ile;

“1- Davasını vekille kovuşturan müdahil yararına vekalet ücretine hükmedilmemesi,

2- Gerekçeli karar başlığında suç tarihinin 30.3.1997 yerine yazılı şekilde belirtilmesi” isabetsizliğinden hükmün bozulmasına karar verilmiştir.

Yerel Mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda 13.09.2001 gün ve 765-772 sayı ile bu kez sanığın TCY.nın 343/1, 59, 647 sayılı Yasanın 4. maddeleri uyarınca 2.000.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiştir.

Bu kararın sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yerel Mahkemece, süresinden sonra yapılan temyiz isteğinin CYUY.nın 315. maddesi uyarınca reddine ilişkin ek karar verilmiş, bu kararın da sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 6. Ceza Dairesince 04.03.2003 gün ve 17535-533 sayı ile kararın onanmasına karar verilmiştir.

Adalet Bakanlığının 16.06.2003 tarih ve 29237 sayı ile yazılı emirle bozma talebi üzerine, davayı esastan inceleyen Yargıtay 6. Ceza Dairesince 29.09.2003 gün ve 6257-5940 sayı ile;

“Sanık hakkında Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu görevlilerine yalan beyanda bulunduğu iddiası ile kamu davası açılmış bulunmasına göre, anılan kurum çalışanlarının memur niteliğinde bulunmadığından TCK.nun 343. maddesinde öngörülen memura yalan beyanda bulunmak suçunun unsurları yönünden oluşmadığı gözetilmeden beraatı yerine yazılı şekilde mahkûmiyetine karar verilmesinde isabet görülmemiş olduğundan bahisle CMUK.nun 343. maddesi uyarınca anılan kararın bozulması dairemizden istenilmiştir.

Kanun yararına bozma istemine dayanan Yargıtay C.Başsavcılığının ihbar yazısı incelenen dosya içeriğine göre yerinde görüldüğünden kabulü ile yalan beyan suçundan sanık H.İ. hakkında Samsun 3. Asliye Ceza Mahkemesinden verilip kesinleşen 13.9.2001 tarih ve 2001/765-772 sayılı kararın CMUK.nun 343. maddesi gereğince bozulmasına, TCK.nun 279. maddesine göre; Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumunun görevlileri memur niteliğini taşımadığı bu nedenle eylemin yasal öğelerinin gerçekleşmediğinin anlaşılması karşısında sanığın beraatına, hakkında verilen cezanın çektirilmemesine” karar verilmiştir.

Yargıtay C.Başsavcılığı ise 10.12.2003 gün ve 103508 sayı ile;

“Yazılı Emir ile Bozma” kurumunun çerçevesi CMUY.nın 343. maddesinde çizilmiştir. Bu maddenin hükmüne göre, yazılı emir ile bozma kurumu olağanüstü bir yasa yolu olduğu öğretide ve uygulamada kabul edilmektedir. Yargıtayca incelenmeden kesinleşen kararlarda yasaya aykırılık saptandığı durumlarda karar aleyhe etki etmemek üzere bozulur.

Eğer bozma kararı hükümlüler lehindeyse bu durumda yapılması gereken işlem iki başlık altında açıkça belirlenmiştir:

a) Bozma nedeni hükümlünün cezasının tümüyle kaldırılmasını gerektiriyorsa, önce verilen cezanın çektirilmemesine karar verilir.

b) Bozmadan sonra hükümlünün cezasının tümüyle kaldırılmasını gerektirmeyip de daha hafif bir cezanın uygulanması gerekiyorsa infazı gereken ceza kararda gösterilir.

Bu hükümler açıkça göstermektedir ki, yazılı emir yoluyla aleyhe etki etmemek üzere bozma kararı ile birlikte, bozma hükümlü lehinde ise cezanın çektirilmemesine karar verilir ya da çektirilecek ceza kararda gösterilir. CMUY.nın 353. maddesinde yazılı beraat kararı ancak esas mahkemesi tarafından verilebileceği kanısına varıldığı” görüşüyle itiraz yoluna başvurarak Özel Daire kararından “sanığın beraatına” ibaresinin çıkartılmasına karar verilmesini talep etmiştir.

Dosya Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.

Ceza Genel Kurulu Kararı

Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık; yazılı emirle bozma talebinde bulunulması üzerine yapılan incelemede “beraat” kararı verilip verilemeyeceğinin belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

“Yazılı emir”, Yargıtay denetiminden geçmeden kesinleşen kararların, Yargıtayca denetlenmesini sağlayan olağanüstü bir yasa yoludur. Bu olağanüstü yola başvurulması sonucunda dosyayı inceleyen Yargıtay Özel Dairesi, yasaya aykırılık durumunu saptaması halinde hükmü bozmakla birlikte, CYUY.nın 343. maddesi uyarınca, bozma nedenleri cezanın tamamen kaldırılmasını gerektiriyorsa cezanın çekilmemesini; bozma nedenleri daha hafif bir ceza verilmesini gerektiriyorsa bu cezanın ne olduğunu kararında gösterecektir. Özel Dairenin beraat kararı verilmesi gerektiğini saptaması doğal olarak cezanın da ortadan kaldırılmasını zorunlu kılar. Bu halde Özel Dairece “beraate” değinilmesinde yasaya aykırılıktan sözetmeye olanak yoktur.

Yine yazılı emirle bozma kararının davanın esasına ilişkin kararlara ilişkin olması halinde kural olarak yargılamanın tekrarlanması olanaksızdır. Ancak, CYUY.nın 343. maddesinin son fıkrasında bozma kararının, davanın esasını halletmeyen bir mahkeme kararı ile ilgili olması halinde yargılamanın tekrarlanacağı hükme bağlanarak bu hal ayrık tutulmuştur.

3.6.1936 gün ve 129-11 sayılı İçtihadı Birleştirme kararında ise “mahkûmiyet ve beraat kararı ile zamanaşımı, af ve davadan vazgeçme gibi düşme sebeplerine dayanılarak verilen kararların davanın esasını halleden kararlardan olduğu belirtilmiştir.

Bu İçtihadı Birleştirme kararından da anlaşılacağı üzere davanın esasını halleden ve temyiz edilmeksizin kesinleşen bir karar, kanun yararına bozma isteminin kabulü sonucunda bozulduğunda, tekrar yargılama olanağı bulunmadığından bozma nedeni cezanın tamamen kaldırılmasını gerektiriyorsa cezanın çekilmemesine de karar verilecek, cezanın tamamen çekilmemesini gerektirmeyip daha hafif bir cezanın uygulanmasını gerektirdiği takdirde ise uygulanacak ceza kararda gösterilecektir. Nitekim bu konu öğretide de değerlendirilmiş ve yazılı emir yoluyla yapılan incelemede bozma kararı verildiğinde, yeniden yargılama yapma olanağı bulunmadığından, hatalı kararın da ıslah edilmesi gerektiği belirtilmiştir. (Kunter-Yenisey, Ceza Muhakemesi Hukuku, 11. Bası, sh.1204)

Suçun unsurlarının gerçekleşmediğinin saptanması halinde Yargıtayca verilecek ıslah kararı cezanın tamamen çekilmemesi, bir başka anlatımla “beraat” kararı olmalıdır. Çünkü, artık Yerel Mahkeme hükmünün, tüm sonuçları ile birlikte ortadan kalkması gerekmektedir. Hukuka uygun olduğu belirlenen bir eylem nedeniyle yalnızca yasa maddesinde yer almadığından bahisle beraat kararı verilmemesi, ceza hukukunun amacı olan maddi gerçeğe ulaşmayı da engelleyecektir. Aksinin kabulü ile yalnızca cezanın çekilmemesine karar verilmesi ile yetinilmesi durumunda, suçun unsurlarının oluşmadığı, sanığın hukuka aykırı bir eyleminin bulunmadığı belirlenerek hüküm bozulduğu halde, tüm sonuçları ortadan kalkmayacağından, örneğin sabıka kaydında yer alması nedeniyle, dolaylı olarak aleyhe sonuç doğurmaya devam edebilecektir. Öğretide de Kunter ve Yenisey, Ceza Muhakmesi Hukuku adlı eserlerinde, Yargıtayca verilebilecek ıslah kararlarını düzenleyen CYUY.nın 322. maddesi ile ilgili açıklamalarında, maddenin 4. bendinde yer alan “…hiç ceza hükmolunmaması gerekirse” ibaresinin, “beraata hükmolunması gerekirse” şeklinde yazılmamasını, yasada bu tür bir karar çeşidi bulunmadığını söyleyerek eleştirmiş ve Yargıtayca beraat kararı verilen örneklerin doğru olduğunu belirtmişlerdir. (11. Bası, sh.1147-1153) Kaldı ki, yargısal kararlarda da beraata hükmedilmiş örnekler vardır. Ceza Genel Kurulunun 20.09.1993 gün ve 201-201 sayılı kararında sanıkların beraatlarına ve ayrıca cezanın çektirilmemesine karar verilmiştir.

İnceleme konusu somut olayda, sanığa yüklenen memura yalan beyanda bulunmak suçunun yasal unsurlarının bulunmadığı saptanmıştır. Sanığın eyleminin hukuka aykırılık oluşturmadığı bu durumda, beraatına karar verilmesi gerekmektedir. Bu itibarla Özel Dairece, suçun unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle Yerel Mahkemenin hükmü bozulmakla birlikte sanığın beraatına karar verilmesi isabetli olup, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir…” gerekçesiyle itirazın reddine karar verilmiştir.

c) Yine Ceza Yargılama Yasasının 343. maddesinde düzenlenen “yazılı emir” konusu ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 30.12.2003 gün ve 2003/9-297 esas, 2003/301 sayılı kararda;

“… Manisa Sulh Ceza Mahkemesince 31.03.2003 gün ve 2012-300 sayı ile Dernekler Yasasına aykırı davranmak suçundan sanıklar haklarında ceza kararnamesi düzenlenmesine ve 2908 sayılı Yasanın (…) 86, TCY.nın 119 ve 81/1-3. maddeleri uyarınca (…) lira ağır para cezasıyla cezalandırılmalarına karar verilmiştir.

Adalet Bakanlığının 25.09.2003 tarih ve 43909 sayı ile yazılı emirle bozma talebi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 9. Ceza Dairesince 03.11.2003 gün ve 2074-1958 sayı ile;

“2908 sayılı Kanuna aykırı eylemlerin, anılan Kanunun hükümlerine tabi olduğu ve ceza kararnamesi ile sonuçlandırılmasının mümkün bulunmadığı gözetilmeden, yazılı şekilde karar verilmesinde isabet görülmediğinden bahisle, CMUK.nun 343. maddesi uyarınca bozulması lüzumu Yüksek Adalet Bakanlığının 25.9.2003 gün ve 43909 sayılı yazılı emrine atfen, Yargıtay C.Başsavcılığının 8.10.2003 gün ve YE. 165605 sayılı tebliğnamesi ile daireye ihbar ve dava evrakı tevdii kılınmakla incelendi.

Yazılı emre atfen düzenlenen tebliğnamedeki bozma isteği incelenen dosya kapsamına nazaran yerinde görüldüğünden Manisa Sulh Ceza Mahkemesinin 31.3.2003 tarih ve 2002/2012 E- 2003/300 sayılı kararının aleyhe sonuç doğurmamak koşuluyla CMUK.nun 343. maddesi uyarınca bozulmasına, 6.5.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4854 sayılı Bazı Kanunlardaki Cezaların İdari Para Cezasına Dönüştürülmesine Dair Kanunun 1. maddesinin A-33 bendi ile 2908 sayılı Yasanın 86. maddesinde yapılan değişiklik ve anılan Yasanın 1. maddesinin 2. fıkrası ve geçici 1. maddesi hükmü uyarınca müteakip işlemlerin mahallinde yapılmasına” karar verilmiştir.

Yargıtay C.Başsavcılığı ise 10.12.2003 gün ve 165605 sayı ile;

“ “Yazılı Emir ile Bozma” kurumunun çerçevesi CMUY.nın 343. maddesinde çizilmiştir. CMUY.nın 343. maddesi, yazılı emirle bozma talebinin kabulü halinde verilen bozma kararının etkileri bakımından bozmanın, ilgililerin lehine olup olmamasını göz önüne alarak bir ayırıma gitmiş bulunmaktadır. Buna göre;

Davanın esasını kapsayacak şekilde verilen bozma kararı, şayet ilgililerin aleyhine ise, bu bozma aleyhe etki etmez. Örneğin, bozma sonucunda daha ağır bir cezanın verilmesi gerektiği ortaya çıkacak olur ki, bu durum hükümlünün aleyhine olarak, onun durumunu ağırlaştıramaz. Eğer daha hafif ceza verilmesi gerekiyorsa bu cezanın kararda gösterilmesiyle yetinilecektir.

Yukarıda açıklandığı üzere, Yasa, Yargıtayın verdiği yazılı emirle bozmanın ilgililerin lehine olması halinde, duruma göre, önceki cezanın çektirilmemesi, hükmün kaldırılması veya daha az ceza verilmesi yolunda karar vermesini (kararı yazmasını) zorunlu kılmaktadır. Bunun nedeni, davanın esasını çözmeyen kararlar ayrık olmak üzere, bozma kararı kendisinden gönderilen ilk derece mahkemesinin yeni bir karar almasına veya herhangi bir işlem yapmasına gerek bırakmamaktır.

Sonuç olarak, gerek öğretide gerekse uygulamada kabul edildiği gibi, davanın esasına ilişkin verilen ve kesinleşmiş kararların CMUY.nın 343. maddesi uyarınca bozulmasından sonra dosyanın, gerek yargı makamlarında ve gerekse idare tarafından yeniden ele alınarak esasa ilişkin bir karar vermeleri olanağı yoktur.

Bu ilke somut olaya uygulandığında, Manisa Sulh Ceza Mahkemesinin 31.3.2003 gün ve 2002/2012-2003/300 sayılı kararı davanın esasını halleden kararlardandır. Bu kararın bozulmasına ve cezanın çektirilmemesine karar verilmesi yerindedir ve yeterlidir. Yukarıda belirtildiği gibi, esasa ilişkin kararın yazılı emir ihbarı üzerine bozulmasından sonra idarenin işi ele alarak yeniden esasa ilişkin bir karar verme olanağı bulunmadığından, “6.5.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4854 sayılı Bazı Kanunlardaki Cezaların İdari Para Cezasına Dönüştürülmesine Dair Kanunun 1. maddesinin A-33 bendi ile 2908 sayılı Yasanın 86. maddesinde yapılan değişiklik ve anılan Yasanın 1. maddesinin 2. fıkrası ve geçici 1. maddesi hükmü uyarınca müteakip işlemlerin mahallinde yapılmasına” cümlesinin kararda yer almaması gerekirdi. Aksi halde, CMUY.nın 343. maddesi son fıkrası koşulları gerçekleşmemiş bulunmasına karşın, dosyanın idare tarafından yeniden ele alınarak hükümlü hakkında idari para cezası verilmesi sonucunu ortaya çıkaracağından, hükümlü aleyhine böylesine bir uygulamanın anılan maddenin söylemine ve amacına ters düşeceği açıktır.” görüşüyle itiraz yoluna başvurarak Özel Daire kararından “6.5.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4854 sayılı Bazı Kanunlardaki Cezaların İdari Para Cezasına Dönüştürülmesine Dair Kanunun 1. maddesinin A-33 bendi ile 2908 sayılı Yasanın 86. maddesinde yapılan değişiklik ve anılan Yasanın 1. maddesinin 2. fıkrası ve geçici 1. maddesi hükmü uyarınca müteakip işlemlerin mahallinde yapılmasına” ibaresinin çıkartılmasına ve “cezanın çektirilmemesine” cümlesinin eklenmesine karar verilmesini talep etmiştir.

Dosya Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.

Ceza Genel Kurulu Kararı

…. Derneği başkan ve yönetim kurulu üyeleri olan sanıkların, dernek denetim komisyonu üyelerince düzenlenen denetleme raporuna göre, Dernekler Yasasının 16, 27 ve 62. maddeleri ile Dernek Gelirlerinin Toplanmasında Kullanılan Alındı Belgeleri Hakkında Yönetmelik hükümlerine aykırı davrandıkları, sanıklara ön ödeme ihtaratı yapıldığı ancak yasal sürede ödemede bulunmadıkları iddiasıyla açılan kamu davasında, Manisa Sulh Ceza Mahkemesince sanıkların eylemi sabit görülerek evrak üzerinde yapılan inceleme sonucunda ceza kararnamesi düzenlenmesine ve sanıkların cezalandırılmalarına karar verilmiştir.

Somut olayda Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık; yazılı emirle bozma isteminin kabulü ile bozma kararı verilmesi halinde cezanın çektirilmemesine de karar verilmesinin gerekip gerekmediğinin belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

“Yazılı emir”, Yargıtay denetiminden geçmeden kesinleşen kararların, Yargıtayca denetlenmesini sağlayan olağanüstü bir yasa yoludur.Bu olağanüstü yola başvurulması sonucunda dosyayı inceleyen Yargıtay Özel Dairesi, yasaya aykırılık durumunu saptaması halinde hükmü bozmakla birlikte, CYUY.nın 343. maddesi uyarınca, bozma nedenleri cezanın tamamen kaldırılmasını gerektiriyorsa, cezanın kaldırılmasına ve ayrıca cezanın çektirilmemesine; bozma nedenleri daha hafif bir ceza verilmesini gerektiriyorsa bu cezanın ne olduğuna da karar verecektir.

Yazılı emirle bozma kararının davanın esasına ilişkin kararlara ilişkin olması halinde kural olarak yargılamanın tekrarlanması olanaksızdır. Ancak, CYUY.nın 343. maddesinin son fıkrasında bozma kararının, davanın esasını halletmeyen bir mahkeme kararı ile ilgili olması halinde yargılamanın tekrarlanacağı hükme bağlanarak bu hal ayrık tutulmuştur.

3.6.1936 gün ve 129-11 sayılı İçtihadı Birleştirme kararında ise “mahkûmiyet ve beraat kararı ile zamanaşımı, af ve davadan vazgeçme gibi düşme sebeplerine dayanılarak verilen kararların davanın esasını halleden kararlardan olduğu belirtilmiştir.

Bu İçtihadı Birleştirme kararından da anlaşılacağı üzere davanın esasını halleden ve temyiz edilmeksizin kesinleşen bir karar, kanun yararına bozma isteminin kabulü sonucunda bozulduğunda, tekrar yargılama olanağı bulunmadığından bozma nedeni cezanın tamamen kaldırılmasını gerektiriyorsa cezanın çektirilmemesine de karar verilecek, cezanın tamamen çektirilmemesini gerektirmeyip daha hafif bir cezanın uygulanmasını gerektirdiği takdirde ise uygulanacak ceza kararda gösterilecektir.

2908 sayılı Dernekler Yasasının 74/2. maddesi uyarınca, bu yasada düzenlenen suçlarda 3005 sayılı Yasa gereğince yargılama yapılacağı, bu nedenle de duruşma açılarak yargılamanın sürdürülmesi gerektiği açıktır. Yerel Mahkemece ceza kararnamesi düzenlenmesi olanaksız olup, yargılama kurallarına uygun olmaması nedeniyle yasaya açık aykırılık oluşturmaktadır. Özel Dairece, Yerel Mahkeme kararının bozulması yerinde olup, bu bozma kararı sanıklara ceza verilmemesini gerektirecek nitelikte de değildir.

Öte yandan, 06.05.2003 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4854 sayılı Yasanın 1/A maddesinin 33. bendi ile sanıklar hakkında cezanın belirlenmesinde uygulanan 2908 sayılı Yasanın 86. maddesindeki yaptırım, idari para cezasına dönüştürülmüştür. 4854 sayılı Yasada yer alan geçici madde 1 ise; “Yürürlüğe girdiği tarihten önce bu Kanun kapsamına giren suçlar nedeniyle;

a) …

b) …

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığında bulunan işlerde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca, Yargıtayın ilgili dairesinde bulunan işlerde ise ilgili dairece, bu Kanuna göre işlem yapılmak üzere gelişlerindeki usule uygun olarak dava dosyası hükmü veren mahkemeye gönderilir.” hükmünü taşımaktadır.

Bu yasal düzenleme karşısında, sanıkların eylemleri ile ilgili olarak artık adliye mahkemelerinin görevi kalmamıştır. 4854 sayılı Yasanın geçici 1. maddesi, Yargıtaya da bu konuda görev yüklemekte olup, buyurucu bir hüküm taşımaktadır. Buna göre ilgili Daire, dava dosyasının gelişindeki usule uygun olarak hükmü veren mahkemeye gönderilmesine karar verecektir.

Özel Dairece, Yerel Mahkeme kararı bozulmakla birlikte, açıklanan yasal yeni düzenlemeye göre bir karar verilmek üzere dosyanın yerine gönderilmesine karar verilmesi yerindedir…” gerekçesiyle itirazın reddine karar verilmiştir.

11- M a d d e 3 6 5

Somut olayın özelliğine göre, suçtan zarar gördüğünden dolayı, öldürülenin amcasının, katılma isteğinin kabulünün yerinde olduğuna ilişkin olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 17.6.2003 gün ve 2003/1-172 E. ve 2003/194 sayılı kararda;

“Sanığın, G.K. ile babası R.K.’yı öldürdüğü iddiasıyla açılan davada, maktûle G.’in amcası olan ve her iki öldürme suçuna ilişkin kamu davasına katılma istemi Yerel Mahkemece uygun bulunup müdahilliğine karar verilen H.’in yargılama usulümüze göre yeğeni G.’in öldürülmesi suçuna ilişkin kamu davasına müdahil olup olamayacağı, dolayısıyla bu suçtan kurulan hükmü temyize yetkisinin bulunup bulunmadığı hususunun ön sorun olarak gündeme getirilmesi üzerine, Yargıtay İç Yönetmeliğinin 27. maddesi uyarınca Ceza Genel Kurulundaki inceleme sırasında öncelikle bu konu müzakere edilmiştir.

CYUY’nın 365. maddesine göre, suçtan zarar görenler, soruşturmanın her aşamasında kamu davasına müdahale yolu ile katılabilirler. Yasamızda, suç bakımından bir sınırlama getirilmemiş, müdahaleye yetkisi bulunan kişinin “suçtan zarar görmesi” koşulu aranmış, ancak “suçtan zarar gören” kavramının tanımı yapılmamıştır. Bu bakımdan, öğretideki görüşlerden de yararlanılarak “suçtan zarar gören” kavramının, kamu davasına katılma hususundaki uygulamaya ışık tutacak biçimde açıklanması gerekir.

Suçtan zarar gören fert, ceza davası üzerinde, davaya müdahalenin dışındaki başka hususlarda da etkilidir. Bir çok hallerde ferdin rızasının olmaması bir suç unsurudur. (TCK 193 ve 491. md) Bu gibi hallerde zarar gören fert razı olmuş ise, suç meydana gelmeyeceğinden, ceza davası söz konusu olamayacaktır. Bazı hallerde ise suçtan zarar görenin şikayeti koğuşturma ve dolayısıyla yargılama için şart koşulmuştur.

Yasalarımızda, bazan “tecavüz olunan şahıs” (CMUK 8.md, TCK 488.md), bazan “suçtan zarar gören şahıs veya kimse” (CMUK 365 ve 344.md, TCK 99.md), kimi zaman da “mutazarrır” (TCK 456.md) denilen zarar gören ferde aktif veya pasif süje olarak haklar tanınır, ödevler verilirken, her hak ve ödevde kanunkoyucunun farklı ölçü ile hareket etmesi mümkündür. Örneğin şikayet hakkı tayin edilirken başka, kamu davasına katılma hakkı tayin edilirken başka ölçü tutulmuş olabilir. Dolayısıyla “suçtan zarar gören” terimi ihtiyaca göre yorumlanmalıdır. Örneğin; hakimlerin objektifliğini en iyi biçimde sağlayabilmek amacı, hakimin davaya bakamayacağı halleri düzenleyen CMUK’nun 21. maddesinde geçen “suçtan zarar görmüşse” terimini en geniş biçimde yorumlanmayı gerektirir. (Kunter-Yenisey, Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, Birinci Kitap, 12. Bası, s.269)

Kamu davasına katılma ile ilgili olarak suçtan zarar gören kavramının kapsamı konusunda ise öğretide farklı görüşler vardır. Bir görüş, suçun maddi unsuru ile korunan hukuki çıkarı zedelenen kişiyi suçtan zarar gören olarak kabul etmektedir. Bu düşünceye göre, fiilin hareket kısmı hangi kişiye yönelmiş ve sonuçlar hangi kişi üzerinde doğmuş ise, o kişi suçtan zarar gören olur. Bu düşünce mutlak olarak alındığı takdirde, bazı fiillerdeki durumları açıklayamamaktadır. Örneğin adam öldürme fiilinde hareketin yöneldiği ve yaşama hakkına son verilen kişi, öldürülendir.

Bu alandaki bir başka görüş ise, iddia edilen fiil ile haklı çıkarı zedelenen kişiye zarar gören kişi niteliğini tanıyan görüştür. Bu görüş yanlıları, iddia edilen ve cezalandırılması istenen fiille haklı bir çıkarı zedelenen kişinin, o suçun koğuşturulması konusundaki isteğini, o suçun o kişide yarattığı tatmin edilme gereksinmesini esas almakta, suçun o kişi üzerinde yarattığı psikolojik etkiyi göz önünde tutmaktadır. Buna göre, sanığın suçlandığı fiil ile, o suçtan etkilenen kişinin psikolojik durumu değerlendirilmekte, fiilin o kişinin haklı sayılabilecek bir çıkarını zedelediği belirlendiğinde ve o kişinin fiilin yargılanmasında aktif ve etkin bir rol oynaması haklı görüldüğünde, bu kişiye suçtan zarar gören niteliği tanımakta, aksi sonuca varıldığında suçtan zarar gören süjeliği reddedilmektedir. (Prof.Dr. Erdener Yurtcan, CMUK Şerhi, 2.Bası, 3.Cilt, s.414)

Gerçekten, fiille haklı çıkarı zedelenme ve fiilin kişi üzerinde yarattığı psikolojik etki öğelerine dayanan bu ölçüt, adam öldürme suçlarında, ölenin yakınlarının koğuşturma ve cezalandırma isteklerini cevaplandırabilecektir. Ancak bu anlayışta da matematik bir kesinlik yoktur. Zira haklı çıkar ve cezalandırma istemek için gerekli psikolojik durum kavramları bu kesinlikten yoksundur.

Görüldüğü üzere, öğretide davaya müdahale ile ilgili olarak “suçtan zarar gören” kavramının sınırları saptanırken, kesinlik taşıyan bir ölçüte ulaşılamamış, ancak yargıca yol gösterici nitelikte bazı ilkeler ortaya konulmuştur. O halde, bu sınırları belirlerken yargıcın, “haklı çıkar” ve “cezalandırma konularındaki psikolojik durumu” iyi değerlendirmesi gerekmektedir.

Çeşitli yargısal kararlarda da vurgulandığı üzere yargıç, bir olayda suçtan zarar göreni belirlerken, sanığa yüklenilen ve cezalandırılması istenilen fiille haklı bir çıkarı zedelenen kişinin ceza koğuşturması konusundaki isteğini göz önünde tutmak ve bu haklı görüldüğünde kişiye suçtan zarar görme niteliği tanımak durumundadır. (CGK.nun 29.6.1992 gün ve 176-201, 11.4.2000 gün ve 64-69 sayılı kararları)

Somut olayda, maktûle G.’in amcası olan katılan H., sanığın maktûle G.’e yönelik sırnaşıkça davranışlarını duyduğunda, eşi aracılığı ile maktûlenin görüşlerini öğrenmiş, maktûlenin babası olan diğer maktûl R. ile görüşmüş, keza sanık ve yakınları ile bir çok kez temas kurup konunun halledilmesi için çaba sarfetmiştir. Yargılamaya konu öldürme olayı dahi, maktûllerin katılanın evine yaptıkları bir bayram ziyareti dönüşünde gerçekleşmiştir. Maktûller G. ve R.’ın ölümüyle sonuçlanan olaydan sonra geride maktûle G.’in annesi Gülbecide ile aynı olayda silahla yaralanan 15 yaşındaki kardeşi İsmail ve biri 12 diğeri 3 yaşında olan diğer kardeşleri kalmıştır. Aynı gece kardeşi ve yeğeninin öldürüldüğünü, diğer yeğeninin de yaralandığını öğrenen katılan derhal kolluğa başvurarak maktûl R.’ın eşi olan Gülbecide’nin psikolojik sorunlarının bulunması nedeniyle ifade verebilecek durumda olmadığını belirterek olay nedeniyle şikayette bulunmuş, yargılamanın başlamasından sonra da usulüne uygun başvuruda bulunarak kardeşi R. ve yeğeni G.’in öldürülmesi suçlarından açılan kamu davalarına müdahil olmuştur. Bu davalara, maktûllerden R.’ın eşi, G.’in annesi olan Gülbecide da kendisine asaleten küçük çocuğu İsmail’e velayeten müdahil olarak katılmıştır. Gülbecide 12.2.2001 tarihli oturumda dinlendiğinde, sanık A., katılanın sinirsel ilaçlar aldığını ve psikolojik durumunda bozukluk olduğunu söylemiş, Mahkemece katılanın beyanları arasında kopukluk bulunduğu gözlenerek bu durum tutanağa geçirilmiş, ayrıca müdahale talebinde ısrarlı bulunması halinde kendisine vasi tayini ve bu davaya müdahil olmak üzere husumet izni alınması yolunda ara kararı alınıp müdahil vekiline süre verilmiştir. Her iki katılanın da vekili olan Av. F.Ü. ertesi günü yazılı olarak başvuruda bulunup, davanın sürüncemede kalmaması bakımından katılanlardan Gülbecide’nin kendisine asaleten oğluna velayeten müdahaleden vazgeçtiğini, diğer katılan H.’in müdahalesinin sürdüğünü bildirmiştir.

Katılan H.’nin öldürme olayından önceki dönemde sanığın davranışları nedeniyle yeğeni maktûlenin yaşadığı sorunlara sürekli duyarlı davranıp ilgilendiği, kardeşi ve yeğeninin bu olayda öldürülmesinden sonra da, toplumsal yaşam biçimimize ilişkin kuralların kendisine yüklediği ve toplumumuzdaki insan ilişkilerinin önemli bir boyutunu oluşturan sorumluluk duygusu ile aynı ailenin diğer fertlerine yönelik yakın ilgi ve yardımlarını sürdürdüğü belirlenmiştir.

Kardeşlerinin yaşları ve velayet altında bulunmaları, yine annesi Gülbecide’nin açıklanan durumu nedeniyle, maktûle G.’in öldürülmesi suçuna ilişkin kamu davasına yargılama uzamaksızın başka bir kişinin katılma olanağının bulunmadığı da dikkate alındığında, yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda ve somut olayın özellikleri gereği, suçtan zarar gördüğü anlaşılan maktûlenin amcası H.’in davaya katılma isteminin haklı, bu istemin kabulünün isabetli olduğuna ve dolayısıyla katılanın hükmü temyiz yetkisi bulunduğu” şeklinde oybirliği ile karar verilerek dosyanın esasına ilişkin temyiz incelemesi yapılmıştır.

12- M a d d e 3 7 5

Duruşmanın gizliliği ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 11.3.2003 gün ve 2003/7-33 E. ve 2003/31 K. sayılı kararda;

“Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 141. maddesinde, duruşmaların herkese açık olacağı, bir kısmının veya tamamının kapalı yapılmasına ancak genel ahlakın veya kamu güvenliğinin kesin olarak gerekli kıldığı hallerde karar verilebileceği, küçüklerin yargılanması hakkında kanunla özel hükümler konulabileceği belirtilmiştir. Duruşmaların aleniyetine ve gizlilik kararı verilebilecek hallere ilişkin bu hüküm CYUY’nın 373. maddesinde de aynen yer almıştır.

CYUY’nın 375. maddesi ise zorunlu gizlilik halini düzenleyerek, “onbeş yaşını henüz bitirmemiş olan çocuklara ait duruşmanın mutlaka gizli olacağını, hükmün dahi gizli tefhim olunacağını” hükme bağlamıştır. Daha sonra yürürlüğe giren Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında 2253 sayılı Yasanın 25. maddesi de aynı ilkeyi düzenlemiştir. Ancak 2253 sayılı Yasa sadece suç tarihinde 15 yaşını bitirmeyen küçüklerin yargılanması ile ilgili özel düzenlemeler içerdiğinden, 15 yaşını bitiren sanıklar hakkında uygulanma olanağı bulunmamaktadır.

Görüleceği üzere, aleniyet ilkesi gereği ve kural olarak 15 yaşını bitirenlerin duruşması herkese açık olacağından, CYUY’nın 373. maddesindeki koşullar bulunmadığı halde bunların duruşmasının gizli yapılması CYUY’nın 308/6. maddesi uyarınca mutlak bozma nedenidir.

Somut olayda; 6.2.1985 doğumlu olan ve 15 yaşını bitirmiş olan sanığın tutanakla birlikte 10.12.2001 günü sevk edilmesi üzerine Yerel Mahkemece “sanığın 15 yaşından büyük, 18 yaşından küçük olması nedeniyle 2253 sayılı Yasanın 25. maddesi uyarınca duruşmaların gizli yapılmasına” karar verilerek, sanığın gizli oturumda sorguya çekilmesi usule aykırıdır.” gerekçesiyle Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire kararının kaldırılarak Yerel Mahkeme hükmünün diğer yönleri incelenmeksizin bozulmasına karar verilmiştir.

13- M a d d e 3 8 4

Ceza Yargılama Yasasının 384. maddesinde düzenlenen, mahkeme üyelerinin oylarını vermesi ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.3.2003 gün ve 2003/4-46 E. ve 2003/14 K. sayılı kararda;

“Sanığın hakaret suçundan TCY.nın 480/1, 59, 647 sayılı Yasanın 4. maddeleri uyarınca cezalandırılmasına ilişkin yerel mahkeme kararı; sanığın temyizi üzerine Özel Dairece, sanığın açtığı soy bağının reddi davasının bekletici sorun sayılması ve sonucuna göre sanığın hukuki durumunun takdirinin gerektiği karşı oyu ile ve oyçokluğuyla onanmıştır. Yargıtay C.Başsavcılığınca karşı oy doğrultusunda itiraz edilerek hükmün bozulması talep olunmuştur.

İtirazın görüşülmesine geçilmeden önce Özel Dairece usulüne uygun şekilde oylama yapılmış olup olmadığı, Yargıtay İç Yönetmeliğinin 27. maddesi uyarınca “ön sorun” olarak ele alınmıştır.

Özel Daire onama kararında iki grup oy kullanılmıştır. Bunlardan çoğunluğu oluşturan grup, toplanan kanıtların yeterli olduğu, usûl kurallarına uyulduğu ve bir noksanlık bulunmadığından hükmün onanması, ikinci grup ise kanıtlar sanığın cezalandırılmasına yeterli olmadığından soruşturmanın genişletilmesi için hükmün bozulması gerektiği yönündedir.

CYUY.nın 256, 381, 384 ve 385. maddelerinde son kararın verilmesini sağlamaya yönelik “müzakere, rey verme, reylerin dağılması, reylerin toplanması” ile ilgili kurallar yer almaktadır. Hüküm kurulması sırasında ortaya çıkan tâli sorunların öncelikle çözülmesi ve sonraki aşamada son (nihai) kararın verilmesi gerekmektedir.

Ceza Genel Kurulunun süreklilik gösteren kararlarında da açıklandığı üzere, soruşturmanın genişletilmesi CYUY.nın 384. maddesinde yazılı sorunlardan olup bu yöndeki oylar, 385. maddeye göre kendisine yakın olan oya ilâve edilebilecek, davayı sonuçlandırıcı oylardan değildir. Bu nedenle soruşturmanın genişletilmesine ilişkin görüş, “ön sorun” olarak CYUY.nın 384. maddesi uyarınca öncelikle oylanmalı, oylama sonucunda bu konudaki oylar azınlıkta kalmış ise, azınlık oyunu oluşturan üyelerin de katılımı ile davanın esası hakkında nihai (sonuçlandırıcı) oylama yapılmalıdır.

İncelenen dosyada, Özel Dairenin çoğunluk oyunu oluşturan dört Üyesi, sanığın yüklenen suçtan mahkûmiyetine ilişkin mahkeme kararının onanması doğrultusunda oy kullanarak esasa ilişkin görüşlerini açıklamışlardır. Azınlık oyunu oluşturan bir Üye ise, soruşturmanın genişletilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Bu görüş CYUY.nın 384. maddesi uyarınca çözülmesi gereken bir ön sorundur. Azınlık görüşü, soruşturmanın genişletilmesi ve sonucuna göre elde edilen kanıtlar nazara alınarak sanığın hukuki durumunun değerlendirilmesi gerektiğine ilişkindir. Bu aşama sonuçlandıktan sonra esas hakkında oy kullanacağını belirtmiştir. Azınlık oyu davayı sonuçlandırıcı oy niteliğinde olmadığından, onama kararına katılmayan Üyenin CYUY.nın 384 maddesi uyarınca davanın esası hakkında oy kullanması sağlandıktan sonra hüküm kurulması gerekmektedir.” gerekçesiyle hukuken yok hükmünde bulunan Özel Daire onama kararının kaldırılmasına, işin esası hakkında karar verilmek üzere dosyanın anılan Daireye gönderilmesine karar verilmiştir.

IV- ÖZEL YASALARLA İLGİLİ KARARLAR

A- 647 SAYILI CEZALARIN İNFAZI HAKKINDA YASA İLE İLGİLİ KARARLAR

1- Madde 4

Temel cezanın alt sınırdan tayini sırasında gösterilen gerekçe ile 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin uygulanmasına yer olmadığına karar verilirken gösterilen gerekçede, çelişkiye düşülmesi konusunda, Ceza Genel Kurulunca verilen, 13.5.2003 gün ve 2003/2-129 E. ve 2003/154 K. sayılı kararda;

“06.05.2002 günlü kararın tefhimi sırasında müdafii hazır bulunan sanığın diğer müdafiine gerekmediği halde yapılan tebligat temyiz süresi itibariyle yeni bir hak vermeyeceğinden, 31.5.2002 günlü dilekçe ile başvuruda bulunan sanık müdafiinin süresinden sonraki temyiz isteğinin CYUY’nın 310 ve 317. maddeleri uyarınca reddiyle, C.Savcısının temyizine hasren yapılan incelemede;

Sanığın taksirle ölüme neden olmak suçundan cezalandırılmasına karar verilen olayda, Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; temel cezanın alt sınırdan tayini sırasında gösterilen gerekçe ile 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin uygulanmasına yer olmadığına karar verilirken gösterilen gerekçe arasında çelişki bulunup bulunmadığına ilişkindir.

TCY’nın 29. maddesine 3679 sayılı Yasayla eklenen son fıkrada, “Hakim, iki sınır arasında temel cezayı, suçun işleniş biçimi, suçun işlenmesinde kullanılan araç, suç konusunun önem ve değeri, suçun işlendiği zaman ve yer, fiilin diğer özellikleri, zararın veya tehlikenin ağırlığı, kastın veya taksirin yoğunluğu, suç sebepleri ve saikleri, failin amacı, geçmişi, şahsi ve sosyal durumu, fiilden sonraki davranışı gibi hususları göz önünde bulundurmak suretiyle takdir hakkını kullanarak belirler. Cezanın asgari hadden tayini halinde dahi takdirin sebepleri kararda mutlaka gösterilir.” hükmü yer almaktadır.

Takdir hakkı kullanılırken göz önünde bulundurulacağı belirtilen hususlar maddede sayıldıktan sonra “gibi” edatı kullanılarak, maddede sayılanlara benzeyen ve takdiri etkileyebilecek olan nesnel ve öznel diğer hususların da dikkate alınabilmesine olanak sağlanmıştır.

Mahkemece suçun yasada öngörülen iki sınır arasındaki cezası belirlenirken Anayasanın 141/3 ve CYUY’nın 32. maddeleri uyarınca gerekçesi gösterilmeli, bu gerekçe TCY’nın 29. maddesinde belirtilen ve bunlara benzeyen öznel ve nesnel hususlarla ilgili bilgi ve belgelerin isabetle değerlendirildiğini gösterir biçimde yasal ve yeterli olmalıdır.

Öte yandan, 647 sayılı Yasanın 4. maddesinde, suçlunun kişiliğine, sair hallerine ve suçun işlenmesindeki özelliklere göre verilen hapis cezasının para cezasına ya da maddede sayılan diğer fer’i ceza veya tedbirlerden birine çevrilebileceği belirtilmiştir. Yerleşmiş yargısal kararlarda da vurgulandığı üzere, özgürlüğü bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilmesi, cezanın sanığın kişiliğine uydurulmasını öngören yargısal kişiselleştirme kurumudur. Mahkemece, özgürlüğü bağlayıcı cezanın para cezasına veya öngörülen diğer fer’i cezalar ile tedbirlerden birine çevrilmesine ya da çevrilmesine yer olmadığına karar verilirken gösterilen gerekçenin, sanığın kişiliği ile ilgili bilgi ve belgelerin isabetle değerlendirildiğini gösterir biçimde yasal ve yeterli olması gerekir.

Özgürlüğü bağlayıcı cezanın dönüştürülmesine ya da dönüştürülmesine yer olmadığına karar verilirken gösterilen gerekçe, sanığın kişiliğinde var olan nedenlere dayanacağı gibi, gerekçede sanığın sair halleri irdelenmeli ve suçun işleniş biçimi ile işlenmesindeki özellikler nazara alınmalıdır.

Görüleceği üzere cezanın aşağı sınırdan tayini sırasında dikkate alınacak öznel ve nesnel ölçütler yasada geniş biçimde düzenlenmiş ve yargıcın benzer hususları da dikkate almasına olanak sağlanmıştır. Buna mukabil özgürlüğü bağlayıcı cezanın dönüştürülmesinde dikkate alınacak hususlar sanığın kişiliği, sair halleri ve suçun işlenmesindeki özelliklerden ibarettir. Cezanın alt sınırdan tayinini gerektiren haller ile, belirlenen özgürlüğü bağlayıcı cezanın başka bir ceza veya tedbire dönüştürülmemesini gerektiren hallerin aynı olayda bir arada var olması mümkün ise de, sanık lehine veya aleyhine olan hükümler uygulanırken gösterilen gerekçelerde çelişkiye, zafiyete düşülmemesi gerekir. Lehe uygulama yapılırken gösterilen gerekçenin, aleyhe bir başka uygulama sırasında yeniden ve aynen gerekçe yapılarak çelişkiye düşülmesi, sanığın kişiliği ile ilgili bilgi ve belgelerin isabetle değerlendirilmediğini göstermektedir. Kaldı ki, içeriği tatmin edeci biçimde açıklanmadan salt yasa metninin tekrarı gerekçe olarak kabul edilemez. Açıklanan bu haller, kararlarda yasal ve yeterli gerekçe gösterilmesini isteyen yasa koyucunun amacına aykırıdır.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu somut olay değerlendirildiğinde;

Yerel Mahkemece temel cezanın alt sınırdan tayininde “sanığın şahsi ve sosyal durumu, suçun işlenmesindeki özellikler” sanık lehine değerlendirilmiş ve cezanın arttırılmasına gerek görülmemiştir. Ancak 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin uygulanmasına yer olmadığına karar verilirken, “sanığın kişiliği, sair halleri ve suçun işlenmesindeki özellikler” gerekçe olarak gösterilip, bu kez sanık aleyhine değerlendirilmiştir.

Görüldüğü gibi, gerek temel cezanın alt sınırdan tayini sırasında, gerekse özgürlüğü bağlayıcı cezanın diğer ceza veya tedbirlerden birine çevrilmesine yer olmadığına karar verilirken, aynı hususlar birinde olumlu, diğerinde olumsuz olarak değerlendirilmek suretiyle gerekçede çelişkiye düşülmüştür.” gerekçesi ile direnme hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.

2- M a d d e 5

647 sayılı Yasanın 5. maddesi uyarınca, para cezasının “on eşit taksitte ödenmesine” ilişkin kararda, taksit aralıkları açıkça gösterilmemiştir. Bu konuda mahkemeden CYY.nın 402. maddesi uyarınca karar alınamaz. Açıklanan konularla ilgili Ceza Genel Kurulunca verilen, 9.12.2003 gün ve 2003/8-258 E. ve 2003/281 K. sayılı kararda;

“Sanık A.İ.’nin ruhsatsız silah bulundurmak suçu sabit görülerek, 6136 sayılı Yasanın 13/1. maddesi uyarınca 1 yıl hapis ve 142.365.600 lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına, cezasından TCY.nın 59/2 maddeleri uyarınca 1/6 oranında indirim yapılarak ve hapis cezasının 647 sayılı Yasanın 4. maddesi uyarınca günlüğü 4.745.520 liradan paraya çevrilip, doğrudan hükmolunan ağır para cezası ile içtima ettirilerek sonuç olarak 1.542.294.000 lira ağır para cezasıyla cezalandırılmasına ve aynı Yasanın 5. maddesi uyarınca on eşit taksitte ödenmesine, taksitlerden birinin zamanında ödenmemesi halinde tamamının tahsil edilmesine ve cezasının ertelenmesine karar verilen somut olayda, Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında oluş, sübut ve nitelendirmede bir uyuşmazlık bulunmayıp çözülecek sorun takside bağlanan para cezasında 647 sayılı Yasanın 5 nci maddesine uygun biçimde taksit aralıklarının gösterilmiş olup olmadığı ve bu konuda infaz aşamasında CYUY.nın 402. maddesi uyarınca mahkemesinden karar alınıp alınamayacağı noktalarında toplanmaktadır.

Para cezalarının tarifi, tesbiti ve yerine getirilmesi başlığını taşıyan, 647 sayılı Yasanın 5. maddesinin 3. fıkrasında; “Mahkeme gerekli gördüğü takdirde hükmedeceği para cezasının tayin edeceği sürelerde ve belirli taksitlerle ödenmesine de karar verebilir. Ancak taksitlerden birinin süresinde ödenmemesi halinde geri kalan miktarın tamamının tahsili gerektiğini de kararda gösterir.” hükmü yer almış olup, 4. fıkrasında, taksit süresinin iki yılı geçemeyeceği ve taksit miktarının dörtten eksik olamayacağı, C. Savcılığınca, hükümlünün isteği üzerine para cezasının taksitle ödenmesine ilişkin yetki saklı kalmak koşuluyla, Para cezasının Türk Ceza Kanunun 19. maddesinin alt sınırında gösterilen miktarın, Türk Ceza Kanununun Ek 2 nci maddesine göre uygulanan yeniden değerleme oranı ile çarpılması sonucu elde edilen miktarı geçmediği takdirde bu cezanın taksitle ödenmesine hükmedilemeyeceği belirtilmiş,

8.1.2003 gün ve 4786 sayılı Yasanın 1. maddesi ile 5. fıkra olarak eklenen fıkrada ise; “Mahkeme, ödeme emrinin tebliğinden itibaren bir aylık sürenin sona erdiği veya takside bağlanıp da taksitlerden birinin süresinde ödenmemesi nedeniyle geri kalan miktarının tamamının muaccel olduğu tarihten başlayarak ödenmeyen para cezasına, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun 51 inci maddesinde belirlenen gecikme zammı oranının yarısı oranında gecikme zammı uygulanmasına karar verir.” hükmü yer almıştır.

Maddenin 3. fıkrası ile, mahkemece hükmolunan para cezasının taksitle ödenmesine karar verildiği takdirde, tayin edilen süre (taksit süresi), taksit miktarı ve taksitlerden birinin süresinde ödenmemesinin yaptırımı gösterilmiştir. Sanığın kendisine yükletilen yükümlülükler ve sonuçlarından sorumlu tutulabilmesi için hükümde bu hususların açıkça belirtilmesi, suç ve cezaların kanuniliği ilkesinin zorunlu sonucudur. Bu zorunluluk 4786 sayılı Yasanın 1. maddesi ile maddeye 5. fıkra olarak eklenen para cezasına faiz yürütülmesi hükmü nedeniyle fıkranın yürürlüğe girdiği tarihten sonra işlenen suçlar bakımından daha da önemli bir hale gelmiştir.

Hükümde kullanılan ibarelerden taksit aralıkların saptanabilmesi olanağının bulunması halinde, örneğin, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.6.2001 gün ve 141-139 sayılı kararında belirtildiği üzere “ağır para cezasının 647 sayılı Yasanın 5. maddesi uyarınca 2 senede 24 eşit taksitte ödenmesi şeklinde taksitlendirmede, 2 yıl 24’e bölündüğünde birer ay süreden başka tahsil olanağının bulunmaması, mahkemece de aksine bir kayıt öngörülmemesi birlikte değerlendirildiğinde, bu uygulamanın maddenin 3. fıkrasına uygun kabul edilmesi olanaklı ise de, böyle bir belirlemeye yer verilmediği taktirde taksit aralıklarının madde metninden saptanması olanaklı bulunmamaktadır. Diğer yönden taksit sürelerinin birer aylık süreler halinde olacağı yönünde bir düzenleme de maddede yer almamaktadır, maddenin 5, 6 ve 9. fıkralarında bir aylık sürelerden bahsedilmekte ise de, 5 ve 6 fıkralardaki süreler, ödeme emrinin tebliği ve sonuçları, 9. fıkradaki süre ise C.Savcısının taksitlendirme yetkisi ile ilgili olup, mahkemece belirlenecek taksit aralıkları ile bir ilgisi bulunmamaktadır.

Bu nedenle mahkemece taksit aralıklarının kararda açıkça gösterilmesi gerekmekte olup, gösterilmemesi yasaya aykırılık oluşturmaktadır.

Bu konuda CYUY.nın 402. maddesi uyarınca infaz aşamasında mahkemesinden karar alınması olanağı bulunup bulunmadığı konusuna gelince, CYUY. nun 402 nci maddesinin 1. fıkrası, “Bir mahkûmiyet hükmünün tefsirinde veya tayin olunan cezanın hesabında tereddüt edilir yahut cezanın kısmen veya tamamen infazı lazım gelmiyeceği iddia olunursa bu bapda mahkemeden bir karar” istenileceği hükmünü taşımaktadır. Fıkranın uygulanma koşulları 11.12.1967 gün ve 2-6 sayılı İBK.’da şu şekilde açıklanmıştır. “C.Savcısı ve hükümlü; hükmün kesinleşmesinden sonra infaz safhasında ceza müruruzamanının bulunup bulunmadığı, mahkûmiyetin taalluk ettiği suçun sonradan yürürlüğe giren bir Af Kanununun şümulüne girip girmediği, sonraki bir kanunla aynı suç hakkında daha hafif bir ceza tayini gerekip gerekmediği ve bu itibarla kesinleşen ilamdaki cezadan indirme yapılıp yapılmıyacağı, sene olarak tayin olunan cezanın her hangi bir sebeple bölünmesi halinde bakiye müddetin ne suretle hesaplanacağı, nezarette geçen müddetin mahkûmiyetten sayılıp sayılmıyacağı beraat eden bir şahsın beraat ettiği suçtan dolayı mevkufiyet müddetinin beraat kararından evvel –beraat kararının kesinleşmesinden önce – işlenmiş olan diğer bir suça ait ceza müddetinden mahsubu lazım gelip gelmediği gibi hususlarda mahkemeden bir karar isteyip alabileceklerdir. Hükmün bünyesine dahil olması lazım gelen hususlarda bu maddeye dayanılarak karar istenmesi mümkün olmadığı gibi mahkemece de bu yolda bir karar verilemez.”

Yukarıda belirtilen kararda da açıkça vurgulandığı üzere hükme dahil olması gereken konularda, CYUY.nın 402. maddesine dayanılarak mahkemesinden karar istenilmesi olanaklı değildir, taksit aralıklarının 647 sayılı Yasanın 5/3. maddesi uyarınca hükümde belirtilmesinde zorunluluk bulunduğundan, asıl hükme dahil olması gereken bu konuda CYUY.nın 402. maddesi uyarınca karar alınması olanağı bulunmamaktadır, bu itibarla Yerel Mahkemenin infaz aşamasında bir karar alınabileceği gerekçesi de yerinde değildir” gerekçesiyle Yerel mahkeme direnme kararının bozulmasına karar verilmiştir.

3- M a d d e 6

Hükmedilen ve erteleme sınırları içerisinde kalan cezanın, 647 sayılı Yasanın 6. maddesi uyarınca ertelenmesine ya da ertelenmesine yer olmadığına karar verilirken, gözetilmesi gereken hususların neler olduğuna ilişkin olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 18.11.2003 gün ve 2003/2-262 E. ve 2003/277 K. sayılı kararda;

“Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme neden olmak suçundan sanık K.G.’nün TCY’nın 455/1-son maddesi uyarınca 1 yıl 6 ay hapis ve 68.445.000 TL ağır para cezasıyla cezalandırılmasına, sürücü belgesinin 1 yıl 6 ay süre ile geri alınmasına ilişkin Erzurum 3. Asliye Ceza Mahkemesinden verilen 25.09.2001 gün ve 457-530 sayılı hüküm sanık vekili tarafından temyiz edilmekle dosyayı inceleyen Yargıtay 2. Ceza Dairesince 20.6.2002 gün ve 9609-12025 sayı ile;

“Üniversite öğrencisi olan ve sabıkası bulunmayan sanığın geçmişteki halinde nasıl bir olumsuzluk belirlendiği, suç işleme eğiliminin varlığının kabul nedenleri açıklanıp tartışılmadan yasa metnindeki ibarelerin tekrarı ile ertelemeye yer olmadığına karar verilmesi” isabetsizliğinden bozulmuştur.

Yerel Mahkeme 22.10.2002 gün ve 589-491 sayı ile;

“Duruşmalarda hazır bulunma zorunluluğundan vareste tutulmadığı halde sanığın duruşmalara katılmaması, olaydan sonra sanığın müşteki tarafın şahsi haklarının temini yönünde çaba göstermeyip müşteki tarafın şikayetinin devam etmesi ve duruşmada sanığın sorgusu sırasındaki müşahede edilen kişiliği gibi nedenlerle sanığın suç işleme hususundaki eğilimi yönünden olumsuz kanaat edinildiğinden, cezasının ertelenmesine yer olmadığına karar verilmiştir.” gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir.

Bu hükmün de sanık vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya Yargıtay C.Başsavcılığının “bozma” istekli 17.10.2003 günlü tebliğnamesi ile Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca incelendi.

Ceza Genel Kurulu Kararı

…….

Yerleşmiş yargısal kararlarda da vurgulandığı üzere “erteleme”, cezasının doğrudan doğruya sanığın kişiliğine uydurulmasını öngören yargısal bir kişiselleştirme kurumudur. Bu hususta karar verilirken mahkemece gerekçe gösterilmeli ve bu gerekçe sanığın kişiliği ile ilgili bilgi ve belgelerin isabetle değerlendirildiğini gösterir biçimde yasal ve yeterli olmalıdır.

Yasal, yeterli ve geçerli bulunmayan bir gerekçeye dayanılarak erteleme isteminin reddine karar verilmesi yasa koyucunun amacına uygun düşmeyeceği gibi, cezanın kişiselleştirilmesi ilkesine de aykırıdır ve uygulamada keyfiliğe yol açabilir. Keyfiliği önlemek için sanığın olay öncesi ve sonrası davranışları gözönünde bulundurularak, gelecekteki yaşamı sezilmeli, suç işleme hususundaki eğilimi değerlendirilmelidir.

Bu belirlemelerdeki amaç, 647 sayılı Yasanın 6. maddesinde öngörülen yasal nedenlere dayandırılmak kayıt ve şartı ile gerekçede konuya ilişkin olarak gösterilen nedenlerin yalnızca yargıcın soyut kanılarını değil, ölçünün isabetle seçildiğini doğrulayıp açıklayan, olaya ve dosyanın içeriğine, sanığın duruşmada gözlenen haline uygun bir değerlendirme sonucu, takdir hakkının yerinde kullanılıp kullanılmadığının saptanmasıdır.

Somut olayda Yerel Mahkemece sanığın cezasının ertelenmesine yer olmadığına karar verilirken; “sanığın duruşmalara katılmaması, şikayetçinin şahsi haklarının temini yönünde çaba göstermemesi, hakkındaki şikayetin devam etmesi ve sanığın sorgusu sırasında gözlenen kişiliği karşısında, sanığın suç işleme hususundaki eğilimi ile ilgili olumsuz kanaat edinildiği” şeklindeki gerekçeye dayanıldığı görülmektedir. Dosyadaki belge ve bilgilere göre sanık 19 yaşında olup, geçmiş sabıkası bulunmamaktadır. Kazadan sonra yaralıyı hastaneye götürerek hayatının kurtulması için çaba sarf ettiği anlaşılmaktadır. Tutuksuz yargılandığı davada Mahkemenin çağrısına uyarak müdafii ile birlikte ilk oturumda ve keşifte hazır bulunmuş, bu süreci yansıtan tutanaklarda da sanığın kişiliği ve davranışlarını olumsuz olarak nitelendirmeye yarayacak hususlara yer verilmemiştir. Üniversite öğrencisi olup başka şehirde okuduğu anlaşılan ve müdafii aracılığıyla Mahkemeye sunduğu belge ile bunu kanıtlayan sanık diğer oturumlara katılmamışsa da, müdafii takip eden oturumlarda hazır bulunmuştur. Öte yandan, katılan, ceza davasında şahsi hak isteminde bulunmadığı gibi, bu hususta ayrıca hukuk davası açtığını gösterir bir bilgi de dosyaya yansımamıştır.

Kaldı ki, katılanın şikayetinden vazgeçmesi ya da sürdürmesi, kişisel hakkının karşılanıp karşılanmaması, sanığın suç işleme hususundaki eğilimini değerlendirmede doğrudan etkili konulardan değildir.

Bu itibarla, sanık hakkında tayin olunan cezanın, dosyadaki bilgi ve belgelere uymayan, yasal ve yeterli bulunmayan gerekçeyle ertelenmesine yer olmadığına karar verilmesi isabetsizdir.” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.

B- 4616 SAYILI YASA İLE İLGİLİ KARARLAR

1- 4616 sayılı Yasanın 1. maddesine 4758 sayılı Yasa ile eklenen 4. bendi uyarınca, davanın, kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine yer olup olmadığının, Yerel Mahkemece değerlendirilmesine ilişkin, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.2.2003 gün ve 2002/6-328 E. ve 2003/1 K. sayılı kararda:

“Somut olayda sanığın 01.08.1998 tarihinde işlediği iddia edilen hırsızlık suçları için öngörülen yaptırımlar incelendiğinde, iddianameye konu TCY.nın 492 ve 493 üncü maddeleri için, beş ve sekiz yıla kadar hapis ve Yerel Mahkemenin cezalandırma kararına konu olan TCY.nın 491 inci maddesinin 4 üncü bendi için beş yıla kadar hapis cezasını gerektirmektedir. Ayrıca, bu suçlar 4616 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin 5 inci bendinde sayılan kapsam dışı suçlar arasında bulunmamaktadır.

Bu itibarla sanığa yüklenen suçun vasıf ve niteliğine, eylemin 23 Nisan 1999 tarihinden önce gerçekleştirilmiş olmasına, hırsızlık suçunun 4616 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin 5 inci bendinde sayılan kapsam dışı suçlar arasında yer almamasına göre, bu Yasanın 1 inci maddesine 4758 sayılı Yasa ile eklenen 4 üncü bendi uyarınca davanın kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine yer olup olmadığının Yerel Mahkemece değerlendirilmesinde zorunluluk bulunduğu” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün diğer yönleri incelenmeksizin öncelikle 4758 sayılı Yasayla değişik 4616 sayılı Yasa hükümleri uyarınca değerlendirme yapılmak üzere bozulmasına karar verilmiştir.

2- 4616 sayılı Yasaya 4758 sayılı Yasa ile eklenen 9. bendindeki hükmün uygulanıp uygulanmayacağı konusunda, Ceza Genel Kurulunca verilen, 29.4.2003 gün ve 2003/9-45 E. ve 2003/124 K. sayılı kararda;

“Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık, 4616 sayılı 23 Nisan 1999 Tarihine Kadar İşlenen Suçlardan Dolayı Şartla Salıverilmeye, Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Yasanın 1 inci maddesinin 9 uncu bendinde yer alan hükmün, Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi ve iptal kararında verilen sürede yeniden yasal düzenleme yapılmaması karşısında, bu süre geçtikten sonra aynı Yasaya 4758 sayılı Yasa ile eklenen yeni 9 uncu bendindeki hükmün somut olayda uygulanma olanağının bulunup bulunmadığının belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

Konuya ilişkin yasal düzenlemelerin kronolojik süreci ile yargısal kararlar incelendiğinde;

“23 Nisan 1999 Tarihine Kadar İşlenen Bazı Suçlardan Dolayı Şartla Salıverilmeye, Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Kanun” adını taşıyan ve 22 Aralık 2000 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak aynı gün yürürlüğe giren 4616 sayılı Yasanın 1 nci maddesiyle özde, 23 Nisan 1999 tarihine kadar işlenen suçlar nedeniyle, bazı suçlara ilişkin istisna ve koşullar altında, a- İnfaz şekli ve ceza indirimine, b- Şartla salıverilmeye, c- Davaların açılması veya kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine ilişkin yeni düzenlemeler yapılmıştır.

Yasanın 1 nci maddesinin 1 nci bendinde, ölüm cezalarının yerine getirilmeyeceği, 2 nci bendinde toplam hükümlülük sürelerinden 10 yıl indirim yapılacağı belirtildikten sonra 3 ncü bendinde tutuklu ve hükümlüler hakkında yapılacak işlemler gösterilmiş, 4 ncü bendinde ise yine kesinleşmiş hükümlerdeki ceza indirimi ile paralellik arzedecek biçimde, davanın açılması veya kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine ilişkin kurallar düzenlenmiş, 5,6,7,8 ve 9 ncu bentlerinde ise bu Yasanın uygulanması olanağı bulunmayan suçlar ile koşullara yer verilmiştir.

Yasadaki bazı düzenlemelerin Anayasaya aykırı olduğunun ileri sürülmesi üzerine, Anayasa Mahkemesince, 18.07.2001 gün ve 4/332 sayılı karar ile; 4616 sayılı Yasanın 1. maddesi 2 nci bendinin kısmen, 5 nci bendinin TCY.nın 188, 191, 240, 298 ve 383 üncü maddeler yönünden, 4, 6, 7 ve 9 uncu bentlerindeki düzenlemelerin ise tümüyle Anayasaya aykırı olduğuna ve iptaline, 2, 4 ve 9 uncu bentlerdeki iptal edilen kuralların doğuracağı hukuksal boşluk kamu düzenini tehdit ve kamu yararını ihlal edici nitelikte görüldüğünden, bu bentlere ilişkin iptal hükmünün kararın Resmi Gazetede yayımlanmasından başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesine karar verilmiş, bu sürede yasal düzenleme yapılmamış ve iptal hükmü 27.4.2002 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Anayasa Mahkemesince iptal edilen 2, 4 ve 9 uncu fıkralar 23.5.2002 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4758 sayılı Yasa ile yeniden düzenlenmiştir.

Uyuşmazlık konusu olan 4616 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin 9 uncu bendi, ilk düzenlemede, “Haklarında yakalama, tutuklama veya mahkumiyet kararı bulunup da firar halinde olanlar bu Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren bir ay içinde resmi mercilere başvurup teslim olmadıkları takdirde bu madde hükümlerinden yararlanamazlar.” hükmünü taşımakta olup; 4758 sayılı Yasa ile yapılan yeni düzenlemede ise, aynı cümle yapısı korunmuş fakat öngörülen başvurma süresi bu kez üç aya çıkartılmıştır.

Görüldüğü gibi, 4616 sayılı Yasanın uyuşmazlık konusu olan 9 uncu bendindeki sınırlayıcı nitelikteki hüküm Anayasa Mahkemesince iptal edilerek, doğacak yasal boşluğun giderilmesi için 6 aylık süre verilmiştir. Ancak, Anayasa Mahkemesinin iptal kararının yayımlandığı tarih itibariyle öngörülen bu sürenin 27.04.2002 tarihinde dolmasına rağmen, yasakoyucu anılan tarihe kadar herhangi bir düzenleme yapmamış ve iptal kararının yürürlüğe girmesi nedeniyle artık 9 uncu bendde yer alan sınırlayıcı nitelikteki hüküm de yürürlükten kalkmıştır. Bu tarihten sonra, 23.05.2002 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren 4758 sayılı Yasa ile doğan bu yasal boşluk giderilmek istenmişse de sınırlayıcı nitelikte hüküm taşıyan bu yeni düzenlemenin, artık herhangi bir sınırlayıcı hükme tabi olmayan kişiler hakkında, TCY.nın 2/2. maddesi hükmünün açıklığı karşısında uygulanmasına artık olanak yoktur.

Yine, 4758 sayılı Yasanın geçici 2 nci maddesinde, yeni yasal düzenleme yapılmasında geciken süreyi de içerecek şekilde bu yasanın 27.4.2002 tarihinden geçerli olmak üzere yürürlüğe gireceği hükme bağlanmışsa da, geçmişe yönelik aleyhe düzenleme yapılması ceza hukukunun evrensel kurallarına uygun bulunmadığı gibi, 4616 sayılı Yasa günümüzdeki ve gelecekteki değil geçmişteki olaylara ilişkin düzenlemeleri kapsadığından sınırlayıcı hükümleri iptal edilmekle artık ilgilileri bakımından kazanılmış hak oluşturduğunun kabulü gerekir.

Somut olayda, hükümlü U.K. hakkındaki ilam, infazı için 28.03.1995 tarihinde C.Savcılığına gönderilmiş ve 17.04.1995 tarihinde hakkında yakalama müzekkeresi çıkartılmıştır. Hükümlü bu zamana kadar yakalanamamış ve ilam infaz edilememiştir. Anayasa Mahkemesinin iptal kararının yürürlüğe girdiği 27.04.2002 tarihinden itibaren, 4616 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin 9 uncu bendinde yer alan ve yasa hükümlerinin uygulanmasını bir aylık sürede ilgili makamlara başvurma koşuluna bağlayan, sınırlayıcı nitelikteki bu hükmün adı geçen hakkında uygulanma olanağı ortadan kalkmıştır. 4758 sayılı Yasa ile hükümlü aleyhine yapılan düzenlemenin de doğan yasal boşluk karşısında, TCY.nın 2/2. maddesi gereğince uygulanamayacağı açıktır.” gerekçesiyle Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire kararının kaldırılmasına ve Adalet Bakanlığının yazılı emirle bozma isteminin reddine karar verilmiştir.

3- 4616 sayılı Yasa kapsamında bulunan bir suçla ilgili olarak verilen beraat kararının, esasına ilişkin temyiz incelemesi yapılıp yapılamayacağına dair, Ceza Genel Kurulunca verilen, 29.4.2003 gün ve 2003/7-115 E., 2003/132 K. sayılı kararda;

“Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, 4616 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin 4 üncü bendi kapsamında kalan bir suç nedeniyle verilen beraata ilişkin hükmün esasına ilişkin temyiz incelemesi yapılıp yapılamayacağı noktasında toplanmaktadır.

4616 sayılı Yasanın Anayasa Mahkemesince iptal edilen hükümlerinin yerine yeni hükümler getiren 4758 sayılı Yasa 23.5.2002 günlü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Sanığın hukuki durumunun, bu Yasa hükümlerinin de nazara alınarak belirlenmesinde zorunluluk bulunmaktadır.

4758 sayılı Yasanın 1 inci maddesi ile 4616 sayılı Yasanın 1 inci maddesine eklenen

4 üncü bendinde; “23 Nisan 1999 tarihine kadar işlenmiş ve ilgili kanun maddesinde öngörülen şahsi hürriyeti bağlayıcı cezanın üst sınırı on yılı geçmeyen suçlardan dolayı haklarında henüz takibata geçilmemiş veya hazırlık soruşturmasına girişilmiş olmakla beraber dava açılmamış veya son soruşturma aşamasına geçilmiş olmakla beraber henüz hüküm verilmemiş veya verilen hüküm kesinleşmemiş ise, davanın açılması veya kesin hükme bağlanması ertelenir; varsa tutukluluk halinin kaldırılmasına karar verilir. Bu suçlarla ilgili dosya ve deliller, her bir suçun dava zamanaşımı süresinin sonuna kadar muhafaza edilir.

Erteleme konusu suçun dava zamanaşımı süresi içinde bu suç ile aynı cins veya daha ağır şahsi hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir suç işlendiğinde, erteleme konusu suçtan dolayı da dava açılır veya daha önce açılmış bulunan davaya devam edilerek hüküm verilir. Bu süre, erteleme konusu suç ile aynı cins veya daha ağır şahsi hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir suç işlenmeksizin geçirildiğinde, ertelemeden yararlanan hakkında kamu davası açılmaz; açılmış olan davanın ortadan kaldırılmasına karar verilir.

Bu bentle ilgili olarak bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç ay içinde dosyanın bulunduğu yargı merciine başvurmak suretiyle soruşturmaya veya davaya devam edilmesini istediklerini bildirenler hakkında soruşturma veya davaya devam olunur. Mahkûmiyet halinde verilen ceza, dava zamanaşımı süresince ertelenir. Bu süre için erteleme konusu suç ile aynı cins veya daha ağır şahsi hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir suç işlendiğinde ertelenen ceza da infaz edilir. Aynı süre, erteleme konusu suç ile aynı cins veya daha ağır şahsi hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir suç işlenmeksizin geçirildiğinde, mahkûmiyet vaki olmamış sayılır” hükmü yer almaktadır.

Anayasa Mahkemesinin 4616 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin 4 üncü bendinin de, iptaline ilişkin 18.7.2001 gün ve 4-332 sayılı kararında iptal gerekçesi olarak “Anayasanın 38. maddesinin dördüncü fıkrasında ise “suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz” hükmü getirilmiştir. İtiraz konusu kuralla getirilen mahkumiyetine yeterli kanıtlar bulunanlar bakımından hükümlülüğün engellenmesi kuralı lehte ise de hazırlık soruşturması yapılarak kamu davası açmaya yeterli delil bulunmaması halinde takipsizlik kararıyla sonuçlandırılabilecekler veya yargılama sonucunda beraat edebilecekler yönünden aleyhte sonuç doğuracağı açıktır. Hakkında kimi nedenlerle yanlışlıkla kamu davası açılmış kişilerin (başkasının kimlik bilgileri verilerek suçla ilgisi olmayan kişiler hakkında kamu davası açılması gibi) hukuk devleti olmanın gereği olarak gerçeği savunup aklanabilecekleri söz konusu olabilecekken dava ertelenmesiyle bu hakları ellerinden alınmış olmaktadır. Bu durumu, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 36. ve 38. maddelerinde belirtilen ilkelerle bağdaştırmak olanaksızdır.” denilmesi karşısında iptal edilen hükümlerin yerine yeni hükümler getiren 4758 sayılı Yasayla, 4 üncü bentle ilgili olarak Yasanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren, dosyanın bulunduğu yargı merciine başvurmak suretiyle soruşturma veya davaya devam edilmesi hususunda üç aylık bir süre getirildiği görülmektedir. Böyle bir başvuru halinde soruşturma veya davaya devam olunacak, ancak mahkûmiyet halinde verilen ceza dava zamanaşımı süresince ertelenecektir. Anayasa Mahkemesinin, Yasama organınca da benimsenip uygun yasal düzenleme yapılan iptal gerekçesi ve yeni Yasal düzenleme birlikte değerlendirildiğinde beraat kararlarına yönelik temyiz davaları açılması halinde, dosyanın esasına girilerek inceleme yapılması gerektiği” gerekçesi ile dosyanın esasına ilişkin temyiz incelemesi yapılmak üzere Özel Dairesine gönderilmesine karar verilmiştir.

4- 2313 sayılı Yasanın 23/son maddesinde tanımlanan izinsiz hint keneviri ekmek suçunun, 4616 sayılı Yasada, kapsam dışı tutulan suçlar içinde olup olmadığına ilişkin, Ceza Genel Kurulunca verilen, 14.10.2003 gün ve 2003/7-250 E. ve 2003/251 K. sayılı kararda; (Yasakoyucunun yasa yapmadaki özensizliğine örnek)

“Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, 2313 sayılı Yasanın 23/son maddesinde tanımlanan izinsiz hint keneviri ekmek suçunun 4616 sayılı Yasada istisna olarak belirtilen suçlar arasında yer alıp almadığının belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.

22.12.2000 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak aynı gün yürürlüğe giren ve 23 Nisan 1999 tarihine kadar işlenen bir kısım suçlarda davanın açılmasını, kesin hükme bağlanmasının ertelenmesini ve şartla salıvermeyi düzenleyen 4616 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin 4758 sayılı Yasa ile yeniden düzenlenen 4. bendinde; 23 Nisan 1999 tarihine kadar işlenmiş ve ilgili Yasa maddesinde öngörülen özgürlüğü bağlayıcı cezanın üst sınırı on yılı geçmeyen suçlardan dolayı davanın açılması veya kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine ilişkin kurallar düzenlenmiş, 5, 8 ve 9 uncu bentlerinde ise bu yasanın uygulanması olanağı bulunmayan suçlar ve koşullara yer verilmiştir.

Yerel Mahkemece izinsiz hint keneviri ekmek suçunun 4616 sayılı Yasanın 1.maddesinin 5/i alt bendinde sayılan kapsam dışı suçlar içinde yer aldığı belirtilerek ilk hükümde direnilmiş ise de; bu alt bentte istisna kılınan suçların 2313 sayılı Yasada düzenlenen suçlar olmayıp, bu Yasa ile birlikte, Devlet Memurları Yasası ve 178 sayılı KHK.’de değişiklik yapan, Karaparanın Aklanmasının Önlenmesine ilişkin 4208 sayılı Yasa’nın 7 inci maddesinde düzenlenen karapara aklama suçu olduğu metninden duraksamaya yer vermeyecek biçimde açıkça anlaşılmaktadır.

Sanığın 15.3.1999 tarihinde işlediği iddia ve kabul olunan izinsiz hint keneviri ekmek suçu, 2313 sayılı Yasanın 23/son maddesinde düzenlenmiş olup, bir yıldan az olmamak üzere hapis cezasını gerektirmektedir. Maddede öngörülen özgürlüğü bağlayıcı cezanın üst sınırı TCY.sının 15/1 nci maddesi hükmü de nazara alındığında on yıldan aşağı olduğu gibi, bu suç 4616 sayılı Yasanın 1.maddesinin 5.bendinde onbir alt bent halinde sayılan kapsam dışı suçlar içinde de yer almadığından, kamu davasının 4758 sayılı Yasa ile yeniden düzenlenen 4616 sayılı Yasanın 1. maddesinin 4.bendi uyarınca kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine karar verilmesi gerekmektedir.” gerekçesiyle Yerel Mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.

C- 2253 SAYILI ÇOCUK MAHKEMELERİNİN KURULUŞU, GÖREV VE YARGILAMA USULLERİ HAKKINDA YASA İLE İLGİLİ KARARLAR

M a d d e 6

2253 sayılı Yasanın 6. maddesinde, 30.7.2003 gün ve 4963 sayılı Yasa ile yapılan değişikliğin, suç tarihinde 15-18 yaş grubu içinde bulunan sanığın, hukuki durumunu etkileyip etkilemeyeceği konusu ile ilgili olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen 30.9.2003 gün ve 2003/1-226 E. ve 2003/229 K. sayılı kararda;

“…..

Uyuşmazlık konusunun esasının incelenmesine geçilmeden önce, Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Yasanın, çocuk mahkemelerinin görevini düzenleyen 6. maddesinde 30.7.2003 gün ve 4963 sayılı Yasa ile yapılan değişikliğin suç tarihinde 15-18 yaş grubu içinde bulunan sanığın hukuki durumunu etkileyip etkilemeyeceğinin belirlenmesinde zorunluluk bulunmaktadır.

15 yaşını bitirmeyen küçükler tarafından işlenen ve genel mahkemelerin görevine giren suçlarla ilgili davaların çocuk mahkemelerinde görüleceğine ilişkin 2253 sayılı Yasanın 6. maddesinde, 4963 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikle, maddede yer alan “15” ibaresi “onsekiz” olarak değiştirilerek, çocuk mahkemelerinde yargılanma yaşı 15’den 18’e çıkarılmış, bu şekilde, çocuk mahkemelerinin kurulmuş bulunduğu yerler ve yargı çevrelerinde, genel mahkemelerin görev alanına giren suçları işleyen 15-18 yaş grubundaki kişilerin de çocuk mahkemelerinde yargılanacakları esası getirilmiş ancak 2253 sayılı Yasanın belirtilen maddesi dışında diğer maddelerinde herhangi bir değişiklik yapılmamak suretiyle, bu gruptaki kişiler hakkında yalnızca görevli mahkemenin değiştirilmesi ile yetinilmiştir.

Bu düzenlemenin, değişiklikten önce hüküm kurulmuş olan davaları nasıl etkileyeceği, sorunu, yargılama usul yasalarının zaman bakımından uygulanması ile ilgilidir.

Yargılama Yasalarının zaman bakımından uygulanmasında genel ilke, yasa değişikliklerindeki geçici düzenlemelerde aksi belirtilmiş olmadıkça, derhal uygulama “hemen uygulama” ilkesidir, bu ilke uyarınca usul işlemleri, yapılacağı sırada yürürlükte bulunan yargılama yasası hükümlerine tâbi olacaktır. O halde, ceza yargılaması sırasında, yasada değişiklik olduğunda yeni yasa hemen uygulanmalıdır. Ancak, bu durum, önceki yasanın yürürlükte bulunduğu dönemde, o yasaya uygun biçimde yapılmış işlemlerin geçersizliği sonucunu doğurmayacağı gibi yenilenmesini de gerektirmez.

Bu ilkenin sonucu olarak;

a- Usul işlemleri mutlaka yürürlükteki yasaya göre yapılacaktır.

b-Yürürlükteki yasaya göre yapılmış işlemler, sonradan yürürlüğe giren yasa nedeniyle geçerliliğini yitirmeyecektir.

c- Yeni yasanın yürürlüğünden sonra yapılması gereken usul işlemleri yeni yasaya tâbi olacaktır.

d- Yeni yasanın uygulanmasında, sanığın leh veya aleyhinde sonuç doğurmasına bakılmayacaktır.

Somut olayda, suç tarihinde 15-18 yaş grubu içinde olan sanık hakkında, görevli mahkemece yargılama yapılarak ilk kez 28.2.2001 tarihinde, bozma üzerine de 27.1.2003 tarihinde direnme hükmü kurularak uyuşmazlık yürürlükteki yargılama yasasına uygun olarak çözülmüş, ancak temyiz aşamasında 30.7.2003 tarihinde 2253 sayılı Yasanın 6. maddesinde yapılan değişiklik ile görevli mahkeme değiştirilmiştir. Kararı veren mahkeme, karar tarihinde görevli bulunduğundan bu yönüyle yargılama yasasına herhangi bir aykırılık bulunmamaktadır, verildiği zamanda yürürlükte bulunan yargılama yasasına uygun olan hükmün bu nedenle bozulması olanağı bulunmayıp, ancak başka bozma nedenlerinin bulunması halinde, önceki hüküm ortadan kalkacağından ve mahkemenin görevi sona ereceğinden hükmün görev nedeniyle de bozulmasına karar verilmelidir.

Bu nedenle uyuşmazlık konusu incelenmeli, başka bozma nedeni veya nedenleri bulunduğu taktirde hüküm bu nedenlere ek olarak görevsizlik kararı verilmesi gerektiği görüşüyle de bozulmalı, başka bir bozma nedeni bulunmadığı halde ise onanmalıdır.” şeklinde karar verilmiştir.

D- 4771 SAYILI YASA İLE İLGİLİ KARARLAR (İDAM CEZASININ KALDIRILMASI)

a) İdam Cezasının müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülmesine ilişkin, 4771 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanması konusunda, Ceza Genel Kurulunca verilen, 4.3.2003 gün ve 2003/9-24 E. ve 2003/20 K. sayılı kararda;

“4771 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesi üzerine kesinleşmiş ilam ile anayasal düzeni zorla değiştirmeye kalkışmak suçundan dolayı TCY’nın 146/1. maddesi uyarınca idam cezasına hükümlü olan H.A. ve T.Ö. haklarında hükmü veren mahkemeye başvuran İstanbul DGM. C.Başsavcılığı, anılan yasa uyarınca hükümlülerin idam cezalarının müebbet ağır hapse dönüştürülmesi ve cezanın infaz yönteminin belirlenmesi konusunda talepte bulunmuş, dosya üzerinden inceleme yapan Yerel Mahkeme bir ek karar ile; yüklenen suçların savaş ve çok yakın savaş tehdidi altında işlenen suçlardan olmadığını belirterek, 4771 sayılı Yasanın 1/A ve TCY’nın 2. maddesi uyarınca hükümlülerin idam cezalarını müebbet ağır hapse dönüştürmüş ve cezanın 4771 sayılı Yasanın 1. maddesinin (B/2) fıkrası gereğince ölünceye kadar sürdürüleceğine işaret etmiştir.

Kararın temyiz edilmesi üzerine Özel Daire; 4771 sayılı Yasanın 1/A maddesi uyarınca temel cezanın idamdan müebbet ağır hapse dönüştürülmesine ilişkin olarak evrak üzerinde yapılan inceleme ile verilen ek kararın niteliği itibariyle itiraza tâbi olduğunu belirterek temyiz inceleme isteminin reddine karar vermiş, Yargıtay C.Başsavcılığı ise 4771 sayılı Yasa uyarınca verilecek kararların duruşmalı inceleme sonunda verilmesi gerektiğini ve temyizi mümkün kararlardan olduğunu belirterek itiraz etmiştir.

Görüleceği üzere Özel daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık, kesinleşmiş idam cezası ile hükümlü olanların cezalarının 4771 sayılı Yasa gereği müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülmesi işlemine ilişkin incelemenin evrak üzerinden mi yoksa duruşma açılarak mı yapılacağı ve buna ilişkin karara karşı temyiz veya itiraz yasa yollarından hangisine başvurulabileceğine ilişkindir.

3.1.2001 tarihinde kabul edilip 17.10.2001 gün ve 24556 sayılı Mükerrer Resmi Gazetede yayımlanarak aynı gün yürürlüğe giren 4709 sayılı Yasanın 15. maddesi ile Anayasanın 38. maddesine eklenen ek fıkrada; “savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışında ölüm cezasının verilemeyeceği” Anayasal bir norm olarak kabul edilmiştir.

Bu düzenleme doğrultusunda 3.8.2002 tarihinde kabul edilip, 9.8.2002 gün ve 24881 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak aynı gün yürürlüğe giren 4771 sayılı Yasanın 1/A madde ve fıkrası ile; savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar için öngörülen idam cezaları hariç olmak üzere, Türk Ceza Yasası, Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Yasa ve Orman Yasasında yer alan idam cezaları müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülmüş, fıkranın (a) bendinde ise, TCY’nın 47, 50, 51, 55, 58, 59, 61, 62, 64, 65, 66, 451, 452, 462 ve 463. maddeleri ile 2253 sayılı Yasanın 12. maddelerinin idam cezalarına ilişkin hükümlerinin saklı olduğu hükme bağlanmıştır.

Yasa koyucu, fıkranın (a) bendinde tek tek saydığı indirim nedenleri yönünden önceki miktarların korunduğunu belirtmekle, sadece temel cezayı dönüştürme iradesini taşıdığını ortaya koymuş, böylelikle temel cezada yapılacak indirimlerde müebbet ağır hapis cezasının esas alınmasını ve dolayısıyla sonuç cezanın değişmesini önleyerek, önceden yaptırımını idam cezası olarak öngördüğü suçlar ile müebbet ağır hapis olarak belirlediği suçlar ve cezaları arasında var olan dengeyi korumak istemiştir. Bu düzenlemenin doğal sonucu olarak, temel ceza idam olarak belirlendikten sonra yapılan indirimler nedeniyle sonuç cezanın müebbet veya muvakkat hürriyeti bağlayıcı ceza olarak tayin edildiği kesinleşmiş hükümlerde, 4771 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanması sonuç ceza üzerinde bir değişiklik meydana getirmeyeceğinden, bu durumda, mahkemesinden yeni bir karar istenmesine gerek bulunmamaktadır.

Sonuç cezanın “idam” olarak belirlendiği kesinleşmiş hükümler bakımından TCY’nın 2/2. maddesi ve 4771 sayılı Yasa uyarınca mahkemelerce yapılacak dönüştürme işlemi ise, esas itibariyle herhangi bir incelemeyi, araştırmayı, kanıt tartışmasını ve takdir hakkının kullanılmasını gerektirmemektedir. Kuşkusuz, biri müebbet ağır hapse dönüşmesi gereken idam cezası olmak üzere, başkaca hürriyeti bağlayıcı cezaya da mahkumiyet söz konusu ise, bu takdirde TCY’nın 70. ve 73. maddelerine göre yapılacak içtima işlemi sonunda, hükümlünün müebbet hürriyeti bağlayıcı cezasının hücrede geçirmesi gereken kısmı belirleneceğinden ve bu halde takdir kullanılması gerektiğinden, yerleşmiş yargısal kararlar gereğince bu durumda inceleme duruşmalı olarak yapılacak ve verilecek karar da temyiz incelemesine tabi bulunacaktır.

Ancak bu ayrıksı durum dışında yapılacak işlem sadece, kesinleşmiş hükümdeki “idam cezasının” Yasa değişikliği nedeniyle “müebbet ağır hapse” dönüştürülerek, hükmün sair bölümleri ile sonuç cezanın geçerliliğine karar vermekten ibarettir. Bu nedenle, incelemenin evrak üzerinden yapılarak, konu infaza da ilişkinse acele itiraza, değilse itiraza tabi nitelikte ek karar verilmesi gereklidir.

Öte yandan, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazında, Bazı Suç Failleri Hakkında Hükümlere Dair 3419 sayılı Yasa hükümleri uyarınca yapılan başvurular üzerine gerçekleştirilen incelemelerin duruşmalı yapıldığı belirtilerek bu uygulama emsal olarak gösterilmişse de, hükümlülerin 3419 sayılı Yasada belirtilen koşulları taşıyıp taşımadıklarının belirlenmesi inceleme ve araştırmayı zorunlu kıldığı gibi, anılan Yasa uyarınca cezalarında yapılacak indirim miktarının tayini de takdiri gerektirdiğinden, bu uygulamanın 4771 sayılı Yasa gereğince yapılan dönüştürme işlemi yönünden örnek oluşturmayacağı açıktır.

İnceleme konusu olayda;

Anayasal düzeni zorla değiştirmeye kalkışmak suçundan TCY’nın 146/1. maddesi uyarınca kesinleşmiş idam cezası ile hükümlü H.A. ile T.Ö.’in bu cezalarının sonradan yürürlüğe giren 4771 sayılı Yasa uyarınca dönüştürülmesi ve cezalarının infaz süresi ile ilgili olarak bir karar verilmesi istemiyle başvuruda bulunulması üzerine, Yerel Mahkemenin: hükümlülerin idam cezalarının müebbet ağır hapis cezalarına dönüştürülmesine ve cezalarının infaz süresinin belirlenmesine ilişkin olarak evrak üzerinde yaptığı inceleme sonucunda temyiz yasa yolunun açık olduğuna işaret ederek verdiği karar, niteliği itibariyle infazı da ilgilendirdiği cihetle CYUY’nın 304. maddesi uyarınca acele itiraza tabi kararlardandır. Yerel Mahkemenin yasa yolunu tayinde yanılgı sonucu temyiz yasa yolunun açık olduğunu bildirmesi de işin tabi bulunduğu olağan yasa yolunu değiştirmez” gerekçesiyle Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmiştir.

b- Dosya üzerinde yapılan inceleme sonunda; 4771 sayılı Yasa uygulanmak suretiyle yapılan, hapis cezasına dönüştürülmesi kararına karşı, başvurulacak yasa yolunun belirlenmesine ilişkin olarak, Ceza Genel Kurulunca verilen, 6.5.2003 gün ve 2003/1-3 E. ve 2003/142 K. sayılı kararda;

“Hükümlü hakkındaki kesinleşmiş müebbet ağır hapis cezasının, Yerel Mahkemece dosya üzerinde yapılan inceleme sonunda; 4771 sayılı Yasa uygulanmak suretiyle 30 yıl ağır hapis cezasına dönüştürülmesine ve sanığın koşullu olarak salıverilmesine karar verilen somut olayda Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlıklar, karara karşı başvurulacak yasa yolunun belirlenmesi ve anılan kararın hukuken geçerli bir karar olup olmadığının saptanması noktalarında toplanmaktadır.

Görüldüğü gibi öncelikle çözümlenmesi gereken sorun yasa yolunun belirlenmesine ilişkindir.

3.10.2001 tarihinde kabul edilip, 17.10.2001 gün ve 24556 sayılı Mükerrer Resmi Gazetede yayımlanarak aynı gün yürürlüğe giren 4709 sayılı Yasanın 15. maddesi ile Anayasanın 38. maddesine eklenen ek fıkrada; Savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışında ölüm cezası’nın verilemeyeceği Anayasal bir norm olarak kabul edilmiştir.

Bu düzenleme doğrultusunda 3.8.2002 tarihinde kabul edilip, 9.8.2002 gün ve 24841 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak aynı gün yürürlüğe giren, 4771 sayılı Yasanın 1/A maddesi ile; savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar için öngörülen idam cezaları hariç olmak üzere, Türk Ceza Yasası, 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Yasa ve 6831 sayılı Orman Yasasında yer alan idam cezaları müebbed ağır hapis cezasına dönüştürülmüş, maddenin (A) fıkrasının (a) bendinde ise, TCY.nın 47, 50, 51, 55, 58, 59, 61, 62, 64, 65, 66, 451, 452, 462 ve 463. maddeleri ile 2253 sayılı Yasanın 12. maddelerinin idam cezasına ilişkin hükümlerinin saklı olduğu belirtilerek, idam cezaları müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülenler hakkında 4771 sayılı Yasanın 1/A-a madde ve bendinde belirtilen nedenlerden dolayı yapılacak indirimlerde idam cezalarına ilişkin indirim oranları korunmuştur.

Nitekim bu husus Yasa koyucu tarafından, maddenin değişiklik gerekçesinde örnekleme yapılmak suretiyle, “Maddeyle, bu Kanun hükümlerine göre idam cezasından müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülmüş olanlar hakkında Türk Ceza Kanununun idam cezasına ilişkin, 47, 50, 51, 55, 58, 59, 61, 62, 64, 65, 66, 102, 112, 451, 452, 462 ve 463 üncü maddeleri ile 2253 sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun idam cezasına ilişkin 12 nci maddesi hükümleri saklı tutularak, idam cezasından dönüştürülen müebbet ağır hapis cezasına mahkum olanlar hakkında bu hükümlerin uygulanmasına aynen devam edileceği vurgulanmaktadır. Maddeye göre, örneğin ilgili kanun maddesinde idam cezasını gerektiren bir suçu eksik teşebbüs derecesinde işleyen fail hakkında 765 sayılı Kanunun 61 nci maddesinin birinci fıkrasının uygulanması sonucunda idam cezası için öngörülen indirim, idam cezasından çevrili müebbet ağır hapis cezası için de uygulanacak ve fail hakkında 15 seneden 20 seneye kadar ağır hapis cezasına hükmolunacaktır.” şeklinde açıklanmak suretiyle saydığı indirim nedenleri yönünden önceki miktarların korunduğunu belirtmekle, sadece temel cezayı dönüştürme iradesini taşıdığını ortaya koymuş, böylelikle temel cezada yapılacak indirimlerde müebbet ağır hapis cezasının esas alınmasını ve dolayısıyla sonuç cezanın değişmesini önleyerek, önceden yaptırımını idam cezası olarak öngördüğü suçlar ile müebbet ağır hapis olarak belirlediği suçlar ve cezaları arasında var olan dengeyi korumak istemiştir. Bu düzenlemenin doğal sonucu olarak, temel ceza idam olarak belirlendikten sonra yapılan indirimler nedeniyle sonuç cezanın müebbet veya muvakkat hürriyeti bağlayıcı ceza olarak tayin edildiği kesinleşmiş hükümlerde, 4771 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanması sonuç ceza üzerinde bir değişiklik meydana getirmeyeceğinden mahkemesinden yeni bir karar alınmasında zorunluluk bulunmamakta ise de; karar alınmasına yasal bir engel de bulunmamaktadır.

Sonuç cezanın “idam” olarak belirlendiği kesinleşmiş hükümler bakımından TCY’nın 2/2. maddesi ve 4771 sayılı Yasa uyarınca mahkemelerce yapılacak dönüştürme işlemi ise, esas itibariyle herhangi bir incelemeyi, araştırmayı, kanıt tartışmasını ve takdir hakkının kullanılmasını gerektirmemektedir.

Bu konu öğretide de ele alınarak değerlendirilmiş olup, Prof. Nurullah Kunter ve Prof. Feridun Yenisey, “Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku” adlı eserlerinde, cezayı azaltan bir yasanın kabul edilmesi halinde, kesin yargı halini almış olan karardaki cezanın azaltılması veya kaldırılmasını yasa emredeceğinden, bu değişikliğin CYUY.nın 402. maddesi hükmü uyarınca “mahkûmiyet kararında değişiklik davası” olarak görülerek karara bağlanacağını ve aynı Yasanın 405. maddesi gereğince bu davanın, duruşma açılmadan evrak üzerinde karar verilmesini gerektirdiği gibi, bu karara karşı başvurulacak yasa yolunun da “acele itiraz” olduğunun açıkça gösterildiğini belirtmişler, (11. Bası, sh. 1014 vd.)

Prof.Tahir Taner’de, “Ceza Muhameleri Usulü” isimli yapıtında, “sonradan neşredilen bir kanunun aynı suç hakkında daha hafif ceza tayin etmesi ve binnetice mâkabline şâmil olması dolayısıyla hükmolunan cezanın indirilmesi lâzım geldiği iddia edilebilir. Bu hususta karar verilmesi hükmü vermiş olan mahkemeden istenir. Bu kararlar duruşma yapılmaksızın verilir ve bu kararlar aleyhine acele itiraz yoluna müracaat olunabilir.” şeklinde görüş açıklamalarında bulunmuştur. (2. Bası, sh. 434 vd.)

İnceleme konusu somut olayda;

Kan gütme saikiyle adam öldürmek suçundan TCY.nın 450/10 ve 59. maddeleri uyarınca kesinleşmiş müebbed ağır hapis cezası ile hükümlü A. hakkında, hükümlü vekili ve O Yer C.Savcısı tarafından hükümlünün sonradan yürürlüğe giren 4771 sayılı Yasa hükümlerinden yararlandırılması talebinde bulunulması üzerine, Yerel Mahkemece dosya yeniden ele alınıp, duruşma açılmaksızın dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda, 6.9.2002 gün ve 221/215 müt. sayılı karar ile yasa maddesi de yanlış yorumlanmak suretiyle cezasının müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülmesine, bu cezadan TCY’nın 59.maddesi uyarınca 1/6 oranında indirim yapılarak cezasının 30 yıl ağır hapis cezasına indirilmesine ve hükümlünün koşullu olarak salıverilmesine karar verilmiş, O Yer C.Savcısının bu karara yönelik itirazı da Şanlıurfa 2.Ağır Ceza Mahkemesince red edilmiş, bu karar aleyhine Adalet Bakanlığınca yazılı emir yoluna başvurulması üzerine, istem kısmen kabul edilerek, Şanlıurfa 2.Ağır Ceza Mahkemesinin ek kararının bozulmasına karar verilmiştir.

Yargıtay C.Başsavcılığınca, uygulama olanağı bulunmayan bir yasal düzenlemeye yollama yapılarak kesinleşmiş ceza kararında değişiklik yapan karar ile buna ilişkin itiraz üzerine verilen kararın yok hükmünde bulunduğunun resen temyiz incelemesi sonucunda saptanarak bu kararların kaldırılması, kabule göre ise, CYUY.nın 305. maddesi uyarınca resen temyiz incelemesine tabi tutularak, diğer yönleri incelenmeksizin duruşma açılmaksızın karar verilmesi aykırılığından bozulması gerektiği, görüşü ileri sürülmüş ise de; yasal değişikliğin sanığın hukuki durumunu değiştirmemesinin verilen kararın yok hükmünde sayılması sonucunu doğurmayacağı, bu konuda mahkemesinden karar alınmasında yasal bir engelin de bulunmadığı, CYUY.nın 405. maddesi uyarınca duruşma açılmaksızın verilebilecek olan ve niteliği itibariyle de infazı ilgilendiren, Yerel Mahkeme ek kararının süreklilik gösteren yargısal kararlarda da vurgulandığı üzere, kazanılmış hakka konu olamayacağı, yine bu tür kararların CYUY.nın 304 ve 405. maddeleri uyarınca acele itiraza tabi olduğu, aynı Yasanın 303. maddesi uyarınca itiraz üzerine verilen kararların kesin olduğu ve Yargıtay denetiminden geçmeksizin kesinleşen kararlardaki yasaya aykırılıkların ise ancak; CYUY.nın 343. maddesi uyarınca yazılı emir yoluyla ortadan kaldırılabileceği” gerekçesi ile Özel Dairece yazılı emir istemi üzerine verilen karar yerinde bulunarak Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmiştir.

E- 1163 SAYILI KOOPERATİFLER YASASI İLE İLGİLİ KARARLAR

a) 1163 sayılı Kooperatifler Yasasının ek-2. maddesi uyarınca, bu yasaya göre hükmedilen kısa süreli hapis cezasının 647 sayılı Yasanın 4. maddesinde öngörülen para cezasına çevirme dışındaki tedbirlerden birine çevrilmesine yasal olanak bulunup bulunmadığına ilişkin Ceza Genel Kurulunca verilen, 30.12.2003 gün ve 2003/7-305 esas, 2003/307 sayılı kararda;

“… Sanıkların Yönetim Kurulu Başkanı ve üyesi bulundukları Kooperatifin genel kurulunu Kooperatifler Yasasında olağan genel kurul toplantıları için öngörülen zorunlu süre içinde toplantıya çağırmadıkları gerekçesiyle 1163 sayılı Yasanın 45. maddesi aracılığı ile Ek 2/2. maddesi uyarınca 1’er ay hapis ve 91.260.000’er lira ağır para cezaları ile cezalandırılmalarına, hürriyeti bağlayıcı cezalarının paraya çevrilmesine yasal olanak bulunmadığına, cezalarının ertelenmesine ilişkin Yerel Mahkeme hükmü Yargıtayca incelenmeden kesinleşmiştir.

Bu hükme karşı Adalet Bakanı “1163 sayılı Yasanın Ek 2/5. maddesinde getirilen engel para cezasına çevirme ile sınırlı olduğundan, sanıklara verilen hürriyeti bağlayıcı cezanın 647 sayılı Yasanın 4/1. maddesindeki tedbirlerden birine çevrilmesinin zorunlu bulunduğu”nu belirterek yazılı emir yasayoluna başvurmuş, Özel Daire istemi yerinde görerek; “Yerel Mahkeme hükmünün bozulmasına, hapis cezasının çektirilmemesine, hükmün diğer kısımlarının aynen bırakılmasına ve infazın bu şekilde yapılmasına” karar vermiştir.

Yargıtay C.Başsavcılığı ise bu karara karşı, öncelikle sanıklara verilen cezanın tedbire çevrilmesine olanak bulunmadığı, yasal olanak bulunduğu kabul edilse dahi, bozma nedenine göre Özel Dairenin hapis cezasının çektirilmemesine karar veremeyeceği, hapis cezası yerine uygulanması gereken tedbirin neden ibaret olduğunu kararında göstermesi gerektiği görüşüyle itiraz etmiştir.

Görüleceği üzere Özel Daire çoğunluk görüşü ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlıklar;

1- Kooperatifler Yasasının Ek 2/2. maddesi uyarınca sanıklara verilen kısa süreli hapis cezasının 647 sayılı Yasanın 4. maddesinde öngörülen tedbirlerden birine çevrilmesine yasal olanak bulunup bulunmadığı,

2- Tedbire çevrilmesi olanağı ve zorunluluğu bulunduğunun kabulü halinde, yazılı emir yasayoluna başvurulması üzerine Özel Dairece bozulan hükümdeki hapis cezasının çektirilmemesine mi karar verileceği yoksa tedbire mi hükmolunacağı hususuna ilişkindir.

Uyuşmazlık konusu hususları öncelikler sıralamasına göre inceleyecek olursak;

1- 16.7.1965 tarih ve 12050 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Cezaların İnfazı Hakkındaki 647 sayılı Yasanın 3. maddesinde kısa süreli özgürlüğü bağlayıcı cezalar belirlenmiş, 4. maddesinin 1. fıkrasında, suçlunun kişiliğine, sair hallerine ve suçun işlenmesindeki özelliklere göre kısa süreli hapis ve hafif hapis cezası yerine mahkemece uygulanabilecek para cezaları ve tedbirler gösterilmiş, 22.6.1979 günlü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 2248 sayılı Yasanın 10. maddesi ile değişik 2. fıkrasında ise suç tarihinden önce para cezasına veya tedbire çevrilmiş olsa dahi, hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkum edilmemiş olanlar hakkında, hükmolunan otuz güne kadar (otuz gün dahil) hürriyeti bağlayıcı cezalarla, suç tarihinde 18 yaşını bitirmemiş olanların mahkum edildikleri kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların para cezasına veya tedbire çevrilmesinin zorunlu bulunduğu kabul edilmiştir.

Görüleceği üzere yasakoyucu, 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin 1. fıkrası ile, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların bu şekilde infazı yerine, bunları para cezasına veya aynen iade veya tazmin, altı ayı geçmemek üzere bir eğitim veya ıslah kurumuna devam etme, bir yılı geçmemek kaydıyla belirli bir yere gitmekten, bazı faaliyetleri veya meslek ve sanatı icradan men, her nev’i ehliyet ve ruhsatnamenin bir aydan bir yıla kadar geçici süreyle geri alınması gibi tedbirlere çevirmeye olanak sağlamış, 2. fıkrasındaki düzenleme ile de suç tarihinde 18 yaşını bitirenlerin para cezası veya tedbire çevrilmiş olsa dahi önceden hürriyeti bağlayıcı ceza ile mahkum olmamaları şartıyla, bunlar hakkında hükmolunacak otuz güne kadar (otuz gün dahil) hapis ve hafif hapis cezalarının, para cezasına veya tedbirlerden birine çevrilmesini zorunlu kılmıştır.

Ancak yasakoyucu, 647 sayılı Yasadan sonra yürürlüğe giren kimi yasalarda bu genel kuraldan ayrılmayı yeğlemiştir. Örneğin; Türk Ceza Yasasının 536. maddesinin 4209 sayılı Yasa ile yürürlükten kaldırılan 6. fıkrasında; “… suçlardan dolayı hükmolunacak cezalar ertelenemez ve bunların yerine 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanunun 4 üncü maddesinde belirtilen ceza ve tedbirler uygulanamaz”, yine İcra ve İflas Yasasının 8.6.1985 tarih ve 3222 sayılı Yasa ile düzenlenen ve madde numarası 4949 sayılı Yasa ile değiştirilen 352/b maddesinde; “Bu Kanun uyarınca hükmolunan cezalar tecil edilemez, hürriyeti bağlayıcı cezalar 647 sayılı Yasanın 4 üncü maddesinde yazılı para cezasına ve tedbirlere çevrilemez”, keza 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının 13. maddesinde; “Bu Kanun kapsamına giren suçlardan dolayı verilen cezalar, para cezasına veya tedbirlerden birine çevrilemez ve ertelenemez” hükümlerine yer verilmiştir.

Oysa 1163 sayılı Kooperatifler Yasasının Ek 2. maddesinin 3476 sayılı Yasa ile düzenlenen 5. fıkrasında “Bu maddede öngörülen hürriyeti bağlayıcı cezalar paraya tahvil edilemez” hükmüne yer verilmiştir. Görüleceği üzere bu yasal düzenleme, yukarıda sayılan ve para cezası veya tedbire çevirme zorunluluğu ile cezanın ertelenmesi olanağını tümüyle kaldıran diğer yasal düzenlemelerden daha farklıdır. Sadece para cezasına çevrilmeyi engellemiş olup, tedbire çevirme zorunluluğu yönünden genel kurala istisna oluşturan bir hüküm içermemektedir. Bunun bir unutkanlık eseri olduğu düşünülemeyeceği gibi, Anayasamızın 38. maddesinde düzenlenen “tedbirlerin kanuniliği” ilkesi ve Ceza Hukukunun evrensel prensiplerinden olan “genişletici yorum yasağı” karşısında, “yasakoyucu hürriyeti bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilmesini engellediğine göre, tedbire çevrilmesini engellemeyi öncelikle murat etmektedir” şeklinde genişletici bir yorum yapılması da olanaksızdır.

Kaldı ki, yasakoyucunun Kooperatifler Yasasının Ek 2. maddesinde öngörülen hürriyeti bağlayıcı cezaların tedbire çevrilmesini engellemek istemesi halinde, diğer yasal düzenlemelerde olduğu gibi istisnaya ilişkin hükme sadece “ve tedbire” ifadesini eklemesi yeterliydi.

Bu itibarla, suç tarihinde 18 yaşını bitirdikleri ve geçmiş mahkûmiyetleri bulunmadığı anlaşılan sanıklar hakkında Kooperatifler Yasasının Ek 2. maddesi uyarınca verilen 1 ay hapis cezasının 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin 2. fıkrası uyarınca, aynı maddenin birinci fıkrasında yazılı tedbirlerden birine çevrilmesi zorunlu bulunduğundan, Yargıtay C.Başsavcılığının birinci nedene yönelik itirazının reddine karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan bir kısım Kurul Üyesi; Yargıtay C.Başsavcılığının birinci nedene yönelik itirazının haklı nedenlere dayandığını ileri sürerek itirazın kabulü yolunda karşı oy kullanmışlardır.

2- CYUY’nın 343. maddesinde, hakim tarafından veya Mahkemelerden verilip Yargıtay’ca incelenmeksizin kesinleşen hüküm ve kararlarda yasaya aykırılık bulunduğunu haber alan Adalet Bakanının, o karar veya hükmün bozulması bakımından Yargıtaya başvuruda bulunması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı emir verebileceği öngörülmüştür. Olağanüstü bir yasayolu olan ve öğretide “olağanüstü temyiz” de denilen yazılı emir yasayolu ile gerçekleştirilen başvuru üzerine, Yargıtay, ileri sürülen nedenleri yerinde bulursa karar ve hükmü bozacaktır.

Yasamızdaki düzenlemede bozma sonrası yapılacak işlemler yönünden ikili bir ayrıma gidilmiştir. Şayet bozma davanın esasını halletmeyen mahkeme kararları hakkında ise, Yargıtay hükmü bozduktan sonra dosyayı yeniden inceleme ve araştırma yaparak sonucuna göre bir karar vermek üzere hükmü bozulan mahkemeye gönderecektir.

Davanın esasına şamil olarak verilen hükmün bozulması halinde ise, bozma sebebi cezanın tamamıyla kaldırılmasını gerektiriyorsa, Yargıtay, önceden hükmolunan cezanın çektirilmemesini kararına yazacak, bozma nedenine göre daha hafif bir ceza uygulanması gerekiyorsa, bu takdirde de uygulanacak cezayı kararında gösterecektir.

Görüldüğü üzere yasamız, davanın esasını halleden hükümler yönünden başvurulan olağanüstü temyiz (yazılı emir) yasayolu nedeniyle verilen bozma kararlarını, olağan yasayolu olan temyiz üzerine verilen bozma kararlarından farklı bir sonuca bağlamış ve olağanüstü temyiz halinde yeniden yargılama yapılmasını engellemiştir.

Nitekim 26.10.1932 gün ve 29/12 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında; “Adalet Bakanının uygulamadaki hatalardan başka esas ve hükme etkili olan hatalardan dolayı da yazılı emir vermeye yetkili olduğu, yazılı emir üzerine bozulan mahkeme hükmünün davanın esasını hallettiği surette yargılamanın tekrarlanmaması, davanın esasını halletmediği surette yargılamanın tekrarlanması gerektiği”, yine 3.6.1936 gün ve 129/11 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında ise; “mahkûmiyet ve beraat kararı ile zamanaşımı, af ve davadan vazgeçme gibi düşme sebeplerine dayanılarak verilen kararların davanın esasını halleden kararlardan olduğu” belirtilerek, “yargı-lamanın tekrarlanması yasağı”nın sınırları belirlenmiştir.

Öte yandan, 1961 Anayasasında “ceza tedbirleri”, 1982 Anayasasında “güvenlik tedbirleri” kavramıyla ifade edilen tedbirler ise, suçludaki tehlike haliyle orantılı olarak hükmedilen ve esas itibariyle sosyal savunma amacına yönelmiş bulunan yaptırımlardır.

İnceleme konusu olayda, sanıkların 1 ay hapis cezasıyla cezalandırılmalarına ilişkin ve temyiz edilmeksizin kesinleşmiş bulunan hüküm, yazılı emir (olağanüstü temyiz) yasayoluna başvurulması üzerine, hürriyeti bağlayıcı cezanın 647 SY’nın 4/1. maddesinde yazılı tedbirlerden birine çevrilmesi zorunluluğuna uyulmamış olması nedeniyle bozulmuş, ayrıca hapis cezasının çektirilmemesine karar verilmiştir.

Bozulan mahkumiyet hükmü davanın esasını halleder nitelikteki kararlardan olduğundan, Yerel Mahkemece yeniden inceleme ve araştırma yapılmasına ve yeni bir hüküm kurulmasına olanak bulunmamaktadır. Öte yandan, bozma nedeni cezanın tamamıyla kaldırılmasını gerektirmemekte, sanıklara verilen hapis cezasının, cezadan daha hafif bir yaptırım türü olan tedbire çevrilmesini gerektirmektedir. Yargılamanın tekrarlanması yasağı nedeniyle, bu uygulamanın Özel Dairece yapılacağında kuşku bulunmamaktadır.

Kişinin hürriyetini, haklarını ve malvarlığını ilgilendiren tedbirlerin, yine kişilerin her türlü hürriyetlerini ve haklarını sınırlandırabilen cezalarla yakın benzerlikleri ve olağanüstü temyizin (yazılı emir) ihdas nedenleri ile sınırlamaları dikkate alındığında, CYUY’nın 343. maddesinde sözü edilen “hafif bir cezanın tatbikini mucip ise” tanımının güvenlik tedbirlerini de kapsadığında kuşku bulunmamaktadır.

Bu itibarla, sanıkların 1163 sayılı Kooperatifler Yasasının Ek 2/2. maddesi uyarınca 1 ay hapis cezası ile cezalandırılmalarına ilişkin hükmü olağanüstü temyiz (yazılı emir) üzerine, hürriyeti bağlayıcı cezaların güvenlik tedbirine çevrilmesinin zorunlu olduğu gerekçesiyle bozan Özel Dairece hapis cezanın çektirilmemesine karar verilemeyeceği gibi, hapis cezasının çevrileceği tedbire de Dairece hükmedilmesi gerektiğinden, Yargıtay C.Başsavcılığının bu ikinci nedene yönelen itirazının kabulü ile Özel Daire kararının kaldırılmasına ve sanıklara uygulanacak tedbirin belirlenmesi yönünden dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir…” gerekçesiyle ve açıklanan nedenlerle, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının birinci neden yönünden REDDİNE, ikinci neden yönünden KABULÜNE, Yargıtay 7. Ceza Dairesinin 22.10.2003 gün ve 11392-9094 sayılı bozma kararının KALDIRILMASINA, hürriyeti bağlayıcı ceza yerine hükmedilecek tedbir hususunda bir karar verilmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmiştir.

b) Yine, Ceza Genel Kurulunun 30.12.2003 gün ve 2003/7-298 esas, 2003/306 sayılı kararı da 1163 sayılı Kooperatifler Yasasının ek-2. maddesi ve CYY.nın 343. maddesinde yer alan olağanüstü yasayolu olan Yasa Yararına Bozma (yazılı emir) ile ilgili olup, aynı niteliktedir.

[1] Bkz. 29.8.1983 günlü ve 18150 sayılı Resmi Gazete

[2] KUNTER, Nurullah/YENİSEY, Feridun., Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, İkinci Kitap (öğrenme kitabı II), Onikinci Bası, İstanbul 2003, s. 1136, no. 61-1

[3] Bkz. Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Yasanın 13. maddesine göre; bu Yasanın 12. maddesinin (a) bendinde sayılan (Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Müsteşarlar ve Bakanlar Kurulu kararı ile atanan memur ve diğer kamu görevlileri ile büyükşehir belediye başkanlarının) kişilerin “görevleri sebebiyle” işledikleri suçtan dolayı davaya bakmaya yetkili ve görevli mahkeme, Yargıtayın ilgili Ceza Dairesidir. Ayrıca, Yargıtay Yasasının 46. maddesine göre; Yargıtay Birinci Başkanı, birinci başkanvekilleri, daire başkanları, üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilinin “kişisel suçlarından” dolayı davaya bakmaya yetkili ve görevli mahkeme Yargıtay Ceza Genel Kuruludur.

[4] İlk defa 1868 yılında kurulan “Divanı Ahkâmı Adliye” Yargıtay’ın görevini yapmıştır. Nizamiye, mahkemelerinin kuruluşu hakkındaki kanunla bu kurul “Mahkeme-i Temyiz” adını almıştır. Yargıtay, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında, Sivasta, daha sonra Eskişehirde ve en son olarak Ankarada yerleşmiştir (SEÇKİN, Recai., Yargıtay-Kuruluş ve İşleyişi, Ankara 1967, s. 1-10).

[5] TOSUN, Öztekin., Türk Suç Muhakemesi Hukuku Dersleri, Cilt II, İstanbul 1976, s. 204

[6] YURTCAN, Erdener, Ceza Yargılaması Hukuku Dersleri, 5. Bası, İstanbul 1994, s. 456

[7] EREM, Faruk., Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (Şerh), Ankara 1996, s. 671

[8] KUNTER/YENİSEY., s. 1136

[9] Alman Ceza Yargılaması Hukukunda İstinaf (Die Berufung) yasayolu ile ilgili olarak ayrıntılı bilgi için bkz. Kühne, Hans-Heiner., Strafprozessrecht, 6. völlig neu bearbeitete und erweiterte Auflage, Trier, im März 2003, s. 526 – 532

Önerdiğim yazılar

3 responses to “YARGITAY CEZA GENEL KURULUNUN 2003 YILINDA VERDİĞİ ÖNEMLİ KARARLARIN AÇIKLAMASI

  1. özgürlük, en temel insan hakkıdır.

    Sayın Mehmet Zafer ÇAĞLAYAN,

    Size açık bir çağrı yapıyoruz. Ticaret erbabı mağdurdur. Çek yasası mağdurları oluşmuştur.
    alacaklı ve borçlu tarafta mağdurlar çığ gibi çoğalmaktadır.
    Ekonomik krizin faturası KOBI lere ödetilmek istenmektedir.
    Buna dur deyiniz. Bize çek yasası mağdurlarına destek olunuz.
    Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun bir çek yasasının çıkması için destek veriniz.

    Bizler internetde, özgür bloglar aracılığıyla toplanan çek yasası mağdurlarıyız. Adil bir çek yasası çıkmasını talep ediyoruz. Bu amaçla Sayın Mehmet Zafer ÇAĞLAYAN, Sadullah ERGİN, Kemal KILIÇDAROĞLU ve Ayşe ARMAN ‘a açık duyuru yapıyoruz. Bizim çağrımızı duyunuz.

    Çek yasası mağdurları ile ilgileniniz.

    KEMAL KILIÇDAROĞLU Kimdir ?
    İSTANBUL Milletvekili, Cumhuriyet Halk Partisi
    Kemal Kılıçdaroğlu, 17 Aralık 1948’de Tunceli Nazimiye’de doğdu. Babasının adı Kamer, annesinin adı Yemuş’tur. Ekonomist ve Maliyeci; Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdi. Maliye Bakanlığı’nda Hesap Uzmanı, Gelirler Genel Müdürlüğü Daire Başkanı ve Genel Müdür Yardımcısı, Bağ-Kur Genel Müdürü, SSK Genel Müdürü olarak görev yaptı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevini yürüttü. Hacettepe Üniversitesi’nde Öğretim Görevlisi olarak ders verdi. İş Bankası Yönetim Kurulu Üyeliğine getirildi. Değişik gazete ve dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesinin yanı sıra ayrıca üç kitabı yayınlandı. Ekonomik Trend Dergisi tarafından verilen “Yılın Bürokratı” ödülünü aldı. 22. Dönem İstanbul Milletvekili. Orta Düzeyde Fransızca bilen Kılıçdaroğlu, evli ve 3 çocuk babasıdır.

    MEHMET ZAFER ÇAĞLAYAN Kimdir ?

    ANKARA Milletvekili, Adalet ve Kalkınma Partisi
    Mehmet Zafer Çağlayan, 15 Kasım 1957’de Muş’ta doğdu. Babasının adı M.Salih, annesinin adı Muhlise’dir. Makine Mühendisi ve Sanayici; Gazi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. Sanayici olarak çalıştı. 1987’de Ankara Sanayi Odası’na Oda Meclisi Üyesi oldu. 1989’da Ankara Sanayi Odası Yönetim Kurulu Üyesi, 1991’de Başkanvekili ve 1995’de Yönetim Kurulu Başkanı olarak, 2007’ye kadar bu görevini sürdürdü. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nde üç dönem Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. TOBB Ekonomi Teknoloji Üniversitesi ile Türkiye Ekonomi Araştırma Vakfı’nın Mütevelli Heyet Üyesi oldu. 60. Hükümet’te Sanayi ve Ticaret Bakanı olarak atandı. Hükümette yapılan değişiklikte, Devlet Bakanlığı görevine getirildi. İngilizce bilen Çağlayan, evli ve iki çocuk babasıdır.

    SADULLAH ERGİN Kimdir ?
    HATAY Milletvekili, Adalet ve Kalkınma Partisi
    Sadullah Ergin, 6 Temmuz 1964’te Hatay Antakya’da doğdu. Babasının adı Mehmet İsmet, annesinin adı Hatice’dir. Avukat; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Hatay Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nde kurum avukatı olarak çalıştı. Serbest avukatlık yaptı. Çeşitli dernek ve cemiyetlerde yöneticilik görevlerinde bulundu. Adalet ve Kalkınma Partisi Kurucu Üyesi oldu. 22. Dönem Hatay Milletvekili. 60. Hükümet’te Adalet Bakanlığı görevine atandı. İyi düzeyde İngilizce bilen Ergin, evli ve 3 çocuk babasıdır.

    Sayın Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyeleri,

    Çek yasası nedeniyle insan hakları ihlalleri olmaktadır.
    -Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi açıkca ihlal edilmektedir.
    -Farklı mahkemeler farklı kararlar vermektedir.
    -Savunması bile alınmayan kişilere, sırf şikayet üzerine hapis cezası verilmektedir.
    -Cezaevlerindeki mağdurlar umutlarını yitirmektedir.
    -Mağdurlar haklarını arayamamakta, sinmektedirler.

    bize yardım ediniz. Adil bir çek yasası için destek veriniz.

    İnsan haklarıyla insandır. İnsan hakları hemen şimdi !

    Mehmet Zafer Üskül Başkan AK Parti Mersin
    Halide İncekara Başkanvekili AK Parti İstanbul
    Mehmet Ekici Başkanvekili MHP Yozgat
    Abdurrahman Kurt Sözcü AK Parti Diyarbakır
    Ayşe Jale Ağırbaş Katip DSP İstanbul
    Ahmet Koca Üye AK Parti Afyonkarahisar
    Kazim Ataoğlu Üye AK Parti Bingöl
    Mehmet Ocakden Üye AK Parti Bursa
    Murat Yıldırım Üye AK Parti Çorum
    Mithat Ekici Üye AK Parti Denizli
    Mustafa Ataş Üye AK Parti İstanbul
    Erdal Kalkan Üye AK Parti İzmir
    Fatih Arıkan Üye AK Parti Kahramanmaraş
    Ahmet Gökhan Sarıçam Üye AK Parti Kırklareli
    Kerim Özkul Üye AK Parti Konya
    Cemal Yılmaz Demir Üye AK Parti Samsun
    Ali Rıza Ertemür Üye CHP Denizli
    Çetin Soysal Üye CHP İstanbul
    Ahmet Ersin Üye CHP İzmir
    Malik Ecder Özdemir Üye CHP Sivas
    Akın Birdal Üye DTP Diyarbakır
    Şenol Bal Üye MHP İzmir
    Gürcan Dağdaş Üye MHP Kars

    Sayın Türkiye Büyük Millet Meclisi Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi Ve Teknoloji Komisyonu üyeleri,

    Çağdaş bir çek yasası için mağdurlara yardım ediniz. Türkiye bir ekonomik krizin etkisi altındadır. Suyu kesmek değil, suyun akışını arttırmak istiyoruz. İşletmeler çalışsın, işçiler maaş alsın istiyoruz. Karşılıksız çekin cezası hapis olmamalıdır.

    Adil bir çek yasası için yardım ediniz.

    Ekonomik krizi biz çıkarmadık. Ekonomik krizin kurbanı olmayı red ediyoruz.

    .
    Soner Aksoy Başkan AK Parti Kütahya
    Hasan Angı Başkanvekili AK Parti Konya
    Mahmut Mücahit Fındıklı Sözcü AK Parti Malatya
    Osman Coşkun Katip AK Parti Yozgat
    Ahmet Edip Uğur Üye AK Parti Balıkesir
    Kutbettin Arzu Üye AK Parti Diyarbakır
    Metin Kaşıkoğlu Üye AK Parti Düzce
    İbrahim Halil Mazıcıoğlu Üye AK Parti Gaziantep
    İsmail Katmerci Üye AK Parti İzmir
    Eyüp Ayar Üye AK Parti Kocaeli
    Bayram Ali Bayramoğlu Üye AK Parti Rize
    Hasan Ali Çelik Üye AK Parti Sakarya
    Afif Demirkıran Üye AK Parti Siirt
    Mustafa Cumur Üye AK Parti Trabzon
    Kayhan Türkmenoğlu Üye AK Parti Van
    Fazlı Erdoğan Üye AK Parti Zonguldak
    Tacidar Seyhan Üye CHP Adana
    Hüsnü Çöllü Üye CHP Antalya
    Ergün Aydoğan Üye CHP Balıkesir
    Mehmet Ali Susam Üye CHP İzmir
    Mehmet Şevki Kulkuloğlu Üye CHP Kayseri
    Mehmet Nezir Karabaş Üye DTP Bitlis
    Yılmaz Tankut Üye MHP Adana
    Cemaleddin Uslu Üye MHP Edirne
    Alim Işık Üye MHP Kütahya

    Sayın Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu üyeleri,

    Konuyu baştan beri biliyorsunuz. Çek yasası gecikmiştir. Çek yasası adil değildir. Borca hapis ayıptır.

    adil bir çek yasası için desteğinizi istiyoruz.

    Ahmet İyimaya Başkan AK Parti Ankara
    Hakkı Köylü Başkanvekili AK Parti Kastamonu
    Mehmet Emin Ekmen Sözcü AK Parti Batman
    İlknur İnceöz Katip AK Parti Aksaray
    Ahmet Aydın Üye AK Parti Adıyaman
    Zekeriya Aslan Üye AK Parti Afyonkarahisar
    Yılmaz Tunç Üye AK Parti Bartın
    Mehmet Tunçak Üye AK Parti Bursa
    Mehmet Salih Erdoğan Üye AK Parti Denizli
    Celal Erbay Üye AK Parti Düzce
    Veysi Kaynak Üye AK Parti Kahramanmaraş
    Ali Öztürk Üye AK Parti Konya
    İhsan Koca Üye AK Parti Malatya
    Mustafa Hamarat Üye AK Parti Ordu
    Yahya Akman Üye AK Parti Şanlıurfa
    Halil Ünlütepe Üye CHP Afyonkarahisar
    Turgut Dibek Üye CHP Kırklareli
    Ali Rıza Öztürk Üye CHP Mersin
    Rahmi Güner Üye CHP Ordu
    Ali İhsan Köktürk Üye CHP Zonguldak
    Hamit Geylani Üye DTP Hakkari
    Osman Ertuğrul Üye MHP Aksaray
    Metin Çobanoğlu Üye MHP Kırşehir
    Rıdvan Yalçın Üye MHP Ordu

    Kemal KILIÇDAROĞLU, Sadullah ERGİN, Mehmet Zafer ÇAĞLAYAN ve Ayşe ARMAN için bloglarımızda açık duyuru yayınlıyoruz. Yorum bırakarak destek olunuz. Özgür bloglarımız birer demokrasi okuludur.

    Intenet özgürlüktür. Bizi destekleyiniz. Blog larımıza yorum bırakınız.

    • AK Parti Ankara Millevekili ve TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya:

      Haber: AK Parti Ankara Millevekili ve TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya:

      AK Parti Karabük İl Teşkilatı Genişletilmiş İl Divan Kurulu Toplantısı Yapıldı. K Parti Ankara Milletvekili, TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya, Toplantıda Yaptığı Konuşmada, “21 Ekim Demokrasi Bayramıdır” Dedi.
      AK Parti Karabük İl Teşkilatı Genişletilmiş İl Divan Kurulu toplantısı yapıldı. K Parti Ankara Milletvekili, TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya, toplantıda yaptığı konuşmada, “21 Ekim demokrasi bayramıdır” dedi.

      Gençlik Merkezi toplantı salonunda gerçekleşen ve başkanlığını AK Parti Ankara Milletvekili, TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya’nın yaptığı Genişletilmiş İl Divan Kurulu toplantısına AK Parti Karabük Milletvekilleri Mustafa Ünal, Mehmet Ceylan, Cumhur Ünal, Karabük Belediye Başkanı Hüseyin Erer, Safranbolu Belediye Başknaı Nihat Cebeci, Yortanpazarı Belde Belediye Başkanı Yılmaz Tiryaki, AK Parti İl Başkanı Ömer Ayan, Merkez ve İlçe Başkanları ile partililer katıldı. 22 Temmuz’daki iradeden

      daha büyüğünün 21 Ekim’de yaşanacağını söyleyen Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya, “Bu proje Cumhuriyet döneminin en büyük projesidir. Milletle devleti buluşturacak, milletle devlet arasındaki yabancılaşmayı ortadan kaldırıp en büyük sorunu kendi iradesiyle önleyecek, önemli bir projedir. Bu projenin en önemli ayaklarından biri de bundan sonra toplum mühendislerinin gayretleri sona erecektir. Demokrasi derinlik kazanarak genişleyecektir. Bu paketin 3 tane temel düzenlemesi var. Bunların ilki hiçbir

      cumhurbaşkanının seçiminde dile getirilmeyen TBMM toplantı yeter sayısı geliyor. Diğer düzenlemeler ise cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, milletvekilliği seçiminin 4 yılda bir olması şeklinde ve geçici maddeler var” dedi.

      Geçici 19. maddeye göre, 11. cumhurbaşkanının seçiminin öngörüldüğünü söyleyen İyimaya, “Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra 40 gün içinde 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün istifa etmesi gerekiyor. Şuan ilgili maddeleri, yine anayasanın değişikliği usulüne uygun yöntemle o maddeler çıkarılacak. Bu maddeler çekilse de çekilmese de Abdullah Gül cumhurbaşkanıdır. 21 Ekim’de referandumda kabul oyu çıkması durumunda dahi cumhurbaşkanlığının sona ermesi mümkün değildir. İntikal hukuku gerekleri mümkün değil.

      Abdullah Gül’ün görev süresi 7 yıl olup, bu kanunun o şekilde çıkması Gül’ün görev süresinin 5 yıla inmesi söz konusu bile değildir. 11. cumhurbaşkanının halk tarafından seçilebilmesi için 11. cumhurbaşkanının seçilmemiş olması lazım. TBMM’ye çarşamba günü sunacağımız anayasa değişikliği paketinin kabul edilmesi halinde, anayasa değişikliği paketi bir bütün olarak oylandığı için gümrükteki oyların tümü geçersiz olsa dahi, geçersiz oyların Seçim sonucuna etkisi kendi gücü, kendi sayısı kadardır” şeklinde

      konuştu.

      Ahmet İyimaya ayrıca, son günlerde tartışma konusu olan referandum maliyeti hakkında açıklama yaparak, “Büyük reformlara fiyat biçilmez. Bu, cumhuriyetin ilanı kadar önemli bir reformdur. 12 Eylül öncesi Cumhurbaşkanı seçilseydi ve 12 Eylül’de yaşananlar olmasaydı, nedir maliyet? 50 yıl. 12 Eylül’ün bazı anarşiye son vermek için mi yapıldığını sanıyorsunuz? 12 Eylül; bir paşamızı engellemelerle seçmeyen parlamentoya, ‘hazırlayacağım anayasa referandumu ile cumhurbaşkanını seçtiririm’ projesinin ortaya

      konulmasıdır. Bugün bizim hazırladığımız bu reform bir bayramdır. 21 Ekim demokrasi bayramıdır” diye konuştu.

      Anayasaların da kapasiteleri olduğunu söyleyen İyimaya, “Kanunların da kapasiteleri var. Türkiye’de meseleyi parlamenter sistem olarak ele almamalı. Sorun, sistem ile parlamenter sistem arasındaki sorun değil, rejim sorunu. Cumhurbaşkanlığı sorunu hükümet sisteminden daha açık bir sorun. Geleceğin kendisini tekrarlamasıdır. Her Cumhurbaşkanlığı Seçimi, çeyrek demokrasinin tam bürokrasiye egemen olduğu bir görüştür” dedi.

      (YE-AK-OK-Y) (İhlas Haber Ajansı) 07.10.2007 19:39

      • Ahmet İYİMAYA değerli bir hukukcudur. Adem SÖZÜER gibi çek yasasının geçersiz olduğunu savunanlardan idi.

        Bu işin nasıl olupda hala çözülememiş olması düşündürücüdür.

Yorum yaparak destek olabilirsiniz